Ekonomik krizden, halkın açlık ve yoksullukla boğuştuğundan bahsediyorsak bu duruma dair söyleyeceğimiz başka şeylerin de olması gerekir. Komünistler sistemin ortaya çıkardığı sorunları sadece ve esasta teşhir etmekle yetinmezler. Sınıfsal sömürü ve baskıya dayalı özel mülkiyet sisteminin kaçınılmaz olarak bu sorunları ortaya çıkaracağını, emeği ve onunla birlikte dünyayı talan ettiğini bilirler. Sorun sadece kriz dönemlerinin ve Türkiye gibi yarı sömürge, yarı feodal ülkelerin sorunu da değildir. Dünyada hâkim olan kapitalist-emperyalist sistem her yerde ve her dönemde farklı biçim ve yoğunluklarla bu sömürü ve talanı hayata geçirir. Bu gerçeklik özel mülkiyet dünyasının ve günümüzde kapitalizmin abecesidir. Öyleyse bu nesnellikten daha fazlasını bilmek ve söylemek gerekir. Komünistleri farklı kılan hâkim sınıfları nasıl yeneceklerine, yasalarını ve işleyişini çözümledikleri sömürü sistemini nasıl aşacaklarına dair bilimsel bir teoriye sahip olmalarıdır. Marks’ın işaret ettiği gibi “Dünyayı yorumlamak yetmez aslolan onu değiştirmektir.” Komünistler, tarihin tekerleğini ilerletenin sınıflar mücadelesi olduğu bilinciyle sınıf mücadelesini ilerletmeyi, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyayı kurmanın zorunlu yolu olarak görür. Tarihin son ve en devrimci sınıfı proletaryanın kendisiyle birlikte tüm toplumsal sınıfları da ortadan kaldıracağı bu değiştirme pratiği toplumsal bir devrimi ve proletarya diktatörlüğünü zorunlu kılar. Komünistleri bilumum ekonomist-reformist görüş ve akımdan ayıran temel özellik onun sınıf mücadelelerine yaslanan devrimci mücadelesi ve kuşkusuz proletarya diktatörlüğünün kabulüdür. Komünistleri salt teşhircilikten, salt yorumlayan olmaktan; Lenin yoldaşın deyimiyle ise ‘nesnel şartların özürcüsü’ olmaktan çıkaran şey bu sınıfsal ve her koşulda devrimci pratiktir.
Bugün dünyamızda onlarca ülkede toplumsal ayaklanmalar, işçi hareketleri, sömürülen ve ezilen geniş yığınların isyan hareketleri söz konusudur. Çelişki ve çatışmalar farklı politik taleplerle ve farklı biçimlerle kendini ifade etse de biliyoruz ki tüm bu tablonun arkasında kapitalist-emperyalist sistemin derinleşen krizi ve buna bağlı olarak yoğunlaşan emek sömürüsü bulunmaktadır. Her şeyin değer, kâr, sömürü ve talan üzerinde şekillendiği bu sistemde ortaya çıkan hiçbir çelişki ve çatışma sınıflardan ve sınıf çatışmasından bağımsız düşünülemez. Dolayısıyla komünistler savaşın ve kaosun hâkim hale geldiği her yerde en başta sınıfları ve sınıf çatışmasını görür ve buna odaklanırlar. Diğer sorun ve çatışmalar bu temel çatışmanın etrafında veya ona bağlı olarak şekillenirler. Komünistler her bir sorunu kendi özgün biçimiyle ele alır ve sınıf mücadelesine tabi kılarlar. Derinleşen ve çeşitlenen (sınıfsal, ulusal, dinsel, cinsel, çevresel…) toplumsal çelişkilerin emperyalist-kapitalist sistem tarafından sınıflardan ve sınıf mücadelesinden koparılmaya, çeşitli kimlik mücadeleleri biçiminde sistem sınırları içerisine hapsedilmeye çalışıldığı koşullarda komünistler ısrarla tüm sorunların nedeni olarak emperyalist-kapitalist sistemi ve buna şekil veren sınıfsal ilişkileri ortaya koyarlar.
