Güneş, acelesiz dolaşır gökyüzünü. Gündüzler yavaştan yavaştan uzamaya başlar…
Cemre, göğün gürültüsünden mi korkmuştur; bilinmez ama bırakıverir kendini yükseklerden. Havaların soğuğu kırılır; sular oynaşır. Toprak; ağır ağır çözer donunu…
Dere ağızlarında birikmiş çığların altı oyulur; üzerinde çatlaklar oluşmaya başlar. Karın beyazı çoktan kirlenmişti zaten. Doğa; gürültülü bir orkestraya, dönüşür. Müzisyenlerinin ayrı yerlerde aynı notaya bastıkları, bir orkestra. Çığ homurtuları, dere yataklarını şarıldayan sulara bırakmıştır. Sular ki; bin bir rengi yansıtır güneşe.
Toprak, kahverengini unutur. Yemyeşil bir elbise giyinir. Renk renk çiçek, desen desen böceğe bezenmiş bir elbise. Toprak, elbise sırılsıklam olur. Kök nasibini alır sudan. Kökü doyuran su; dallara yürür, dalın ucunda göğe uzanan; bir çiçektir su artık…
Etrafta şaşkınlar vardır. Bu kadar rengi, çeşidi nasıl öğreneceğini düşünmektedir; yavruların şaşkınlığı. Her canlının ardında bir yavru var. Nüfusun artacağını bilen tabiat; bütün hünerini sofraya sunar…
Önce kapkara bulutlar çöker; göğün mavisine, güneşin sarısına… Dağ başlarına kırmızı renkli kılıçlarla saplanır; bulutların öfkesi… Boşalır; gökyüzünün ağıtı, toprağın bereketi… Bardaktan boşanmışçasına boşalır.
Bulutların siyahında, göğün gürültüsünde gelir; bahar, dağlarda… Ve tabiat yine yeniden uyanır; bilmem kaçıncı kezdir bu…
Toprak damlı evlerden çıkar; yüzyıllardır bu dağlarda süren insan soyunun bugünkü sürdürücüleri. Kışın karası da karın beyazı da bitmiştir artık. Ata yadigarı toprak kabarmış; sahibini beklemektedir. Onlar; yine sürer toprağını, yeniden atar tohumunu…
Bahar; sabırsızlık bırakır bir de; Dersim dağlarını mekân eyleyen gerillanın yüreğine. Bir an önce çıkmanın sabırsızlığını, hele bir de; yeni bir neden, yeni bir alan varsa…ve de bu bahara yine yenidenlere bir yenisi ekleniyorsa. Yıllar sonra bir daha gidilecekse; yine Mazgirt’e yeniden Nazımiye’ye…
Kimimizin cebinde harita, kimimizin hatırında durmaya çalışan, bilip edenden alınma tarifler. Kimimiz az biraz, yeni eski, gelip geçmiş buralardan. Kimimiz de kendi gücümüze güvenir vaziyette… İyi kötü, çantamız dolu heyecan ve merakla varıyoruz varmak istediğimiz yerlere. Vardığımız akşam bir tepenin yamacına orman diyerek dalıyoruz. Saat gecenin kaçı… Nöbetçi subayı nöbetleri ayarlayıp; sıralamayı aktardığında çoğumuz derin bir uykunun yarısına inmiş vaziyetteyiz. Heyecandan uyuyamayanlarımızda vardır, belki de, kim bilir. Nöbet uyanana kadar sürüyor. Bu duruma ufak bir kaçamak diyoruz ve “rojbaş”ı bugünlük biraz geriye alıyoruz. Çapaklanmış gözlerle uyandığımız da; başta güneş, bir terleten sıcağın içinde buluyoruz kendimizi. Karıncalar çoktan yerleştikleri için onlara bir şey demiyoruz. Çantalarımız, silahlarımız ve bütün erzağımız; karıncaların nezdinde ganimet pozisyonunda. Toparlanıp; ormanın derinliklerine, gölgelik alanlara, karıncasız diyarlara çekiliyoruz. Yeni noktaladığımız yerde, hemen dürbünlere sarılıp, dürbünleri kapamayanlar sırada bekliyor. Önümüzde uzanan yeni topraklara bakıyoruz.
