Kürt ulusal sorununda çehresi yeni kendisi eski tartışmalar bir kez daha cereyan ediyor. Son dönemde “Kürt sorunu var mı yok mu”, “muhatap kim” başlıklarıyla ortaya atılan ve HDP’nin ve faşist düzen partilerinin her birinin söylem geliştirdiği tartışmalar hızlanan bir sürecin işaretiydi. CHP başta olmak üzere düzen muhalefetindeki siyasi partilerin daha ‘cesaretli’ açıklamalar yaptığı görülüyor. AKP-MHP iktidar blokunun her bakımdan alarm verdiği, özellikle ekonomi ve dış politikada sorunlar yumağına gömüldüğü koşullarda devlette bir yönetim değişimi birçok siyasal güç tarafından kaçınılmaz görülüyor. Buna göre de söylem geliştiriliyor, algı yönetiliyor ve hazırlık süreci işletiliyor. Son ABD ziyaretinde, bırakalım ABD Başkanı Biden’ı, doğru düzgün bir muhataplık kuramayan ve buna sitemkâr bir üslupla Rusya’yla olumlu ilişkileri adres gösteren Erdoğan, aslında içinde bulunduğu ötelenmeyi de ilan ediyordu. Dünyadan ciddi gelişmelerin işaretlerinin geldiği, ABD başta olmak üzere büyük emperyalist güçlerin kapsamlı politika değişikliklerine gittiği bir dönemde Türkiye gibi yarı sömürge ülkelerde çalkantıların olması eşyanın tabiatı gereğidir. Bu nedenle AKP’nin ve Erdoğan’ın içinde bulunduğu durumu, iç koşulların dış koşullarla da çakışması olarak değerlendirmek mümkündür. İçte yıpranan ve artık yönetmekte zorlanan AKP-Erdoğan, dışarıda da ABD ve Batılı emperyalistler nezdinde artık devam etmesini cesaretlendirecek bir karşılık bulamamaktadır. Bu nedenle AKP-Erdoğan’ın cesaretsizliğinin düzen muhalefetinin ‘cesaretiyle’ aynı içerik ve büyüklükte olduğunu söylemek yanlış olmaz.
CHP’nin söylemlerindeki ‘cesaret’ artışının en önemlisi Kürt sorunu ile ilgili oldu. AKP’nin anti-propagandasının hedefi olmamak, sağ-muhafazakâr ve milliyetçi oyları kaybetmemek gibi kaygıların ağır bastığı düşünülürken CHP birdenbire Kürt sorunu ve HDP ile ilgili çıkışlar yaptı. Dahası bu çıkışları İYİP’ten de iktidardaki blok dışındaki düzen partilerinden de dolaylı sessizlikle karşılandı ya da dolaylı onaylandı. AKP ve MHP’nin de bu konuda beklenen kadar kıyamet kopardığı söylenemez. Mesele seçimler gibi gözükse de söz konusu Kürt ulusal sorunu olunca işin renginin değişmesi bizim ülkemizde eşyanın tabiatı gereğidir. Bu bakımdan Kürt sorununa dair söylemler bakımından faşist düzen partileri ve sistemin bütünü açısından belli bir mutabakat ve sessizliğin olduğunu görmek mümkün. Tüm düzen aktörleri aynı işareti görmüş gibi davranmaktadırlar.
KURTLAR KUZU POSTUNDA
TC tarihi ve faşist düzen partilerinin Kürt sorununda geliştirdikleri politikalar bakımından yeni ve şaşırtıcı olmasa da son dönemde ortaya çıkan söylem ve tartışmalar önemliydi. Kılıçdaroğlu’nun parlamento ve HDP’yi işaret eden açıklamasının ardından Sezai Temelli A. Öcalan’ı adres gösterdi. Devamında HDP Eş Başkanı Mithat Sancar tüm aktörlere vurgu yaparken S. Demirtaş da parlamento ve HDP’yi işaret etti. Hatta PKK Başkanlık Konseyi üyesi Cemil Bayık “‘Çözüm yeri Meclis’tir, HDP muhataptır’ diyen Apo’dur.” açıklaması yaptı. Gelen tepkiler üzerine Temelli “Ben sadece çatışmayla ilgili olarak muhatabın İmralı (Öcalan) olduğunu söyledim yoksa elbette ki HDP muhataptır.” demek zorunda kalırken Kılıçdaroğlu sonraki açıklamasında açıkça “İmralı da Kandil de muhatabımız değildir.” ifadelerini kullandı. Yine de Kılıçdaroğlu’nun HDP çıkışı önemliydi ve HDP çevresinde de olumlu karşılık buldu.