Bugün dünyada sınıf mücadeleleri gelişme gösterirken devrimci mücadele ve örgütlenmenin koşulları da olgunlaşmaktadır. Özellikle yarı sömürge, yarı feodal ülkeler ile ezilen ulus ve halklar nezdinde devrimin objektif koşulları mevcuttur. Diğer yandan emperyalist, kapitalist ülkelerde de önemli işçi ve halk hareketleri söz konusudur. Fakat devrimin sübjektif koşulları birkaç ülke dışında yeterli olgunlukta değildir. Dünyada onlarca ülkede değişik akım ve hareketlerin öncülüğünde ciddi mücadeleler veriliyor olsa da bunlar toplumsal devrime ve sosyalizm hedefine önderlik edebilecek ideolojik, siyasi birikim ve kararlılıktan yoksundur. Öyleyse diyebiliriz ki bugün temel sorun komünist devrimci özneyi şekillendirmek, Demokratik Halk Devrimi, sosyalizm ve komünizm hedefini işçi sınıfı ve geniş yığınlara mal etmekle ilgilidir. Bu, sömürülen ve ezilen dünyanın olduğu kadar ülkemiz işçi sınıfı ve emekçilerinin de yakıcı ihtiyacıdır.
Peki bu yakıcı ihtiyaca nasıl yanıt olacak, hangi politika ve araçları devreye koyacağız? Öncelikle devrimci politikanın sınıfsal zeminde ve kitleler içerisinde üretilmesine yoğunlaşmak, bu konudaki yanlış yönelimleri ortadan kaldırmak gereklidir. Belli kalıplara, belli kesimlere ve belli takvimlere hapsolmuş bir devrimcilik en fazla kendini ‘var’ edebilir. Oysa komünistlerin sorunu ve amacı kendini var etmek değildir. Sınıf mücadelesini büyütmek, bu mücadeleyi devrime kanalize etmek ve bu iddianın öncüsü ve önderi olabilmektir. Bu iddia ikili bir görevi içinde barındırır. Bir yandan halk kitlelerinin mücadele ve örgütlülük düzeyini yükseltmek; aynı zamanda ve bunun içerisinde komünist öncünün örgütlenme niteliğini ve seviyesini yükseltmektir. Bu ikili görevin birbiriyle ilişkisinde belli uyumsuzluklarla ve öncelik sorunlarıyla karşı karşıya kalınsa da diyalektik düşünüldüğünde görülecektir ki ikisi birbirine kopmaz bağlarla bağlıdır. Hatta biri olmadan diğerinin başarı şansının olmadığı tarihi deneyimlerimizin de gösterdiği gibi bir gerçektir.
Bu tartışmayı bugün özellikle işçi sınıfının örgütlülük düzeyini yükseltme ve sınıf içerisinde örgütlenme sorunu bağlamında tartışmak yerinde olacaktır. Ülkemizde derinleşen ekonomik krizin, siyasi iktidar ve patronların ortak saldırılarının ve en önemlisi sınıfın örgütsüzlüğünün bir sonucu olarak işçiler kölece koşullara mahkum edilmişlerdir. Çalışma süreleri uzatılmış, asgari ücret diplere çekilmiş, her yerde ücretler düşürülmüş, işçi cinayetleri yoğunlaşmış, işçi güvenliği ve sağlığı ortadan kaldırılmıştır. Yine esnek ve güvencesiz çalışma hâkim kılınmış, haklar tırpanlanmış, göçmen işçilik ve çocuk işçiliği yoğunlaştırılmış durumdadır. Görece daha iyi koşulların bulunduğu üretim alanları olsa da işçi sınıfının üretim koşullarına hâkim olan bu saydığımız -ve sayamadığımız- gerçeklerdir. İşsizlik yüzde 20’leri (7 milyon) bularak hem açlık ve yoksulluğu derinleştirmiş hem de çalışabilen işçiler üzerindeki baskıyı yoğunlaştırmıştır. Kayıtlara geçtiği kadarıyla her ay 100’ü aşkın, her yıl 2 bine yakın işçi cinayeti gerçekleşmektedir. İşçi ücretlerinden kesilerek oluşturulan fonlar patronlara teşvik olarak sunulurken işçiye ise mezarda emeklilik dayatılmaktadır. Özellikle kriz dönemlerinde kadın işçiler düşük ücret ve işsizlik sorunuyla daha fazla yüzleşirken çocuklar ise hakim sınıfların emeğe yönelik saldırısından üzerine düşeni fazlasıyla almaktadır.