“Vay be, geldik ha!”, “Şimdi burası … köyü değil mi?”, “Peki bu dere hangi dereydi?”, “… Şu tarafa düşüyor olması lazım” vb. cümleler ağızlarda dolaşıyor. Ellerde dürbün, öne serilmiş haritalar, alınmış tarifler, hatıralardan akılda kalanlarla birlikte resmi tamamlamaya çalışıyoruz. Bazen haritayı araziye bazen de araziyi haritaya uydurarak; söylemleri, hatıraları az buçuk kırpıp; birazcık da ekleyerek. … Böyle ne kadar sürüyor fakat karnımız bizi uyarıyor. Mideler gurulduyor. O vakit yemek yememiş olduğumuzu hatırlıyoruz. Fakat su yok; sıcak çok. Sabah saatlerinde böyleyse: öğlen ne yapar. Yazın ortasında nasıl olacağını aklımızın ucundan bile geçirmiyoruz. Su nereden bulabiliriz diye düşünmeye başlıyoruz. Çevre sakin görünüyor. Köyde de bir hareket görünmüyor. Olur mu olmaz mı sorusunu olur diye cevaplandırıp; iki yoldaş su bulmak için ayrılıyor. Yaklaşık yarım saat sonra geliyorlar. Soğuk ya da sıcak bir göze bulamamışlar, çeşme de yok fakat etrafı köyün çöpleri ile dolu bir dere yoldaşlara su vermiş. Hiç yoktan iyidir, deyip; içiyoruz. Bir bulanık çay eşliğinde midelerimizi susturuyoruz.
Sudan sonraki bir hafta halsiz geçiyor. Haftanın sonunda toparlıyoruz. Zaten belli bir süre köylere de girmeyeceğimiz için sorun olmuyor…
Bilmemek ayıp değil; öğrenmemek ayıp sloganıyla araziye vuruyoruz kendimizi. Araziye asgari bir hakimiyet sağlamaya çalışıyoruz. Ancak ondan sonra köylere girmeye başlayacağız.
Yorularak, zorlayarak, bazen yorulduğumuz yerde kalarak. Dikkatle, bazen gevşeyerek, bazı susuz bazı erzaksız… İzleyerek, yorumlayarak, kaybolarak… Zoruyla kolayıyla belli bir süre köylere girmeden dolaşıyoruz ve artık armudun tadına bakmanın zamanının geldiğini düşünerek köye girmeye karar veriyoruz.
İlk gün için iyi şansa sahibiz. Bize sempatiyle bakan bir ailenin kapısını çalmışız. Hoş karşılanıyoruz. Akşam genelde geçmişe dair sohbetlerle geçiyor. Tabi arada bölgeye dair bilgi almayı da ihmal etmiyoruz. Belli etmeden gezip dolaştığımız araziyi, köy, dere, tepe vb. isimlerini de soruyoruz. Çünkü araziyi en iyi bilenin onlar olduğunu biliyoruz.
“Şu tepenin adı …. ?”, “O zaman bu dere de…”, “Peki o derenin akasındaki köy…?” ve bu biçimde sorular. Biliyoruz da tam hatırlayamadık gibi. Tabi bu soruları art arda da sormuyoruz. Aralara serpiştirerek… Farklı ağızlardan farklı yüzlere. Vedalaşıp evden ayrılıyoruz. Kararlaştırdığımız yere doğru karanlığa dalıyoruz. Epey bir süre sonra; ufak bir karışıklığın içinde olduğumuzu anlıyoruz. Normalde biz bir iki saat içinde varacağımızı hesaplamıştık. Bu dört beş saatte neyin nesiydi. Dört beş saat ne ki şafakla varıyoruz; noktaya. Paçalarımızdan yorgunluk akıyor ; damarlarımız çekiliyor. Ağzımızı açıp kapamak bile bize çok büyük enerji külfeti. Nöbetçiler ayarlanıyor ve biz çoktan uykudayız. Uyandığımızda biraz daha iyiyiz. Birbirimize takılıyoruz, gülerken yorgun yüzlerimiz ağrıyor.
