[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Seçimler, tüm toplumun olduğu gibi kadınların da temel gündemi. Seçimin kadınlar için ne anlama geldiğine geçmeden önce seçilecek olanların gündeminde kadınların ve kadın sorununun nasıl ele alındığına bakmak yararlı olabilir. Öncelikle kadın kitlelerinin taleplerinin, özlemlerinin, beklentilerinin birer seçim vaadi haline gelmesi kaçınılmazdır. Nihayetinde önümüzdeki 5 yıl hangi hâkim sınıf kliğinin halkın tepesine basacağına dair kadınların da onayı alınmak istenmektedir. Kadınlardan onay almak egemenler için ayrıca, özel bir içerik taşımaktadır. Hatta bunun için çok özel politikalar geliştirilmektedir. Kadınların ilgisini çekecek kampanya reklamlarından kadınları reklam nesnesi yapan görsellere kadar kadınlar seçimlerin konusudur. Ancak dikkat çekici ve daha önceki yakın seçimlerden farklı olarak kadınlar ve sorunları seçileceklerin gündemine daha gerici söylem ve vaatlerle gelmektedir. Bunun nedeni karşı iki kutba ayrılmış toplumun gerici fikirlerle daha da “radikalleştirilmesi” olmalıdır. Klikler arası dalaş sertleşirken taraftarları gibi konumlandırılan toplumsal kesimlerin de radikalleştirilmesi, daha keskin söylem ve politikalarla kutuplaştırmadan yararlanılmaya çalışılması söz konusudur. Bu kapsamda kadın sorunu da önemli “radikalleşme” ve kutuplaşma alanıdır. Bir taraf kadınlar için daha fazla özgürlük ve hak vaat ederken dahi daha “gerici” pozisyon alanın kadrajına girmekte ve daha “cesur” söylemler dahi tutturamamaktadır. Bunun en tipik örneği olarak Millet İttifakının İstanbul sözleşmesi ile ilgili yaklaşımı ve LGBTİ+lara yönelik mutabakat metninde hiçbir açılımda bulunmaması gösterilebilir. Bu alabildiğine geri bir duruşa işaret etmektedir. Ancak Cumhur ittifakının HÜDA-PAR ile ortaklaşmasından “İstanbul Sözleşmesi”ne yaklaşımına, oradan 6284 sayılı yasadan çıkılacağına dair Yeniden Refah Partisine verilen söze kadar daha da geri bir noktada durduğu ortadadır. Bu eksenden çıkmak toplumun tüm gerici yanlarına yaslanan diğer burjuva partiler açısından mümkün değildir. “İstanbul Sözleşmesi”ne girmek ya da çıkmak, bakanlığın isminin önüne kadın koymak ya da koymamak dahi Türkiye’de ilericilik ya da gericilik kriteri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu koşullarda da kadın mücadelesi kadın hareketi başta olmak üzere tüm kesimler açısından simgelere sıkışan bir içerik kazanabilmektedir. Hâkim sınıflar bu simgelerden ellerinden geldiğince, sınıf karakterleri ve temsil ettikleri sınıf çıkarları el verdiğince yararlanmaya çalışmaktadır. Meselenin özüne geldiğimizde ise hiçbir burjuva parti kadınların gerçek çıkarlarına uygun cinsiyet özgürlükçü ve eşitlikçi politika üretmez/üretemez.
Biz ise öncelikle kadınların gündemine odaklanmalıyız. Seçimler kadın kitlelerinin önemli bir çoğunluğunun gündemine “mutfaktan” girmektedir. Bu inkâr edilemez bir gerçektir. Yaşanan ekonomik kriz ve bu krizin etkisiyle artan enflasyon ve genel olarak en temel ihtiyaçlara yapılan zamlar bununla birlikte evin ekonomisini döndürmenin en temel alanı olan mutfak masraflarının artması yoksul emekçi aile içerisinde kadının en temel konusudur. Kadınlar bu koşullarda mutfak masraflarının kontrolünü elinde tutmak görevini üstlenmiştir. Açlık sınırının altında ücretlerle bir işçi ailesinin yaşayabilmesi için kadınlar üstün bir ev ekonomisi planlaması yapmaktadır. Ev kirası, faturalar, yol ücretleri, okul masrafları derken aile içine hapsedilmiş kadınlar ekonomik çelişkilerinden bağımsız hiçbir olguyu düşünemez, değerlendiremez durumdadır. Bu sebeple seçimlerin kadınların gündemine “mutfaktan” girdiği ironisi halkın ekonomik çelişkilerinin ve sömürü düzenin halkın kararlarındaki etkisini ifade etmek içindir. Tam da bu noktada kadınlar toplum tarafından büyük takdir de toplamaktadır. Aile içinde soğan, patates hesabını kadın tutmaktadır. Küçük burjuva kesimlerin küçümsediğinin aksine geniş halk kesimlerinin tavrını olduğu gibi işçi ve emekçi kadınların gündemini doğal olarak seçim tavırlarını bu gerçekler belirlemektedir. Halkın değişim isteği, “AKP gitsin de kim gelirse gelsin arzusu”, “bir nefes alalım” çıkışları tamamında halkın ekonomik çelişkilerini anlamamak, sınıfın yarın yeniden üretebilmek için yani yaşayabilmek için mahkûm edildiği koşulları anlamamak, sınıftan kopmakla ilgili olduğunu tanıtlamaya ihtiyaç yok.