İşçi sınıfının içinde bulunduğu koşulları uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Bu herkes tarafından bilinen, geniş emekçi kesimlerin bire bir yaşadığı ve artık intihar vakalarıyla da kendini gösteren çıplak bir gerçektir. Bu gerçeğin diğer tarafında her geçen gün milyoner listelerine eklenen yeni isimler ve krizi de fırsat bilerek sermayesini katbekat büyüten patronlar vardır. Sınıfsal çelişkiler bu kadar çıplakken işçi sınıfının patronlara ve iktidara karşı mücadelesinin bu derece sınırlı olması bir çelişkidir. Bu tezatlığın komünistleri, devrimcileri, sendikaları ilgilendiren ve aynı zamanda işçileri sarıp sarmalayan ekonomik, siyasi ve kültürel koşullarla ilgili birçok nedeni vardır. Ancak komünistlerin rolü dışındaki diğer tüm etkenlerin aslında nesnelliğin ve kendiliğindenliğin öğelerini oluşturduklarını unutmamalıyız.
Komünistlerin ise öznel müdahaleyi geliştirme ve işçi hareketine öncülük yapma görevleri vardır. Bugün toplu sözleşmelerde patronların dayatmalarına karşı sarı sendikalar ve işçi konfederasyonları çeşitli eylem ve grev tartışmaları yürütüyor olsalar da bunun işçilerin tabandan gelen öfkesini dizginlemek için mecbur kalınan bir politika olduğu ortadadır. Ancak gerçek olan, işçi sınıfının etkili bir mücadeleye yönelik istem ve talebidir. Yıllardır grev yaptırmamakla övünen siyasi iktidarın, işbirlikçi sendika bürokratlarıyla birlikte bugün daha esnek fakat daha kurnaz politikalar hayata geçirme ve sonuçta yine işçi sınıfını kontrol altında tutma yönünde hareket edeceği söylenebilir. Bu durum da göstermektedir ki öznel müdahalenin önemli bir ayağını taban hareketini ve sınıf sendikacılığını geliştirmek oluşturmaktadır. Fakat bunun için öncelikle işçi sınıfı içerisinde konumlanmak, sendikal mücadelede yoğunlaşmak gerekmektedir.
Sendikal mücadele dar anlamıyla var olan sendikalar içerisinde yürütülen mücadele demek değildir. Komünistler sarı sendikalarda ve hatta en geri sendikalarda dahi çalışma prensibine sahiptir. Ve var olan sendikalar içerisinde sınıf sendikacılığı çizgisini hâkim kılmaya dönük çaba ve çalışmalar aralıksız olarak sürdürülmelidir. Ancak sendikal çalışma, her alanda işçi sınıfının ekonomik-demokratik mücadelesine önderlik etmeyi, bu temelde örgütlenme ve hak mücadelelerini kapsar. Temel örgütlenme aracı sendikalar olsa da değişik aşama ve koşullarda farklı araçlara başvurulabilir. Var olan sendikalarda ya da onların dışında yürütülen her sendikal çalışma, işçi sınıfı içerisinde her faaliyet sınıf çizgisine ve taban örgütlülüklerine sahip olmak zorundadır. Aksi halde örgütlü gözüken işçilerin dahi sınıf mücadelesinde ilerleyemediği, dolaylı yollardan sistem tarafından kontrol altında tutulduğu bir mekanizma hayat bulmuş olur. Bu noktada vurgulanması gereken ilk nokta sendikalar içerisindeki çalışmaların “ilerici, mücadeleci” diye tanımlanan sendikalarda dahi o sendika yönetimlerinin çizgisine teslim olmaması gerekliliğidir. Bu gerekliliğin sebeplerini belli yönleriyle irdelemek gerekir.