Tüm bunlar ve daha yazılmayanlar, önümüzde yaşanmayı bekleyenler keşif faaliyetinin normal halleriydi. Arada kendimizi salsak da bunlar kısa süreli oluyordu. Kimimiz dinlediği anılardan kimimizde kendi pratiklerinden biliyor ; yorulacağımızı, takatsiz kalacağımızı, saatlerce yürüyüp yine de varacağımız yere varamayacağımızı, bir tepeye boşa çıkacağımızı, köyleri, karakolları karıştıracağımızı, tam bitti derken yeni başladığımızı, bir iki hafta imansız çökelekle geçireceğimizi ve tabi ki bunlar ve benzerlerinin zamanla aşılacağını. Önemli olanın düşüncelerin yeni insanlara ulaştığı, kapsam alanının genişlediğini, örgütün gelişiyor ve büyüyor olduğunu. Bu kadarcık zorluktan bir şey olmazdı, olmuyordu da zaten.
Zorlanarak zorlayarak bir ayı ardımıza atmıştık. Mazgirt’te altmış kişilik bir TİKKO grubunun, Nazımiye’de bazı yerlerin mesken eylendiği ağızdan ağza dolaşıp, kulaklar da çınlamaya, Dersim’de yayılmaya başlamıştı. Dostların içini gıdıklayan bir sıcaklık oluşmuş, düşmana ise rahatsızlık veren bir iğne batmaya başlamıştır kesin.
Dolu dolu bir ay gerimizde, doldurulacak aylar önümüzde, günler yanımızda geçip gidiyordu. Araziyi asgari düzeyde tanımış, köylülerle tanışmıştık. Tabi bir ayda ne kadar olursa bizde de üç aşağı beş yukarı öyle olmuştu. Bir çok konuda sohbet ettiğimiz edeceğimiz; anlamaya, anlatmaya, tanımaya , tanıtmaya çalıştığımız köylülerin kimisi kırk yıllık dostumuzmuş gibi hemen kuruverdi köprülerini; kaygısız, rahat. Kimisi çekingen, sevinmeyenler de var kuşkusuz, korkup “yine mi” diyenler de. Sessizliğe gizlenip; etrafı gözleyen, etrafı boş verip işine gücüne bakanda. Tanımaya çalışan da; ben zaten tanıyorum deyip; aynı tasla aynı hamamda yıkanmam diyende… Vardı… Vardı. Her şey gibi birbirinden farklı bu duygu ve düşüncelerde değişim halindeydi ve bu değişime müdahale edilebilir.
Bunların bir çoğunda, ortak bir şey vardı. Bu ortaklık; sohbetler de o kadar dilleniyor, aynı sohbette döne döne canlanıyor, gözden kaçmasını, hatırda kalmamasını imkansız kılıyordu. Bir çok köylüyle sohbette dilleniyor, Çakaran. Bugün gibi taze, gelecekmiş gibi istekle anlatılıyor bize…
Bizim içinden birkaç kere geçmişliğimiz var. Nazimiye Mazgirt arası, iki sırtın arasında kurulmuş bir vadi. Bir sırtını Mazgirt’in bir sırtı Nazımiye’nin… Sırtlarından irili ufaklı, sulu susuz, dereler derecikler iniyor ana dereye. Ana dere metrede bir kıvrılarak Periye kadar uzatıyor kendini. Baharda suyu çoktur muhtemelen, yazın suyu yok denecek kadar azdır; kesin. Sıcağın altında; kendinden bezmiş akmaya çalışıyor öyle. Bazen orman yamaçların arasından, bazen çıplak ve kumlaşmaya başlayan taş yamaçların, bazen de sapsarı otların arasından… Yıkık evler, köm yerleri var dere kenarında, içlerinde otlar bitmiş çoktan. Onlar da sahipsiz kalmış Çakaran gibi… Çakaran’a pek uğrayan yok şimdilerde. Ev sahipliğini bozuyla-karasıyla, beneklisi-beneksiziyle, uzunu-kısasıyla, kalını-incesiyle, saldıranı-saldırmayanıyla yılanlar yapıyor. Her taş altının serinliğinden çıkan bir yılan soğukluğu titretebilir sizi. Bir kayanın arkasından