Asalakların Düzeninde Felaketler Halka Zulümdür

[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]

Art arda iki büyük depremin yaşandığı ülkemizde bir kez daha halkı temsil etme özelliği olmayan devletin gerçek yüzü tüm çıplaklığıyla ortaya serildi. Seçim arifesinde gerçekleşen bu depremler seçimi kazanmak adına yapılan tüm propagandaların da gerçekliğin sert yüzü karşısında erimesiyle sonuçlandı. Seçimi kim kazanacak? Çeşitli milliyetlerden halkımızın içinde sürüklendiği seçim sürecinin temel sorusu buydu. Şimdi halkımız şu gerçek soruya yanıt vermelidir: Devlet senin devletin mi?

İki büyük depremde yıkıntılar altında yüz binlerce insan kaldı. Büyük bir yıkımın ardından beklenen “devlet müdahalesi” gerçekleşmedi. Ne deprem öncesi ne de deprem sonrası kitlelerin en temel ihtiyaçlarını karşılayabildi devlet. Devletin işlevi, görevleri, genel karakteri bakımından bu büyük doğa olayı özellikle öğreticidir. Halkın birçok yerde verdiği tepki de bu gerçekliğin doğruluğunu ispatlar niteliktedir. “Devlet nerede” sorusu halkın aradığı, kendisine anlatılanlarla gerçeklik arasındaki açık çelişkiyi sorguladığı önemli bir nidadır. Derdini, çaresizliğini devletten deva, çare umarak ortaya serdiği yerde halk koca bir boşlukla karşılaşmıştır. Depremin büyük ve olağandışı olduğu ne kadar gerçekse devletin depreme hazırlık bakımından hiçbir gerçek adım atmadığı da bir o kadar gerçektir.

1999 yılında Marmara’da gerçekleşen depremlerden sonra, meydana gelen büyük tahribat gerekçe gösterilerek halktan toplanmaya başlanan ve “deprem vergisi” olarak anılan 6 ek vergi (Ek Gelir Vergisi, Ek Kurumlar Vergisi, Ek Motorlu Taşıtlar Vergisi, Özel İletişim Vergisi ve Özel İşlem Vergisi) 2003 yılına kadar toplandı. 2003’ten itibaren bu 6 ek vergiden “Ek İletişim Vergisi” süreklileştirildiğinde bu vergi “deprem vergisi” olarak anılmaya devam etti.  Depremin yarattığı büyük tahribat gerekçesiyle kabul edilen bu vergilerin depreme hazırlık için kullanılmadığı defalarca söylendi. Buna rağmen bu bir hesap sormaya, dolayısıyla bir hesap vermeye de dönüşmedi. Oysa vergilerle birlikte hazırlık bakımından ciddi adımların atılacağı beklentisi oluşturulmuştu. Ayrıca bir deprem bölgesi olan Türkiye’de ilk defa kapsamlı bir deprem yönetmeliği de çıkarılmıştı. Önceki yönetmeliklerden çok daha kapsamlı olan bu yönetmelik bütün yapıların, bulundukları bölgelerdeki deprem riskine uygun olarak asgari koşullar yerine getirilerek inşasını sağlama, bunun için etkin bir denetimi öngörüyordu. 2007’den sonra 2018’de de revize edilen bu yönetmelik depreme hazır olmak bakımından belirleyici önemde olduğu halde, çokça yaşanan her depremden sonra bu önem en yetkili ağızlardan da vurgulansa da esasen uygulanmamıştır. Kapsamlı ve çok yönlü yönetmeliğe rağmen Maraş ve çevresinde ciddi bir deprem riskinin varlığı çok yüksek seslerle dile getirilse de 6 Şubat’ta gerçekleşen iki depremde “kendi evleri” halkımıza büyük oranda mezar oldu.

