İçinden geçtiğimiz süreçte, burjuva arenada ortaya çıkan politik gündemler adeta birbirini kovalıyor. Egemenlerin siyasal temsilcileri, medya ayağındaki sözcüleri dahi, her gün başka bir gündeme uyanıldığından dem vuruyor. Bilindiği gibi, bu gündemlerin ana başlıkları Ortadoğu ve bu özgülde Suriye üzerinde, emperyalist paylaşım kapsamındaki diğer ihtilaflı alanlar üzerinde yoğunlaşıyor. Emperyalist rekabetin doğası gereği her emperyalist klik, her bir köşeye iki ayağı üzerinde basmanın, diğerinin hegemonyasını o alanda geriletmenin savaşımını veriyor. Dolayısıyla bir gün şu veya bu bölge üzerinde başlayan “ittifak-uzlaşı”, ertesi gün “mutabakatların” reddine, savaşımın askeri çatışma boyutlarına yükseltilmesine evriliyor. Emperyalizme bağlı-bağımlı olan ülkemizde, bu gündemlerin baş köşeye oturması kaçınılmazdır. Zira bağlılık ilişkisi, egemenleri zorunlu olarak emperyalizmin her türlü politikasına uygun konumlanmaya iter. Bunun sonucunda, emperyalizmin hem sistemsel hem de rekabetten doğan krizin-çatışmalarının etkileriyle, bağlantılarıyla karşılaşılır. İçeride de ekonomik-siyasal zayıflık nedeniyle her tür kriz, daha uzun vadeli ve derinlikli yaşanır, yaşanılagelmektedir.
Emperyalist-kapitalizmin süregelen ekonomik-siyasal krizleri ve adım attığı her yerden kanla gözyaşı akıtan çürümüşlüğünü en ileri düzeyde yaşayan ülkemizde, sistemin dökülmüşlüğü ve geleceksizlikten başka bir şey vaat etmediği ortadadır. Hemen her gün bir işçinin, emekçi bir ailenin, bir memurun, öğretmenin, öğrencinin intihar haberiyle uyanmaktayız. Sermayenin rant alanına çevrilen kentlerin, en ufak bir depremde onlarca, yüzlerce insana mezar olmasını, çürük yapıların birbiri ardına yıkılmasını seyretmekteyiz. Kadınların ve çocukların evde, işte, aile içinde, sokakta, vakıf-yurt vb. gerici kurumlarda istismarına, tacizine, tecavüzüne ve katledilmelerine tanıklık etmekteyiz. Kürt ulusunun, örgütlü yapısı ve faaliyetinin, ulusal karakterdeki demokratik kazanımlarının boğulması ve tümden imhası politikasının katliamlar derekesinde süreklileştiği; Ermeniler ve diğer katliamdan geçirilmiş azınlık milliyetlere yönelik, milliyetçilik-şovenizm zehrinin sürekli kusulduğunu görmekteyiz. Aleviler ve diğer inançlardan halkın, onların inanç kurumlarının ve hatta evlerinin hedef alınmasını sağlayan devletin, polis ve diğer gerici örgütlenmeleri eliyle yaptığı bu saldırıları “bir kaç kendini bilmeze” havale ettiğini ve tüm bunları kapatamayacağı noktada, manipüle etmeye çalıştığını da biliyoruz.
Böyle bir süreçte birbiri ardına sıralanan, birbirinin içinde boğulan gündemler, doğrudan burjuva sözcülerinin ya da onlara tav olan liberal aydınların ve küçük-burjuva devrimci çevrelerin çarpıtılmış analizleri, bulanık teorileriyle ifade ettikleri gibi “sistemden öte, sınıflar üstü” ya da “devlet aklından uzaklaşmış bir anlayışın bizi getirdiği nokta…”, “siyasal yöneticilerinin bireysel histerileri”nin ürünü ya da sonucu değildir! Aynı zamanda öyle karmaşık, kaynağı belirsiz de değildir ve toplumsal gerçeklerin dışına adımlayıp, “zıvanadan çıkmış bir dünya” soyutlamalarıyla yaratılan puslu havada kaybolmayacak kadar da gün yüzündedir. Genel bir ifadeyle, bugün yaşanılan ekonomik-siyasal krizler, bunların fatura edildiği emekçi halkın işsizlik, yoksulluk ve sefaleti, köylülüğün tarımdan koparılması, toplumsal bir hal almış çürümenin kaynağı bellidir. Emperyalist-kapitalist sistemin ekonomik-siyasal krizlerinin, gittiği her yere ekonomik kuşatma, geleceksizlik, bölgesel yıkımlar, kitlesel kıyımlardan başka bir şey taşımamasının, bunun yarı-sömürge, yar-feodal ülkelerdeki yansımasının, “yerli” işbirlikçi sınıf ittifaklarının emperyalist efendilerinin çıkarları eksenindeki siyasal-ideolojik ve her alandaki şekillenişinin bir ürünüdür. Gündemde sıralananlar, o üründen ortaya çıkan sonuçlardır.
