Emperyalist-kapitalist sistem uzun bir dönemdir etkileri her alanda gözlenen bir kriz içinde debelenmektedir. Kriz her zaman olduğu üzere yine en çok yoksulları vurmakta, onlara daha fazla açlık-sefalet olarak geri dönmektedir. Kapitalizmin, üretim araçlarının mülkiyetini elinde toplayan bir avuç burjuvanın her geçen gün daha da zenginleşmesi, toplumun geri kalanının ise daha da yoksullaşması anlamına geldiği böylesi dönemlerde daha açık hale gelmektedir. Ülkemiz hakim sınıfları da gitgide derinleşen ekonomik krizin faturasını yoksul halkın sırtına yıkmaktadır. İğneden ipliğe her şeye zamlar gelip, enflasyon tırmanırken, insanlar geçinemediği için intihara sürüklenmektedir. Tam da böyle bir tablonun ortasında bir süredir, TÜRK-İŞ, patron sendikaları ve hükümet yetkilileri arasında 2021 yılı için geçerli olacak asgari ücretin miktarına ilişkin “görüşmeler” sürdürülmektedir. Her zaman olduğu gibi tiyatro havasında geçen, işçi sınıfının, sarı sendika TÜRK-İŞ tarafından sözde temsil edildiği bu masadan işçilerin lehine hiçbir sonuç çıkmayacağı tarihsel deneyimlerle sabittir. Yine asgari ücret miktarı işçilere sözde “müjde” olarak lanse edilecek ancak bu miktar, bir işçinin ve ailesinin bırakalım insanca yaşamayı, karnını doyurabilmesi için bile yeterli olmayacaktır.
Esasında bir asgari ücretin belirlenmesi, işçi sınıfının bedeller ödeyerek sağladığı bir kazanımdır. Ücrette bir taban sınırının belirlenmesi sömürüyü bir nebze olsun azaltabilecek, patronların keyfiliğini sınırlayabilecek bir uygulamadır. Ancak burada belirleyici olan işçi sınıfının örgütlü gücüdür. Eğer sınıfın örgütlülüğü zayıf olursa, burjuvazi yine keyfiyette sınır tanımamakta artı-değer gaspını arttırmak adına asgari ücreti istediği biçimde tayin edebilmektedir. Yani ücretlerin belirlenmesinde sınıf mücadelesi önemli bir faktördür. Sınıf mücadelesinin gerilediği dönemlerde asgari ücret açlık sınırına yaklaşır. Sınıf mücadelesinin yükseldiği dönemlerde ise asgari ücret emeğin maliyetinin bile üzerine çıkabilir. Yani sınıf mücadelesinin yükseldiği dönemlerde burjuvazi ücretleri bir miktar yükselterek kârının bir kısmından “feragat” edebilir. Salt ücret için verilen mücadele politik mücadele olmaz. İktidarı hedefleyen mücadele sınıf mücadelesidir. Burjuvazi bu politik mücadeleyi kırmak adına ücretleri biraz yükseltmek gibi kimi ekonomik tavizler verebilmektedir. Bugün ise sınıf mücadelesinin oldukça geri olması, işçi sınıfının politik bir güç olmaktan uzaklaşması nedeniyle egemenler krizin faturasını rahatlıkla halkın sırtına yıkabilmektedir. Ücretler düşerken, sömürü ve burjuvazinin kârları artmaktadır. Yani, özellikle bizimki gibi yarı-sömürge ülkelerde ücrette bir taban fiyat belirlenmesi kazanımının, hiç bir anlamı kalmamıştır. Nitekim ülkemizde asgari ücret devletin ve sarı-sendikaların açıkladığı açlık sınırının bile altında belirlenmektedir. Dahası ülkemizde asgari ücret, bir taban sınırı olmaktan çok, son dönemde sıkça kullanılan tabiri ile “ortalama” bir ücrete dönüşmüştür. Bugün Türkiye’de çalışan işçilerin yarısına yakını (yaklaşık 10 milyon işçi) asgari ücretle çalışmaktadır. 2020 yılında belirlenen asgari ücretin (yaklaşık 2300 lira), devlet kurumu olan TUİK’in bile açıkladığı açlık sınırının altında olduğu düşünüldüğünde, yaklaşık 10 milyon işçiye ve ailesine devletin ve patronların alenen açlık dayattığını görebiliriz.