Depremlerin ardından gerek enkaz altında kalanların kurtarılması için gerekse yaşayanların en temel gereksinimlerinin karşılanması için yüzünü devlete dönen halktan insanlar yanlarında “devleti” görmediler. Bilindik yönetici tayfa bunu “beklenmedik derecede büyük iki depremin” baş edilemez yıkıntılarıyla açıklamaya çalıştı. Bu vurgunun özellikle yapılacağı ve artacağı açıktır. Halkın çıkarlarına dayanmayan, onun inşa etmediği bu devlet “başarısızlığı” doğanın baş edilemez büyük gücü ile açıklamaya çalışacaktır. Oysa insanlık tarihi boyunca halklar doğanın büyük gücü ile baş ederek, bu gücün yasalarını kavrayıp kendi çıkarlarını buna göre geliştirerek ilerlediler. Kuşkusuz bu ilerleme yoğun tahribat da içermiştir. Bununla birlikte gerçek olan şudur ki halkların büyük ve kesintisiz mücadelesi bilimi, yani doğanın yasalarını anlamayı, kavramayı ve onu insanın çıkarlarını hayata geçirmek üzere kullanmayı geliştirmelerini sağladı. Bugün bilimin kapitalist dünyanın doğa karşısındaki sömürücü, talancı, asalak ve sonuç olarak yıkıcı egemen unsurlarının elinde olması söz konusu gerçekliği değiştirmez. Bu bize sadece bilimin bu ellerden kurtarılması gerektiğini söyler. Aynı egemen unsurlar halkların da düşmanıdır; aynı sömürücü, talancı ve yıkıcı özellikler halkların da baş belasıdır. 6 Şubat depremlerinden sonraki “devlet nerede” soruları bu baş belasını farkında olmaya dair bir işarettir işte. Bu büyük yıkımın ilk gerçekliği budur. Bu gerçeklik üzerinde özellikle durulmalıdır. Büyük olaylar büyük çıkarımları beraberinde getirir. Bunların geçici bir uyanma olmaktan çıkması, çıkarımların sağlıklı ve tutarlı bir nitelik kazanması ancak bilinçli müdahalelerle olasıdır. Bundan sonraki birincil görevimiz “devlet nerede” sorusunun devlet hakkındaki en temel yanılgının düzeltilmesi olmalıdır. Devlet nerede? Devlet tam da olması gereken yerde: halkın karşısında. Devlet bir avuç rantçının, talancının, sömürücünün yanındadır. Toplanan vergilerin nereye harcandığı soruluyor şimdi. Öteden beri cevabı bilinen bir sorudur bu. Esas olarak halktan alınan vergilerle sağlanan bütçeden aslan payını önce borç faizleriyle emperyalistler ve ardından bu düzenin asalak, bürokrat, komprador, ağa ve paşadan ibaret egemenleri almaktadır. Halka dönük hizmetlerin hemen hepsi için halk ayrıca “ödemeler” yapmaya devam etmektedir. Depremde halkın yanında olmayan devlet sıradan yaşam içerisinde de halkın yanında değildir, ona hizmet etmemektedir.

Devlet kimin devletidir? Depremde halkın etrafında göremediği devlet depreme karşı hemen hiçbir hazırlık yapmazken de yerini belli etmişti. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçildikten itibaren çok daha belirgin hale gelen faşist karakteri ile devlet bir ağa-patron devletidir. Feodal sistemin artığı olan büyük toprak sahibi beylerin, aşiret ve cemaat liderlerinin, emperyalizmin çoğunlukla doğrudan uzantısı olan kompradorların, devlet mekanizmasını sömürü çarkının ana unsuru haline getirmiş bürokratik burjuvaların aracı olan bu devlet gerek feodal zorbalıktan beslenen baskıcı özelliği ile gerekse de zayıf sermayeden ileri gelen yönetme acziyeti nedeniyle faşizme yaslanmak zorundadır. Faşizmi belli bir partinin ve hatta liderin yönetimine indirgeyen anlayışlardan tamamen farklı olarak MLM bu yönetim biçimini belli sınıfların zorunlu yönetimi olarak değerlendirir ve bunu emperyalizmden ayrı bir süreç olarak ele almayı da Marksist devlet teorisinden sapma olarak yorumlar.