CHP’nin Millet İttifakı ortağı İYİP ve Başkanı Akşener bu tartışmaya dair kayda değer bir tutum belirlemezken aslında süreçteki rolünü oynamış oldu. Kürtler söz konusu olduğunda sadece HDP’yi, Türkler konusunda başka partiyi muhatap almanın yanlış olduğunu belirten Davutoğlu, “Muhatap Kürt vatandaşlarımızın tümüdür.” derken Babacan ise “Kürt meselesi vardır ve çözümün adresi siyasettir.” açıklamasıyla tartışmaya katıldı. Görünen kadarıyla AKP ve MHP dışında faşist düzen partileri Kürt sorunu konusunda ılımlı ve aldatıcı bir söylemi ya da sessizliği esas almış durumda. MHP ve AKP “Kürt sorunu yoktur.” söyleminde ortaklaşırken Erdoğan bunu “çözdük, aştık” söylemine, Bahçeli ise “namertliğe” dayandırdı. Hatta AKP adına Grup Başkanvekili Muhammet Emin Akbaşoğlu, “‘Kürt sorunu vardır’ diyenler, Kürt kökenli vatandaşlarımızı sorun olarak görenlerdir.” diyerek tartışmayı iyice demagojikleştirirken CHP, İYİP ve HDP nezdindeki açıklamaları da bir “senaryo” ve “görev dağılımı” olarak lanse etti. Dünün kuzu postundaki aktörü AKP Kürt ulusal sorununda uzun zamandır açık ettiği kimliğini bu sefer söz konusu seçim ve ittifak tartışmaları üzerinden ortaya koymuş oldu. Boşta kalan kuzu postuna ise başta CHP diğer faşist partiler gecikmeli de olsa yerleşmiş oldular.
CHP, T. Kürdistanı’nda Van, Hakkâri, Şırnak, Mardin ve Batman gibi illere ziyaret örgütlediği gibi Irak Kürdistanı’ndaki federe yönetimi de ziyaret etti. CHP Genel Başkan Yardımcısı Oğuz Kaan Salıcı bu ziyareti “CHP iktidara geliyor, kendi vizyonunu bölge ülkeleriyle paylaşıyor.” diyerek açıklasa da aslında olan şey TC tarihinde ve faşist düzen partileri nezdinde sık karşılaşılan bir siyasi ritüeldi. Bu ritüel Kürt sorununu sözde kabul eden ılımlı açıklamalar, Kürt illerine geziler ve gerektiğinde Irak Kürdistanı’nı ziyaretle desteklenen adımlardan oluşuyordu. Kürtlerde “sorunu bildikleri, çözmek istedikleri, dostane geldikleri” yönlü algıyı oluşturmak için bu gibi ritüellere her zaman başvurulmuştu. Ancak Kürtlere de düşen her zaman bazı roller vardı. Mesela bu “dostane” mesajlara karşılık vermek, “henüz” somut hiçbir şey beklemeyip vaatlere güvenmek, işaret edilen faşist partiye oy vermek ya da ona zorluk çıkarmamak ve tabii ki en başta silahlara veda etmek… Aynı oyun sahnesi, aynı oyuncu kadrosu, sadece roller yer değiştirmiş…
HANGİ BARIŞA ÇAĞRI?