Egemenlerin yoğunlaşan saldırıları, uzun yıllardır işçi sınıfı içerisinde etkili bir devrimci çalışmanın yoksunluğuyla birleşerek işçi sendikalarında fiili-meşru mücadeleye dayalı sendikal çizgiyi aşındırmış, sendikaları en iyi durumda var olanı korumaya çalışan savunmacı bir pozisyona hapsetmiştir. Bilinen sarı, bürokrat, işbirlikçi sendikalarla sınırlı kalmaksızın neredeyse tüm sendikalar üye kazanabilmek ve toplu sözleşme yapabilmek için fiili-meşru mücadeleyi değil patronlar ve iktidarla uzlaşmayı esas almaya başlamışlardır. İktidarın sendikalara yönelik baskısı ve sendika yönetimlerini dizayn eden operasyonları, daha ileri gördüğümüz sendikalarda dahi gerici bir oto kontrolü geliştirmiş, sendikalar söz söylemekten ve eyleme geçmekten geri durur hale gelmişlerdir. Türk İş Başkanı Ergün Atalay’ın mikrofonlara yansıyan hükümet ve patron işbirlikçisi sözlerine dahi Türk İş üyesi sendikalardan neredeyse hiçbir tepki gelmezken bu ve benzeri durumlara karşı eylemli bir pratiğin yanından dahi geçilmemiştir. Bugün işçi sınıfının patronlara olduğu kadar işbirlikçi sendika bürokratlarına karşı da önemli bir tepkisi birikmiştir. İşçi sınıfı sadece patronlar ve devletin baskılarıyla değil sendika bürokratlarının işbirlikçi ve uzlaşmacı çizgileriyle de mücadele etmek zorundadır. Komünistlerin sendikalar içerisindeki çalışmaları da bu gerçeğe uygun olarak tabandaki işçilerle, işyerleriyle, işçi temsilcileriyle buluşmakla yükümlüdür. Aksi halde tepeden, sendika yönetimleriyle kurulan ilişkiler üzerinden yürütülecek her çalışma bizi devrimci amaçlarımıza ulaştırmayacağı gibi uzlaşmacı çizgilere yedeklenme gibi bir sorunu da ortaya çıkaracaktır.
Sendikal örgütlenme çalışmalarında ya da halihazırda sendikalı işçilerin toplu sözleşme gibi mücadele süreçlerinde görüldüğü gibi sınıf sendikacılığı çizgisi ile sarı sendikal çizgiler arasındaki çelişkiler kendini en başta mücadele biçiminde ve eylem çizgisinde gösterir. Sendika yönetimleri olabildiğince ‘sorunsuz’ bir biçimde patronları ve devleti ürkütmeden süreci ‘amacına’ ulaştırmayı hedeflerken devrimci çizgi ise sınıfın üretimden gelen gücü başta olmak üzere grev, eylem, işgal, direniş gibi gerektiğinde her yönteme başvurarak fiili-meşru mücadeleyi esas alır. Burada somut amaç sendikal hak ve taleplerin kazanılmasıdır. Ancak bunun hangi çizgi ve pratikle kazanılabileceği kadar nasıl kazanıldığı da önemlidir. Devrimci sınıf çizgisi için ekonomik anlamdaki kayıp veya kazanımlar tek başına anlamlı değildir. Asıl amaç her zaman işçi sınıfının birliğinin, örgütlenme düzeyinin, eylem içerisindeki eğitiminin, sınıf bilincinin yükseltilmesi ve kuşkusuz sınıfın devrimci eyleminin önünün açılmasıdır. Bu kıstaslar etrafında ele aldığımızda görürüz ki her ekonomik kazanım, yetki alımı ya da toplu sözleşme ‘zafer’ anlamına gelmeyeceği gibi her ekonomik veya sendikal ‘başarısızlık’ da yenilgi anlamına gelmez. Bu nedenle her bir adım hem o özgüldeki işçilerin çıkarları hem de işçi sınıfının bütünsel çıkarları gözetilerek değerlendirilmek, sendika yönetimlerinin uzlaşmacı çizgisiyle olduğu kadar işçiden kopuk sekter ve maceracı çizgilerle de mücadele etmek gerekir. Günümüzde sendika yönetimlerinin en basit ekonomik ve sosyal talepler için dahi kararlı ve eylemli bir çizgi izlemekten yoksun olduğu koşullarda işçi sınıfını sokaklarla, meydanlarla, direniş halaylarıyla buluşturmak, sınıfın özgüvenini yeniden tesis etmek açısından önemli bir yerde durmaktadır.