Deprem sürecinin bir bütün analizi bize devletin yukarıda belirttiğimiz özelliklerini gösterir. Deprem vergisinin gündeme geliş biçimi, bu vergilerin toplanma şekli, buradan sağlanan gelirin akıtıldığı mecralar karşımıza yukarıda saydığımız kesimleri getirir. Üstelik bu kesimler ilk kez bu yönetimle karşımızda değiller. Bu devlet kurulduktan ve 1929 Büyük Buhranı’ndan sonraki yeniden yapılanmadan itibaren aynı egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda işleyen bir devlet söz konusudur. Devletin egemen sınıfların bir aracı olduğu tezi Marksist bir tezdir, bilimseldir. Sınıflardan ayrı, özerk bir devlet teorisi sadece sınıflara dayanan toplumsal sistemler gerçeğini gizlemeye yarar. “Görece özerk kamusal yapılar ve çalışmalar” bu konuda en sık rastladığımız kafa karıştırıcı olgudur. Elbette bu özelliğe sahip yapılar veya çalışmalar söz konusudur. Ne var ki bu yapıların veya çalışmaların gerçek işlevi kitlelerin devletle ilişkisini sağlamaktır. Egemen sınıfların aleyhine bir işlev değildir bu. “Seçimle iş başına gelen” bütün hükümetlerin esas olarak aynı egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda çalıştıkları bir sır veya bilinmez değildir. Hiçbir hükümet diğerinden başka politikalar uygulamadığına, hepsi emperyalizmin boyunduruğu altında aynı ekonomi politikalarına zorunlu olduğuna göre “seçimle iş başı yapmak” gerçek bir özerklik alanı değildir. Seçimlere katılan halk “kendi seçimini” yapmakta ve her seferinde egemen sınıfların hükümetlerini seçmektedir. Seçimlerin, dolayısıyla parlamentonun özerk alanlara sahip oldukları elbette ileri sürülebilir; ama bunun gerçek bir özerk alan olduğu ispatlanamaz. Halkların rızasını sağlamaya yarayan bu araçlar egemen sınıfların çıkarlarına halel getirmeden çalışırlar. Bu deprem sürecinde aynı özellik AFAD, Kızılay gibi kurumlar için de geçerlidir. Hatta depremin neden olduğu tahribata müdahale eden daha birçok kurum için de… İşlevi depremin yaralarını sarmakla sınırlı olan her kurum, ne derecede özerk oluştukları ve çalıştıkları hiç önemli değil aynı egemen sınıfların çıkarlarına kaçınılmaz olarak hizmet ederler. Devlet kavrayışımızın derinliği ya da ayrıcalığı kendini özellikle burada gösterir. Yaraları sarmak, tahribatı gidermek ya da en aza indirmek gibi amaçlar aynı düzenin üstelik gerçek bir rızayla inşasını içerir. Oysa depremde sorulan “devlet nerede” sorusu bize bu rızanın yanlış olduğunu hatırlatmalıdır. Halk yanında olmayan bir devlet istemediğini, aynı sonuçları doğuracak bir inşaya onay vermediğini bu soruyla açığa vurmuştur.

Bu çok büyük olaydan halkımızın çıkardığı sonuç devletin kendisi için çaresiz olduğu daha doğru ifade edersek çare üretmediğidir. Dolayısıyla devlet onun için umutsuz bir vakadır. Onun bu devletle ilişkisi zoraki ve zorunlu bir ilişkidir. Halk kendi iktidarını kurma yeteneğini göstermedikçe bu ilişki varlığını koruyacaktır. Halkın devlet gerçekliğinin farkında olması onun kendi yönetimi için ayağa kalkmasında esaslı bir olay değildir. Kendiliğindenlik kendini kavramak bile değildir ki esas olan kendinin de içinde olduğu bütünü kavramaktır. Kitlelerin farkında olduğu gerçeklik depremden hemen sonra devletin yanında olmadığıdır. Bu onda öfkeye, yoğun bir tepkiye neden oldu. Çünkü depremin sonuçları karşısında tamamen hazırlıksızdı, hiçbir eğitimi yoktu ve yaşamak için çalışmak zorunluluğuyla başını depreme dayanıksız binalara sokmuş durumdaydı. Bu onun çaresizliğidir. Çaresizlik büyük acılarla birleştiğinde öfkeye neden olur genellikle. Bugün de böyle olmuştur. Depremden hemen sonra halkta rastladığımız devlet farkındalığı ne görmezden gelinmeli ne de abartılmalıdır. Görmezden gelinmemesi bu farkındalığın doğru bir siyasi çizgi eşliğinde derinleştirilmesini, depremin büyük bir yıkımla sonuçlanmasının nedenlerini etraflıca ve özellikle tarihsel olarak açıklanmasını gerektirir. Bir görevimiz budur. Şehirleşme süreçlerinin içerdiği tüm rant sömürüsünü, talanı, rüşveti, yolsuzluğu ve deprem yönetmeliklerini her defasında çöpe dönüştüren bürokratik pervasızlıkları teşhir etmeliyiz; bununla beraber deprem sonrası halkın çıkarlarının aleyhine işleyen tüm mekanizmaların da foyasını açığa çıkarmak ve bunlar karşısında devrimci bir bilinç yaratmak temel görevlerimizden biridir…