kurt kaçabilir, bir tepede dağ keçileri pırtlayabilir sizi görünce. Keklik sürüleri uçuşabilir ansızın önünüzden. Ama bir insan evladı görmeme ihtimaliniz yüksektir, sonbahar değilse eğer. Sonbaharda kalabalıklaşır Çakaran. Çakaran’ın eski dostları onu son dostlarından koparmak için gelirler. Bir av uğraşıdır ki sormayın. Eksiği fazlasıyla böyledir Çakaran. Peki; nedir onun hasretini böyle tellendiren, kağıda sardırıp ömrünü çeker gibi ciğere kadar aralıksız çektiren. Havaya salınan dumandaymış gibi salınan dumanlara derin derin baktıran. O anlatıldığında masadaki çayları soğutturan nedir? Çok zor değil cevabı, zaten sohbetlerde açıktan söylenir: Nedeni orada yaşanılanlardır. Köylüler geçmiş kışlarda oraya yaylaya giderlermiş; davar-doluk, çoluk-çocuk. Gece gündüz gerillalar ile birliktelermiş. Sonrası uzun bir ayrılık, bugün biten… Bu kimi çekingen, kimi korkan, seven-sevmeyen… Bu insanların döne döne anlattıkları şey budur.
Geçip giden günler bizi alanın eskileri haline getiriyor. Aynılıkları farklılıklarıyla buralar da Dersim’in başka ilçeleri. Her geçen gün bu aynılıkları farklılıkları daha da ayrıntılandırabileceğiz. Çizgiler gün geçtikçe incelecek ve çoğalacak. Alandaki hemen hemen her yerden görünen Düzgün Baba Dağı alanın farklılığı… Sınırları Dersim’in dışına taşmış büyük bir ziyaret. Sanırım onun sürekli görünür olması buradaki insanların gündeminde inancı canlı tutuyor. Kimisi sıcağın altında kızgın toprağa yalınayak basarak tırmanıyor ziyarete, kimisi kazanç merkezi haline getirmiş ziyareti… Bu dağın bizim için de ayrı bir önemi var. Geçmişimizi sürekli canlı tutuyor. Tohum kitabından kareleri aklımıza getiriyor. Sadece bizim için değil, burada yaşayan insanların da hafızalarını canlı tutuyor. Dağın Çakaran’a bakan yamacından bir dere akıyor. Kıl Deresi Çakaran’ın ana deresini oluşturan iki dereden biri. Şimdi az bulanık akar; suyu. Durulayamadı kendini. Bir zaman duruydu. Bir zaman kan kırmızısı aktı. Sonrası bulanık. İçine oturmuş taşlardaki kan izlerini silemedi bir türlü. Unutamadı Kıl Deresi 38’i… Öyle sessiz öyle yavaş akar Çakaran’a. Durulanacağı günü bekleyerek.
“Çok yaşım, 38’de biz yedi yaşındaydık. Çok var yaş kızım. Bizi getirdi ki öldürsünüz. Biz nasıl ormana girdik, dedem burası ormandır dedi. Kim elinden geliyorsa kaçsınız. Ama o zaman araba falan yok. Hepsi süveri asker…”
Geceler yavaştan uzamaya başlıyor. Güneş ısısını tam olarak yedirememişken toprağa taşa, bir dağın ardından erkenden kayboluyor.
Geceleri yağmur yağmasa da uyandığınızda gazeller, otlar ıslaktır artık. Dere kenarlarına ak düşmüştür. Sular soğur, buzlanan taşlar kayganlaşır. Sabah ateşini beklemek sabır işidir. Yazın sıcağında köşe bucak kaçtığınız güneş yüzünüzü güldüren bir hadisedir her sabah…
Sonra hissettirir biçimde rüzgarlar eser. Soğuk rüzgarlar bulutları sürükler beraberinde. Sağanak başlar. Ve toprak artık kurumayacaktır. Havalar iyiden iyiye soğuk, yapraklar dallarla tutunamayacak kadar kırılgandır. Her geçen gün kaç yaprak kendini rüzgarın aldatıcılığına kaptırıp ağacını terk eder, hesaplamak zordur.