Bu koşullarda kadının ev içindeki toplumsal konumu sistem açısından çok kritik bir önemdedir. Ancak kadınlar genel olarak seçimler ve seçim dışındaki tüm zamanlarda politikanın gündemine cinsiyetinden kaynaklı maruz kaldığı diğer eşitsizliklerle daha çok gelmektedir. Diğer eşitsizliklerin ana eksenini maruz bırakıldığı cinsiyetçi saldırılar oluşturmaktadır. Bir bütün toplumda kadının ekonomik olarak maruz kaldığı koşullar kadınların temel meselesi olarak ele alınmamaktadır. Bunun nedenlerine baktığımızda kadının ekonomik olarak yaşadığı sorunların cinsiyetçi yanlarının doğru analiz edilememesinden kaynaklandığını, aynı zamanda her sorunun altında yatan ekonomik ilişkinin kapsamının anlaşılamadığını ya da görmezden gelindiğini bunun bir yansıması olarak sınıfsal özünün perdelendiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Peki bu yaklaşım neye yol açmaktadır?
Bu yaklaşım genel olarak sınıfın çıkarları doğrultusunda ve kadınların çıkarları doğrultusunda seçim tavrı belirlenememesine yol açmaktadır. Bunun yanı sıra sınıfın nihai özgürlüğü kadınların gerçek kurtuluşu noktasında güncel politikayı stratejiye bağlayamamaya yol açmaktadır. Bu kapsamda boykot tavrımız da eleştiri konusu yapılmakta “boykot edince ne olacak, boykottan çıkarımız ne” soruları sorulmaktadır. Hatta denebilir ki boykot tavrının siyaseten “saf dışı”, “iddiasız” bir politika olduğu dahi iddia edilmekte, kadınların gerçek gündemlerine dokunamadığımız, güncel gelişmeleri yakalayamadığımız, gerçek ve hayat dışı bir kulvarda olduğumuz savunulmaktadır. Oysaki kitleleri ve bu yıkıcı ve yapıcı gücün yarısını oluşturan kadınları, gerçek kurtuluşa sevk etme sorumluluğu güncel politikada onlara gerçek kurtuluş yollarını etkin bir şekilde kavratmakla ve bu kavrayışla örgütlemekle mümkün olacaktır. Sistematik olarak burjuva feodal düzene çıkan yollara sevk olma eğiliminde olanlar, kolay yoldan değişim bekleyenler, bir türlü zorlu yola girmek istemeyenler bugün kitlelerin yıkıcı ve yapıcı eylemlerini de seçim potasında eritme aparatı olduklarının farkında değiller. Şimdi kadınları bir nefes alacakları koşullarda olmadığımız tüm dünyada hâkim sınıfların kendi krizlerinin faturasını kesmiş bulundukları bir süreçteyiz. İşte, tam da bu sebeple içinden geçtiğimiz dönemin çelişkilerinde, sorun ve gelişmelerinde devrimin olanaklarını aramalıyız.
Sonuç olarak gerçekten Erdoğan’nın gidişiyle halk nefes mi alacaktır? Bu kadar gerçek somut bir sorunun yanıtı da bu yalınlıkta olmak zorundadır. Bu durum anın devrimci görevleri ve güncel politikanın bu devrimci görevlere bağlı biçimde belirlenmesi ile ilgilidir. Bu sebeple biz kadınların seçim tavrını belirleyen şeyin ne olduğu sorusunu soruyor yanıtını görünenin arkasındaki sınıfsal olgularda bulmaya çalışıyoruz. Bu sebeple kadınlara sadece Erdoğan’ı ve Kılıçdaroğlu’nu değil onların arkasındaki sınıf ilişkilerini kavratma sorumluluğu ile hareket ediyoruz. Özetle, halka neyle karşı karşıya olduğunu açıklamakla, sınıfa siyasal bilinç taşımakla sorumlu olanlar bu gerçeklerden kaçtıklarında halkı neyle yüz yüze bıraktıklarını anlayamayacak kadar kör olduklarının farkında olmadıklarında kadınları kurtuluşa götürmek mümkün olmayacaktır. Bununla birlikte elbette yoksul kadınlar gelecek günlerin bir nebze olsun dünden daha iyi olması hayalini kurmakta “güçlü”, “yenilmez” görünenin karşısında güç olduğunu ispatlamak istemektedir. Ancak kadınların yıkıcı gücünü seçim arenalarından savaş arenalarına taşıma sorumluluğu anın en temel devrimci görevidir. Kadınlar, “seçimlerde büyük köklü bir değişim olmayacak, sömürülmeye, baskı altında tutulmaya, katledilmeye devam edileceğimizi” söylediğimizde bize “biliyoruz” demektedir. Bu bilgi devrim perspektifiyle örgütlenmeyi bekleyen kendiliğinden bilinci göstermektedir. Ancak devrim gücü olarak kitlelerin karşısına dikilmediğimiz gerçek ve tek alternatif olduğumuzu bilinçli bir eyleme dönüştürmediğimiz sürece kitleler sistem denizine akan nehirler olmaya devam edecektir.