Bu depremde kitleler bir kez daha birlik ve dayanışma ruhuna en derin biçimde sahip olduklarını gösterdiler. Daha önce “şaşırtıcı” bir düzeyde Gezi eylemlerinde de aynı özelliğe rastlamış, bunun taşıdığı öneme de vurgu yaparak gelecek açısından aslında halkın önünün açık olduğuna işaret etmiştik. Kuşkusuz en önemli eksikliği de görmezden gelmedik: öncünün, başka şekilde ifade edersek doğru bir genel siyasi çizginin eksikliği. Bunun olmazsa olmaz olduğunu en başından itibaren biliyorduk. Bilmediğimiz kitlelerdeki değiştirme ve değişme arzusuydu. Genel olarak devrimci harekette ve birçok bakımdan bizde de zaaflı olan kitlelerle ilişki probleminin dışavurumu olarak Gezi’nin ilk zamanındaki ilgisizlik ve genel küçümseme hali aslında içler acısıydı. Devrimci bir ruhta rastlanmaması gereken bir özellik olarak kitleleri küçümsemek affedilmez bir zaaf olarak özellikle incelenmeli ve mahkûm edilmelidir. Gezi eylemlerinin devasa büyüklüğü ve her birimizi ardından sürüklemesi bu küçümsemenin tarihsel bir cezası olarak hatırlanmalıdır her zaman. Yönetemediğinde yönetilirsin…

Deprem sürecindeki kitle pratiği bize bu gerçeği hatırlatmalıdır. Kitleler kendi olanaklarıyla depremin ağır sonuçlarını ortadan kaldırmaya giriştiklerinde hem devletin gerçekliğini açığa çıkarttılar hem de yeteneklerinin ve başarabileceklerinin sınırsızlığını. Yeter ki bilimin ışığını arkalarına alabilsinler ya da yeter ki bilim ellerinde bir fener olabilsin.

Burjuva aydınların en büyük zaafı bilimi halkın çıkarlarıyla, dolayısıyla gerçek eğilimleriyle bağdaştırmamalarıdır. Bizim ise en büyük gücümüz bu ikisinin bağdaşık olduğuna tamamen inanmamız ve bunun gerçekleşmesine kendimizi tam olarak adamamızdır. Nedir bilim? Marksizm Leninizm Maoizmdir. Kitleleri Marksizm Leninizm Maoizmle birleştirmek amacından asla ödün vermeden ilerlemeliyiz. Bugün de depremin tüm sonuçlarını bu amaca hizmet edecek biçimde değerlendirmeli ve kullanmalıyız. Kitleler bugünün burjuva devletlerinden ve başka her tür mekanizmasından beklentilerinin karşılıksız olduğunu kavradıkça MLM’nin tuttuğu ışığın aydınlattığı yolda azimle yürüyecektir.