Kılıçdaroğlu’nun HDP çıkışının ardından HDP’den de “somut öneriler sunulsun” talebiyle 11 maddelik “Barışa Çağrı Deklarasyonu” geldi. Daha sunuda kullanılan kavramları yan yana okumak bile bir fikir verebilir: “Demokratik cumhuriyet”, “tarihimizin en önemli dönemeçlerinden biri”, “yeni bir başlangıç”, “müzakereci bir anlayış” vs. Sistem ve devlet nezdinde şimdi tekrar devreye konan siyasi taktikler konusunda HDP’nin, biz komünistlerin bakış açısında olmadığı hemen anlaşılıyor. HDP öteden beri “Demokrasi İttifakı” adı altında bir birliktelik kurguluyor; bunun da seçimler ya da seçim ittifaklarıyla sınırlı olmadığını belirtiyor, öncelikle ilkelere vurgu yapıyor. Diğer yandan her şey seçimlere işaret ediyor ve ona bağlanıyor.
HDP’nin 11 maddelik deklarasyonundaki belli maddeleri ve o başlık altında yapılan vurguları irdelemekte yarar var. HDP, deklarasyonun 1. Maddesi olan “Güçlü Demokrasi” başlığı altında “geniş yetkilere sahip çoğulcu bir parlamento”, “kuvvetler ayrılığı”, denge ve denetleme mekanizmaları”, “demokratik parlamenter sistem”, “yerelden yönetim anlayışı” vurguları yapıyor. “Barışçı Dış Politika” başlıklı 5. Maddede ise “Yurtta, bölgede, dünyada uzun vadeli iş birliği”, “Komşular ve diğer ülkelerle diplomasi, diyalog, barışçıl politika” ifadelerini kullanıyor. Ve yine “Kamu Yönetiminde Liyakat” başlıklı 8. Maddede “kamuda sadece liyakatin esas alınması gereklidir” diyor. Bu ifade edilenlere baktığımızda, verili haliyle “Türkiyelileşmiş” yani Türkiye’nin bir partisi olmuş, en azından söylemini bu temele oturtmuş bir HDP görülüyor. Söz konusu öneriler en ileri seviyesinde bile Türkiye Cumhuriyeti’ni “daha iyi” yapma, onu burjuva anlamda “iyileştirme” amacı taşıyor. TC devleti demokratikleştikçe Kürt sorununun da çözüleceği, barış sağlanacağı umut ediliyor. Oysa TC devletinin kendisinin Türkiye’deki demokratikleşmenin önündeki asıl siyasi engel olduğu görmezden geliniyor.
HDP’nin uzun zamandır temellerini döşediği ve Barışa Çağrı Deklarasyonu’yla daha geri bir biçimde geliştirdiği söylem reformizm eleştirisini hak edecek bir sistem dahi göstermiyor. Ortada TC devlet gerçeklerine hatta onun iktidara talip kliğine (kliklerine) uydurulmuş, liberal kavram ve söylemlerle süslenmiş “müzakere”, “diyalog” temalı söz yığınından başka bir şey bulunmuyor. Her ne kadar HDP bu deklarasyonu “somut öneriler sunulsun” talebiyle ortaya koymuş olsa da… HDP’nin en somut denebilecek ifadesi, “Kürt Sorununda Demokratik Çözüm” başlıklı 4. Maddede “’anadil hakkı’ ve “’evrensel kimlik hakları’nın tanınması için gerekli düzenlemeler” olarak ifade edilmiş. Ki o da meclis ve müzakere vurgusunun içine yedirilmiştir. Yine aynı maddenin sonunda HDP, “Sorunlarımızı şiddet aracılığıyla değil; konuşarak, müzakere ederek, diyalog yoluyla çözmek temel düsturumuzdur.” vurgusu yapma ihtiyacı duymuştur. Şiddetin kaynağını ve niteliğini önemsizleştirerek çok rahat biçimde topun PKK’ye atılabileceği bu söylemin kendisi bile HDP’nin kendini sisteme uydurma ve kanıtlama çabasına işaret etmektedir.