Bugün dünden daha fazla, yaşamın her alanındaki toplumsal çelişkilerin çözümü, Demokratik Halk Devrimi mücadelemizde düğümlenmektedir. Aynı zamanda toplumsal gerçeklerin açığa çıktığı her an, her alan giderek daha fazla siyasallaşma eğilimi göstermektedir. Bu hareketin ya da derinleşen çelişkilerin, devrimci mücadelenin yatağına akacağını söylememiz yersiz veya temelsiz olmayacaktır. Bu nedenledir ki Proletarya Partisi “önümüzdeki şanlı mücadele yıllarına hazırlanmayı” önüne koymakta, bunun sübjektif koşullarının gerçekleşmesi mücadelesi için, tüm örgütlü yapısını ve çevresini yoğunlaşmış ve bütünlüklü bir örgütlenme ve örgütlenmeleri geliştirip güçlendirme faaliyetine çağırmaktadır. Lenin’den hatırlayalım; “Yığınların kendiliğinden kabarışı, ne kadar büyük ve hareket de ne kadar yaygın olursa, sosyal demokrasinin (Komünist Partisinin) teorik, siyasi ve örgütsel çalışması için daha yüksek bir bilinç göstermesi gereği de o ölçüde artar.” (Ne Yapmalı) Böylesi bir konumlanış, toplumsal yapının gerçek, kapsamlı ve canlı siyasal bilgileri ve görüngülerini incelemeyi, ona vakıf olmayı gerektirir. Beraberinde, tüm incelemelerin bizi yönelttiği, yönelteceği canlı bir siyasal çalışmayı pratiğe geçirmekle, öncünün politikasını kitlelere taşımakla tamamlanabilir. Gündemin ardından sürüklenmek, içinde boğulmak ya da seyretmek değil; gündeme müdahale etmek, onu değiştirmede etkin rol almak, partiyi kitleler içinde politik bir güç haline getirmek, böylece mümkündür.
Toplumsal yapı içinde işçi sınıfının, emekçilerin gerçek ve canlı gündemi ekonomik, demokratik hak ve taleplerdir. Bizim esaslı bir gündemimiz de bunlar olmak durumundadır. Özellikle şehir ve şehirlerdeki semt ve işçi faaliyeti alanlarımızda, sendikal faaliyetler içinde, işçilerin güncel sorunlarına eğilmek, bu sorunlarla ilgili genel bir çerçevede de olsa bilgi sahibi olmak, ekonomik-demokratik mücadelelerinin içinde, en ön safında yer almak, bu mücadelelerin öğrencisi ve giderek öğretmeni olmak zorundayız. Taşeronlaşma, esnek çalışma, güvencesizlikle birlikte, patron sendikacılığının kuşatmasında boğulan işçilerin yanında, sınıfın organik bir parçası olarak, bürokratik sendikal anlayışa karşı, ekonomik-demokratik hakların gasp edilmesine karşı bugünden etkin bir yönelim, yaygın bir ajitasyon-propaganda faaliyeti içinde olmalı, hücre hücre örgütlenmeliyiz. Faaliyetimizin yoğunlaştığı emekçi semtlerde, merdiven altı diye tabir edilen atölyelerde çalışanların durumu daha da kötüdür. Tekstil başta olmak üzere birçok sektörün uzantıları bu alanlarda üretim yapmaktadır. Buralarda çalıştırılan çocuk ve kadın işçilerin her türlü güvenceden ve haktan mahrum olduklarını biliyoruz. Buna rağmen semt-işçi faaliyetlerimizde dar bir ilişki ağı içinde sıkışıp kalmaya devam ediyor, bu atölyelere yönelmeyi güçlü bir şekilde gerçekleştiremiyoruz. Belli dar bir ilişki ağı üzerindeki faaliyetimizi “gördükten” sonra, “İşimiz bitti, başka da yapacak bir şey yok…” deyip, sıradan bir tarzda zamanı öldürmeye çalışıyoruz. Bu durum ne kadar gerçekçidir veya ne kadar daha kendimizi böyle devrimci-komünist kabul edebiliriz?