Her türden teknik araçtan, gerçek bir örgütlülükten, amaca uygun bir hazırlıktan tamamen mahrum olarak kitleler depremin ağır tahribatı karşısında kendi çözümlerini ürettiler. Dayanışmanın birçok örneğini, fedakârlığın en güzel biçimlerini ve öfkenin en devrimci biçimlerini yani kitlesel biçimlerini gösterdiler. Bütün bunların incelenmesi, onlara yön veren duyguların, farkındalıkların, beklentilerin, eğilimlerin açığa çıkarılması gerekmektedir. Deprem sürecindeki tüm çalışmalarımızın bu işe yaraması esas önemdedir. Unutulmamalıdır ki amacımız salt dayanışmak, yaraları sarmak, somut ihtiyaçları karşılamak, halkın acı gününde onunla acı çekmek değildir. Bunlar kitlelerin kendiliğinden zaten başardıkları şeylerdir. Onların esasen bunları öğrenmeye ihtiyaçları yoktur. Hiç kuşkusuz bunları kendiliğinden gerçekleştiren halkın yanında olmak, bu alanda onlara hizmet etmek bir devrimci sorumluluktur. Bundan geri durmak söz konusu olamaz. Böyle büyük felaketleri beraber karşılayanların bağları güçlü olur. Bu aynı zamanda bir samimiyet sınavıdır. Devrimciler bu sınavı her zaman vermeye hazırdırlar ve bunlardan başarıyla çıkmakta her zaman mahirdirler ve olmalıdırlar. Ne var ki devrimcilerin sorumluluğu bundan ibaret olmadığı gibi bununla sınırlı değildir. Doğru genel siyasi çizginin kitlelerin içinde örülmesi, kitlelerin siyasi bilincinin devrimcileştirilmesi, her türden burjuva saldırının karşısında onun kendi gerçek kurtuluşuna yöneltilmesi esas sorumluluğumuzdur. Depremin neden olduğu devasa acının bir örgütlenme nedenine dönüşmesi özel önemdedir. İçinde olduğumuz koşulların aynı zamanda seçim koşulları olduğunu unutmayarak kendi çıkarları temelinde örgütlenmesinin zorunluluğuna dair propaganda çalışmalarına yoğunlaşmamız gerekir. Depremin ağır tahribatı karşısında kendi kollarına, gücüne, dayanışmasına dayanarak hareket etmek zorunda kalan kitleler bu tavrı seçimde de sürdürmeye çağırılmalıdır.

Deprem karşısında kitleler çıplak elleriyle enkazlardan çocuklarını, kardeşlerini, annelerini, babalarını, komşularını, arkadaşlarını çıkardılar ya da çıkarmak için çalıştılar. Kendi başlarına iaşe ürettiler veya paylaştılar. Dayanışma ağları örgütlediler, en uzak şehirdeki kardeşleriyle bağlar kurdular. Bunlar ve daha nicesi küçümsenecek pratikler değildir. Ne var ki bunların büyük tahribat karşısındaki geçici kitle tavrı olarak kalması bir eksiklik olacaktır. Bunu nasıl aşabileceğimiz üzerinde durmalıyız.

Geliştirilen milliyetçilik karşısında da örgütlü mücadelenin önemine işaret etmeliyiz. Hırsızlık, yağmacılık, hatta saldırganlıkla suçlananlara karşı gösterilen öfkenin sonuç olarak bilinçli bir yönlendirme, gerçek düşmana karşı değil de kitleleri önemsiz olana yönlendirmeyi amaçladığı açık olmalıdır. Suriyelileri hedef gösteren aşağılık çağrıların, hırsız diyerek sıradan insanlara yapılan saldırıların kitlelerin bilinçlerini bulandırmaya hizmet eden bilinçli hareketler olduğunu bilmeliyiz. Kuşkusuz bu türden her hareketin bir merkezden yürütüldüğü iddia edilemez. Sonuçta milliyetçi eğilim toplumsal bir sorundur. Toplumun çeşitli kesimlerinde bu sorun vardır. Bununla beraber bu hareketlerin yoğun bir biçimde haberleştiğini, yayıldığını, bir biçimde propaganda edildiğini, hiçbir biçimde bunların engellenmediğini görmek gerekir. Bu hareketler bu anlamda yönlendirmedir ve bir merkezce yayılması sağlanmaktadır. Tıpkı kurtarma çalışmalarının olduğu enkazların başında olup “mucizeler” gerçekleştiğinde tekbir getirilmesi gibi. Bir sıradan ritüel gibi sergilenen bu “Allahü Ekber” sloganı da benzer biçimde yönlendirmedir. Kitlelerin bilinci bulandırılmakta, eğilimler yönlendirilmektedir. Bu saçma sapan slogana kimsenin engel olmaması yönlendirmenin bir gerçek olduğunu ispatlar. Bunlar belli bir gerici akıntının varlığına işaret etmektedir. Buna karşı durmayı da görev kabul etmeliyiz.