HDP, ekonomi konusunda da benzer şekilde sistemin kendisini normalleştirirken ortaya çıkardığı sonuçlara dönük ise bir “iyileştirme” amacındadır. “Ekonomide Adalet” adı verilen 7. Maddenin temel mantığı şu cümleyle ifade edilmiştir: “İstihdamın artırılması ve adil gelir dağılımı hedefi ile işsizlik ve yoksulluğu ortadan kaldıracak bir ‘Hakça Dağıtım Programı’ en büyük toplumsal ihtiyaçtır.” Tüm bu söylemlerin faşist düzen partilerinin benzer söylemlerinden daha ileri bir yanı yoktur. Ulusal eşitsizlik, sınıfsal eşitsizlik ve diğer eşitsizlikler konusunda HDP, sorunun kaynağına ve nedenine odaklanan, çözümü hatta somut talebi burada arayan bir tutum içinde değildir. HDP, sistem, devlet ve Türk hâkim sınıfları ile barışık, müzakere edilerek elde edilecek bir “çözüm” ve “barış” söylemi geliştirmektedir ancak gerçekler tam tersidir.
FAŞİZMİN GERÇEKLERİ ÜZERİNDE LİBERALİZMİN DİLİ
HDP 11. ve son maddede ifade ettiği “sivil, özgürlükçü, yeni bir anayasa” ve “eşit yurttaşlık” vurgusunun ardından söz konusu taleplerden yana tüm aktörlerle “müzakere etmeye, birlikte yürümeye, ortak mücadeleye ve ortak yönetime hazır olduğumuzu vurguluyoruz.” cümleleriyle çağrısını sonlandırmaktadır. Aslında bu en sondaki “ortak yönetim” vurgusu, deklarasyonun da temel mesajlarından birini içeriyor. Bu mesaj hem seçim ittifaklarına hem de “AKP sonrası” olarak tariflenen döneme dairdir. Deklarasyonun, kullanılan kavram ve söylemlerin bu derece sisteme, Türkiye’nin çıkarlarına hatta CHP’ye uydurulması da bu mesajın doğal bir sonucu olarak görülmelidir. HDP, ne Kürt ulusal haklarını ne de burada anlam bulan kendini, ‘kendi’ olarak ifade edebilmiştir. HDP, kendini sistemin, devletin, Türk hâkim sınıflarının ve özelde CHP’nin aynasından, bilinçli bir yanılsamanın penceresinden görmeyi ve tanımlamayı tercih etmiştir.
Kürt ulusal sorunu ve demokrasi konusunda HDP’ye paralel liberalizmin sözcülüğünü üstlenen S. Demirtaş da sürekli benzer söylemleri işlemekte, bu konuda “Kürt tabanı” ve “sol”u ikna etmede rol üstlenmektedir. Süslü ve yumuşatılmış cümleler dışında yeni ve güçlü hiçbir dayanak ileri sürülmeksizin kitlelerin “demokrasi” ve “barış” umudu taşıması, bu umudu da seçimlere yansıtması istenmektedir. Kürt ulusal hareketi ve legal siyasi temsilcileri nezdinde dün örneğin AKP’nin siyaseten güçlenmesi ve Kürt sorununda adım atması için kurgulanan söylemler bugün tersinden “çoğulculuk”, “güçlendirilmiş parlamento”, “adalet”, “liyakat” vb. için kurgulanmaktadır. Devlet yönetimi ve hâkim sınıf klikleri özgülünde geçmişte olumsuzlanan bugün olumlanmakta ve yine geçmişte olumlanan bugün olumsuzlanmaktadır. Her şey bir yana Kürtler için ne anlam ifade ettiğinden bağımsız bir biçimde TC’yi güçlendirecek öneriler getirilmekte, adalet ve liyakatten bahsedilmektedir. Örneğin bugüne kıyasla devlette liyakatın çok daha güçlü olduğu dönemlerde Kürtler ne elde etti, bu liyakat kimin çıkarlarına hizmet etti? Biz söylemekten çekinmeyelim; devletteki liyakattan Kürt ulusu inkâr, katliam ve asimilasyondan başka bir şey elde etmedi. Sadece Kürt ulusu değil bir bütün olarak halk için bu liyakat baskı ve sömürüden başka bir anlam ifade etmedi. Çünkü o liyakat, Türk hâkim sınıflarının çıkarlarına, bu temelde de TC devletinin bekasına dayanmaktaydı. Bugün de öyledir; TC devleti yıkılmadığı müddetçe de öyle kalacaktır.