Komünistlerin çalışmaları açısından vurgulanması gereken bir diğer nokta, sınıfın içerisinde olmaktır. İşçi sınıfı faaliyeti yoğun emek ve sabır gerektiren, özellikle zayıf ve durgun dönemlerde görece zamana yayılan bir faaliyettir. Güç biriktirmek, belirli alan ve işkollarında sınıfın içerisine yerleşebilmek ve ortaya çıkan her fırsatı sınıfın bilinç ve eylemini yükseltecek şekilde değerlendirebilmek gerekir. Bunun sadece söz söylemekle ya da genel ajitasyon/propaganda (A/P) çalışmalarıyla başarılamayacağı ortadadır. A/P çalışmaları somut sorunlar etrafında süreklileştirilmeli ve geliştirilmelidir. Fakat fabrikalarda, atölyelerde kısacası üretim alanlarında olmaksızın değil işçi sınıfını harekete geçirmek sınıfın nabzını tutmanın dahi mümkün olmayacağını bilmeliyiz. Dolayısıyla komünistlerin sınıf çalışmasında atması gereken en önemli adım işçilerle üretim alanlarında ve kuşkusuz yaşam alanlarında buluşabilmektir. Örgütlü yoldaşlar ve kitle ilişkilerinin önemli bir bölümü halihazırda bir şekilde üretim içerisindedir. Üretim içerisindeki bu duruma yapılacak doğru müdahale ve yönlendirmelerle, işçiler içerisindeki çalışmalar hedefli ve planlı bir rotaya kavuşturulabilecektir. Ancak bundan önce ve daha önemlisi, örgütlü yoldaş ve kitle ilişkilerinin hem üretim hem de yaşam alanlarında kendilerinde sınıf olma bilincini tesis etmeleri ve işçiler içerisinde devrimci çalışmaya yoğunlaşmalarıdır. Devrimci çalışmayı sınıf çalışmasının dışında ya da uzağında düşünen her anlayışla mücadele etmek, işçilere nüfuz edebileceğimiz her ilişki ve olanağı değerlendirmek zorundayız.
Tüm dünyada yükselen halk isyanları ve sınıf hareketleri bize şunu göstermektedir: Kitlelerin mücadelesi birleşik, örgütlü bir hatta kavuşturulmalı ve bu mücadelelerde devrimci, komünist önderlik tesis edilmelidir. Yine önderlik sorunuyla ilişkili olarak, isyan ve hareketlerin başarısızlıkla sönümlenmemesi, hâkim sınıflar tarafından amacından uzaklaştırılarak yozlaştırılmaması için sınıf bilinci ve sınıfsal ideoloji titizlikle korunmalıdır. Bugün biz komünistlerin belli başlı toplumsal çelişki ve gündemlerde “mücadeleyi yükselt” şiarıyla başlattığımız kampanyanın temel ayaklarından biri kuşkusuz ki işçi sınıfı ve yoksul emekçilere dönük faaliyetlerdir. Kampanyamızı işçi sınıfı içerisinde çalışma ve örgütlenmenin bir sıçrama noktasına çevirmek, sınıf mücadelesini yükseltmenin ve kolektifi gelecek mücadelelere hazırlıklı kılmanın da önemli bir aracı olacaktır.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 23 Ocak 2020 tarihli 53. sayısından alınmıştır.