Uluslararası dayanışmanın önemini kimse yadsıyamaz. Ne var ki bunun da içeriği aydınlatılmalıdır. Dünya halkları kardeştir ve büyük felaketlerde bu kardeşlik kendisini hemen hissettirir. Ne var ki bu depremde gördük ki burjuva devletle çirkin bir ikiyüzlülük içinde hareket etmekteler. Aynı depremden etkilendiği halde Suriye halkına çok az destek verilmesi ayrımcılığın boyutunu göstermektedir. Türkiye’ye sığınmış olan Suriyelilere nefret kusulurken aynı depremden etkilenmiş ve Türkiye’ye sığınmamış Suriyelilere de ilgisiz kalınmaktadır. Çalışmalarımızda bunun da teşhirini yapmak, halkların kardeşliğinin geçici değil daimî bir gerçeklik olduğunu sürekli vurgulamalıyız.

Kampanyamızın birinci aşaması ocak ayının son haftası etkinlikleriyle sonuçlandıktan hemen sonra gerçekleşen deprem ikinci aşamaya yeni bir biçim vermemizi gerektirmektedir. İçeriği aynı kalmak koşuluyla kampanyanın devrim güzergâhının propagandası ve ajitasyonunun deprem karşısında kitlelerin tanık olduğu gerçekliklerle ilişkilendirilmelisiyle yeniden biçimlendirilmelidir. Özellikle seçim arifesinde olunduğu için başlatılan popülist propagandanın depremlerle sarsılan öfkeli halk gerçekliğine çarpması önemli bir detay olarak değerlendirilmelidir. Yalan söylerken, ikiyüzlülüğe gark olmuşken, birbirlerine halkın yanında yer almışlar gibi saldırırken yakalanan düzenbazların sunduğu çözüm reçetelerinin halk için yok ama egemen güçler için var olan devletin birer parçası olduklarını ısrarla anlatmalıyız. Kurtuluş önündeki engeller tam olarak bu güçlerdir. Halkın inisiyatifini, çıkarları doğrultusunda harekete geçmesini, örgütlenmesini egemen sınıfların baskı aracı olan devlet mekanizmasıyla engelleyenlere karşı, deprem karşısında halkı çaresizliğe mahkûm edenlere karşı şiarımız Demokratik Halk Devriminde birleşmek, örgütlenmek olmalıdır.

Bununla birlikte reformizmin sunduğu çözümlerin ne derecede sınırlı ve güçsüz olduğu üzerinde durulmalıdır. Sayıca artmak, halkın çıkarlarına uygun talepler ileri sürmek, en ileri derecede teşhirler gerçekleştirmek, düzen sınırları içinde “alternatifler” geliştirmek kuşkusuz cezbedicidir. Halkın gereksindiği dayanışmayı göstermek ve onun yanında yaşamı örgütlemek hiç tartışmasız değerli bir tavırdır. Ne var ki egemen sınıflar ve bir bütün düzen kendini korumak için çok çeşitli araçlar geliştirmiştir. Bunları göz ardı eden ya da bunları dikkate almayan yaklaşımlar halkın zaferine hiçbir katkı sunamazlar. Hatta onu aldatmaktan öte bir işlev de göremezler. Devrimin bu yaklaşımlara karşı da örgütlenmek zorunda olduğunu unutmamalıyız.

Deprem halk için olmayan devlete karşı mücadelenin zorlu, keskin ve amansız olduğunu ispatladı. Bu gerçeğe uygun olarak kampanyanın ikinci ayağını inisiyatif kullanarak biçimlendirelim. Halka gerçek inisiyatifinin kendi iktidarında açığa çıkabileceğini, kendini örgütledikçe devlete ihtiyaç duymaktan uzaklaşacağını, felaketlerden de büyük ölçüde böyle korunabileceğini öğretelim…