KÜRT SORUNU BİREYSEL DEĞİL ULUSAL-KOLEKTİF HAKLAR SORUNUDUR
HDP’nin “Barışa Çağrı Deklarasyonu”na da Kürt ulusal sorunundaki diğer tüm liberal söylemlere dönemin özellikleri ve seçim hazırlıkları bağlamında bakabiliriz. Ancak bu politika ve söylemlerle şekillendirilen başta Kürt halkı olmak üzere geniş kitlelerin sadece yeni bir yanlış sürecin ve hayal kırıklıklarının parçası kılındığını söylemek gerekir. Bu söylemlerin yarattığı en önemli deformasyonlardan biri geniş kitleler nezdinde Kürt ulusal sorununun kaynağı ve çözüm yolunun manipüle edilmesidir. Diğer ulusal sorunlar gibi Kürt ulusal sorunu da “ulusal-kolektif haklar” sorunudur ve bu hakların başında da “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” gelir. Oysa HDP, CHP ve diğer düzen güçlerinin karşılıklı olarak gerçekleştirdiği söylemlerde Kürtler ancak “Kürt vatandaş” ve “birey” olarak ele alınmaktadır. Söz konusu “Kürt bireyler” olunca da faşist ve katliamcı da olsa o devletin vatandaşı olmak ya da o devletin demokratikleşmesini isteyen çağdaş bireyler olmanın ötesine geçilememektedir. “Yerelden yönetim”e, “Avrupa özerklik şartı”na yapılan vurgular ulusal-kolektif bir sorun olan Kürt ulusal sorununu burjuva demokrasisinin “yönetişim” ve “entegrasyon” politikalarının penceresinden görmeyi ve öyle ifade etmeyi getirmektedir. HDP, Avrupa örnekleriyle kimseyi ürkütmeden devlette demokratikleşme ve Kürt sorununda çözüm propagandası yaparken CHP gibi düzen partileri de sahte empati ve demokrasi söylemleri ile Kürt halkını ürkütmeden bölgesel-ekonomik kalkınma ve bireysel kültürel haklar propagandası yapmaktadır. Dahası her dönem olduğu gibi bu temelde akademisyenler, gazeteciler, aydınlar vb. tartışmaya katılmakta ve tüm halkta aldatıcı bir siyasi iklim oluşması sağlanmaktadır.
Tüm bu söylem ve siyasi adımlar, popüler deyimle devlet senaryoları yeni değildir. Bu nedenle başta Kürt halkı olmak üzere geniş kitleler nezdinde söz konusu politikaların gerçek amacı ve varacağı sonuçlar teşhir edilmelidir. Diğer yandan AKP-MHP çizgisine ve son dönemde büyük oranda onunla özdeşleşen devlet gerçekliği ve baskı iklimine karşı kitlelerin tepkisi ve değişim talebi de doğru ele alınmalıdır. Kriz, hâkim sınıfların ve devletin krizidir ancak her politika kitleler dahil edilerek hayata geçirilmektedir. Amaçları ve ana hatları bakımından bize göre çok yalın olan hâkim sınıf politikalarının, halkta nasıl bir bilinç ve şekillenişe yol açtığı doğru değerlendirilmeli ve hiçbir kaygı duymaksızın kitlelere gidilmelidir. Kitlelerde devrimci politik bir çizginin propagandası yapılmalı, onların haklı talepleri ve demokrasi istemleriyle yaratıcı bir biçimde buluşmanın yolları aranmalıdır.