Asgari ücret belirlenirken, işçi sınıfına hiçbir söz hakkı tanınmamaktadır. İşçiler, asgari ücret masasında patronların ajanı olan sarı sendika TÜRK-İŞ tarafından “temsil” edilmektedir. Zaten 1950’li yıllarda bizzat emperyalistlerin talimatıyla, işçi sınıfı mücadelesini boğmak, sınıfı düzen içerisinde tutarak patronlara uşaklık etsin diye kurulan TÜRK-İŞ, asgari ücret masasın da aynı işlevi yerine getirmektedir. TÜRK-İŞ’in asgari ücret masasında da aynı işlevi yerine getirmektedir. TÜRK-İŞ’in asgari ücret masasındaki misyonu “pazarlık” yapmak değil, patronlar ve devlet tarafından belirlenen asgari ücret miktarına işçi sınıfı nezdinde bir “meşruiyet” yaratmaktadır. Hakim sınıflar, TÜRK-İŞ’i masaya oturtarak, işçi sınıfında “masada bizde temsil ediliyoruz” algısını oluşturmaya çalışmaktadır. Böylece hem işçi sınıfı sürecin dışında bırakılmakta, hem de masada temsil edildiğini düşünen işçiler, çıkan sonucu daha kolay kabullenebilmektedir. TÜRK-İŞ’in de patronlar tarafından kendisine biçilen bu misyonu “hakkıyla” yerine getirdiğini belirtmek gerekir. Görüşmeler öncesinde büyük laflar edip, “işçilerin hakkını kimseye yedirmeyeceği” yalanlarını atan TÜRK-İŞ’in yöneticileri, masada patronlar karşısında “kuzu” kesilmekte, patronların ve devletin belirlediği ücret miktarını her seferinde hiçbir sorun çıkartmadan kabul etmektedir. Üstelik bu sefalet ücretlerini işçilere kabul ettirmek için, “eğer fazla zam isterseniz, işveren işçi çıkartmak zorunda kalır” diyerek, işçileri patronlar adına üstü örtülü olarak işsizlikle tehdit edebilmektedir. Öte yandan diğer bir sarı-sendika olan DİSK’in de asgari ücretin belirlenme sürecinde söylemde değilse de pratikte TÜRK-İŞ’ten çokta farklı bir pozisyonda olmadığının altını çizmek gerekir. Her ne kadar DİSK görüşmeler sürerken ve öncesinde görece yüksek miktarda asgari ücret talebinde bulunsa da devlet ve patronlar üzerinde basınç yaratmak adına işçi sınıfı, kendi üyelerini sürece katacak, sokağa dökecek hiçbir adım atmamaktadır. Böylece taleplerinde samimi olmadığı, işçi sınıfını oyalayarak, patronlara ve devlete hizmet ettiği ortaya çıkmaktadır. Nihayetinde patronlar ve onların devleti, sarı sendikalar eli ile işçi sınıfını tamamen dışarıda tutarak, asgari ücret miktarını tamamen kendi çıkarları doğrultusunda tayin etmektedir.
Asgari ücret masasında sözde “hakem” (!) konumunda bulunan devletin, “tarafsızlık” iddiaları, “işçiler ile patronlar arasındaki hakem rolünün de halkı aldatmak için olduğunun altını çizmek gerekiyor. Her devlet, bir sınıfa dayanır, o sınıfın egemenlik aygıtı olur. “Sınıflar üstü” “tarafsız” bir devlet söz konusu olamaz. Emperyalist-kapitalist sistemde devlet, hakim sınıf olan burjuvazinin devletidir. Türk devleti de somutta komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının devletidir. Dolayısıyla böyle bir devletin asgari ücret masasında da patronların yanında olacağı, deneyimlerinde defalarca kez gösterdiği üzere açıktır.
Sonuç olarak tüm bu tablo bize, işçi sınıfının politik bir güç olmadan, bırakalım sömürüden kurtulmayı, aç kalmayacağı bir ücret hakkını bile elde edemeyeceğini göstermektedir. İşçi sınıfının basıncı olmadığı müddetçe, ne patronlar ne de onların devleti, işçiler lehine en ufak bir taviz bile vermeyecek, sömürüyü boyutlandırmaktan vazgeçmeyecektir. İşçiler karınlarını doyuracak bir ücret için bile örgütlenmek ve mücadele etmek zorundadır. Bu bilinci işçilere taşımakta devrimcilerin görevidir. Bu tür süreçlerde işçi sınıfına bilinç taşıma ve sistemi teşhir faaliyetlerine hız vermemiz gerekir. İşçilere, örgütlenmek ve mücadele etmek dışında hiçbir seçeneği olmadığı bu tür süreçlerde çok daha rahat gösterilebilir. Nihayetinde işçi sınıfı ve ezilenlerin kurtuluşu, Proletarya Partisi önderliğinde, ücretli kölelik düzeninin, ülkemiz somutunda komprador kapitalizmin yıkılması ile mümkün olacaktır!