Diğer ülkelerde olduğu gibi, ülkemizde de devrimci hareketin üzerinden adeta silindir gibi geçen her tür tasfiyeci rüzgarın, bizi de belli ölçüde sarmaladığını, hücrelerimize kadar işlediğini görmeliyiz. Bu iddiasızlığı, kayıtsızlığı, edilgenliği, pasifliği ve giderek politik algımızın donuklaşmasını başka türlü açıklayamayız. Durum şu ki, bugün toplumsal çelişkilere ve onların açığa çıktığı her alana, devrimcilerle hiç ilgisi yokmuş gibi bakılıyor. İşçiler sendikalarda örgütlensin, hakkını arasın; emekçiler bir yolunu bulup içine atıldığı yoksulluktan, sefaletten kurtulsun; öğrenciler ve halk gençliği derneklerde örgütlensin ve gelecek kavgasını bir şekilde versin; kadınlar tacizcisi, tecavüzcüsüyle tek başına ya da burjuva-feodal hukukun insafına sığınıp başa çıksın; Kürtler, Aleviler kendi örgütlenmeleri ve önderlikleri altında sorunlarını çözsünler, önce onlar bi dirensin bakalım… Sistemin baskısı altında ezilen, sömürülen kesimlerin geliştirdiği öfke patlamalarına seyirci kalmanın altında yatan anlayış bu tepkileri kendi dışımızda görmekle birlikte, bu kalkışmalara önderlik etmekle yükümlü olduğumuz bilincinin zayıflığıdır. Bir kez daha Lenin yoldaşa dönelim ve böylesi bir içe kapanıklık dönemine dair özeleştirel yaklaşımına bakalım: “Eğer bütün utanç verici haksızlıklara karşı yeteri kadar geniş, çarpıcı ve anında teşhirler hala örgütleyemiyorsak, suç bizdedir, yığın hareketinin gerisinde kalışımızdadır.” (Ne Yapmalı, sf. 81)
Ocak ayında başlayan ve Mayıs ayında sonlanacak olan kampanya faaliyeti, örgütlü yürüyüşü büyütmeye koşullandığı gibi, yaşamın her alanında etkin politik bir güç olmanın köşe taşlarını örmeyi hedeflemektedir. Bu hedefte yol almak için; kitlelerin yaşamı ve toplumsal çelişkilere karşı uyanık, duyarlı ve müdahaleci olmak; değiştirip, dönüştürücü olmak mecburiyetindeyiz. Kısacası yaşamın her tür hareketi, toplumsal-siyasal hareketler, ekonomik-demokratik kapsamlı tüm mücadeleler ilgi alanımızdır. Onlara müdahale etme görevi ve sorumluluğu bizim omuzlarımızdadır. Bu anlayışla üretilen politikamız ve kitlelere bu politikaları taşıyacağımız materyaller (broşür, sticker, bildiri vs) geniş bir çerçeveden oluşmaktadır. Ancak bu materyallerin kolektif, planlı ve etkili-yaygın dağıtımı yapabileceğimizin çok daha altında bir seyir izlemektedir. Son süreçte bu noktada özgün üretimlerle de (yerel bazdaki sorunları içeren yazılamalar, afişler vs) desteklenen faaliyetimizde, kayda değer bir gelişme olsa da, yapabileceğimiz ve yapmamız gereken çok daha fazlasıdır. Bu nedenle bir taraftan göz açıklığı, duyarlılığı, algı açıklığını ve politik etkinliği geliştirmenin mücadelesiyle yükümlüyken, bir taraftan da gerçek bir kitle önderinin olması gereken militanlığını üzerimizde taşımalıyız.
GÖZÜMÜZÜ KARARTMADAN YÜRÜYEMEZ, YÜRÜTEMEYİZ!
Söylediğimiz sözün, yaptığımız çağrının, atacağımız adımın kendisine ses bulması, karşılık bulması, devrimci politikanın yerinde ve doğruluğuna bağlıdır. Ancak bir o kadar da bizlerin iddialı, inisiyatifli, inançlı, kararlı, ısrarlı, gözüpek, cüretkar olmasına bağlıdır. Çünkü devrimci bir politika veya örgüt, yaşamın ve mücadelenin içindeki kadrolarda, militanlarda somutlanır. Onların yaşamında, pratiğinde ete kemiğe bürünür. Kitleler o politikaya veya örgüte, çoğu zaman karşısında gördüğü bireylere bakarak, onları izleyerek paye biçer.
Eğer bireyler, proleter devrimci değerlere sahip değillerse kitlenin güvenip ardından yürümesi beklenemez. Aynı zamanda kitlenin örgüte güveni de sağlanamaz. Aksine güvensizlik geliştirilmiş olur. Stalin yoldaş “…İşçi, örgütünün yaşantısını yaşar” demekteydi. İşte kitleler de karşısındaki “örgüt işçisine”, devrimci-komünist iddiada olan bir kişiye bakarken, onun üzerinden örgütünü değerlendirmektedir. Kişi eğer inançsız, kararsız, iddiasız, kaygılı ve çelişkiliyse; korkusuz ve atılgan değilse; yaşamı da burjuva tarzda bir yaşama benziyorsa; hem o kişi hem de örgüt, kitlenin gözünde sıradanlaşır. Bu tür bir sıradanlaşma kitle ile öncü arasında bir silikleşmeyi doğururken, aynı zamanda parti içi yoldaşlık ilişkilerinde, alt-üst ilişkilerinde disiplinsizliği, laçkalığı, liberalizmi geliştirerek büyütür.
Küçük burjuva tarzda devrimciliğin, hem bireyler bazında hem de örgütlü yapılarda büyüdüğü, yaygınlaştığı, her hücremize nüfus etmiş olduğu gerçeğiyle karşı karşıya gelmiştik. Bu tarz ve anlayış; faşist diktatörlüğün fiziki saldırıları, tecrit politikaları ile kendisini daha da güçlendirmiş ve durumunu, geriliğini bu saldırılara dayandırarak, meşruiyet zeminine oturtmaya çalışmaktaydı. Öyle ki gazete-bildiri vs. dağıtımına, afişe, kitle ziyaretine çıkmamanın nedeni; sık sık düşmanın o alandaki hareketliliğine dayandırılmakta; eylem-etkinlikleri düşmanın hapsettiği, kitlelerden tecrit ettiği sınırlar içinde yapmanın veya buralara etkili katılmamanın gerekçesi, salt fiziki güç yetmezliği ile açıklanmakta; ve daha bir dizi görev ve sorumluluklara yaklaşımda olmaz, yapılmazlar üzerine teoriler öne sürülmekteydi.
“Proleter Devrimciliği Kuşan…” şiarı; bu geriliklere, genel ifadeyle küçük burjuva tipte devrimciliğe karşı, tepeden tırnağa silahlanmanın çağrısı olarak gündemimizdedir. Ve bugün, bu tarz bir devrimciliğe karşı yönelen, ona karşı savaşım veren ideolojik-siyasal ve örgütsel çalışma hattının, yakın geçmişin ölü toprağını silkelemeye başladığını söylersek haksız sayılmayız. Şimdi bu adımı sahiplenmenin, daha fazla büyütmenin, kendimizden başlayarak alanımızda, örgütlü yapımızda hakim hale getirmenin zamanıdır. “Komünistler iddialıdır” yargısını bir kez daha hatırlayalım. Her adımımızda faşist saldırıların nerden, nasıl geleceğini düşünmekten; olası bir bedelin hesabına düşmekten çok; devrimci teori-politikamızın ve militanlaşmış her hücremiz de iddiamızı, inancımızı, kararlılığımızı somutlayalım. Kendimizin bir özne olduğunu; tarihsel haklılığımızla, devrimci mücadelenin meşruluğuyla kuşandığımızda; gerici zor karşısında devrimci zorun yıkıcılığını ve yapıcılığını kullandığımızda etkin bir güç olacağımızı bilelim. Gözü kara, inatçı, kavgada öğrenmeyi ve kavgada ustalaşmak için de bir adım ileri!
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 5 Mart 2020 tarihli 56. sayısından alınmıştır.