Her yağan yağmur ardında cam gibi bir gökyüzü bir de soğuk bir güneş bırakır. Gözleriniz her nesnenin şeklini netçe görür. Düşen her yaprağın ardından, orman biraz daha çıplak kalır. Kahverengi ve sarı giderek koyulaşır. Bir de kaya grisi. Kayalar ve toprak soğuk, orman çıplaktır. Seslere engel kalmamıştır doğada. Dilediğince yayılır en ufak bir çıtırtı bile. Kuş sesleri hiç olmadığı kadar net çarpar kulağa. Sürüngenin gazeldeki hışırtısının inip çıkan tonlarını bu kadar ayırt edemezsiniz başka bir zaman.
Cam gibi görüntüler bıçak gibi keskin soğuk. Üryan bir orman… Sertleşmiş ve üşümüş elleri ufacık bir dokunuşta kesen soğuk, sivrilmiş kayalar. Çatlamış ellerin yarıklarını dolduran çamur. Yük taşıyan, kazma sallayan, savunma alan ama hepsi güvenlikli bir kış hazırlığı içerisin de olan, burunları akan gerillalar.
Zirvelerden keçi kokusuna inen yaban tekeleri, sıcağa yürüyen domuz sürüleri, odun taşıyan, yaprak yığan köylüler. Yaylalardan inen ve koçları sürüye katan yaylacılar ve sonbahar… Derin vadilerin, sarp yamaçların, yüksek dağların çetin kışının öncesi.
Toprak suya doymaya orman boy atmaya hazırlanıyor. Yaban keçileri karınlarına düşen bebeleri için güvenli bir in arıyor. Düşman pusuda zor zaman için bir açık arıyor. Şimdi yanımızda belki de son yükünü taşıyan karıncanın, kayanın ardından ürkek bakan keçinin, dala konan ve şimdi havalanan parmak kuşunun bu dağlarda kaçıncı kışı…
Şimdi; uzun süren yağmurların altında, çamurlara bata çıka faaliyet yürüttüğümüz alandan; yüksek dağların sarp yamaçlarına, derin vadilerin karanlık ormanlarına doğru yol alan gerilla birliği tırmandığı her yokuşun bitiminde dönüp gerilere bakıyor.
Ayak bastıkları her taş, gördükleri her mağara, girdikleri her ev, şaşarlarını (şişe) doldurdukları her çeşme kırk üç yıl öncesini hatırlatmıştı bu sene… Yaklaşık yirmi yıl aradan sonra yine deyip yeniden gelmişlerdi bu sene. Hamik Dağı, Muxundu Köyü, Düzgün Dağı, Bostan Köyü, Jargovit Ormanları… Vartinik… Hep kırk üç yıl öncesini getiriyor akıllara. “Buradan geçmişler midir?”, “Burada kalmışlar mıdır?”
Gören görmeyen onları anlatıyor. Halk, efsanesini nasıl yaratıyor burada şahit oluyoruz sanırım. Nasıl yıllara yayarak, nasıl sabırla işleyerek nasıl inanarak ve daha neler katarak… İbrahim yoldaş buralarda bir efsaneye dönüşüyor. O yıllar da yaşamamış insanlar bile içtenlikle onu görmüş gibi anlatıyorlar. Bildiğimiz kadarı ile İbrahim yoldaş bölgede kısa aralıklarla kalmış fakat çok uzun süre buralarda kalmış gibi anlatılıyor. Kırmadan etkin silahları olmaması lazım ama bizzat İbrahim yoldaşın üzerinde mavzer görenler var…
“Benim o zaman Nazımiye de dükkanım var. Her sabah açmaya gidiyorum.” Yine böyle bir sabah dükkanı açmaya giden amca yolda; İbrahim yoldaşla karşılaşıyor. Önceden zaten tanışıklığı var. İbrahim yoldaşın beline fişeklikler sarılı, elinde de mavzeri karşıdan geliyor. Yan yana vardıklarında amca soruyor hoş beşin ardından: “Hayırdır nereye böyle sabah sabah.”
İbrahim yoldaş da Pülümür tarafından silah geldiğini, kimsenin gidip almadığını bunun üzerine de kendisinin gidip getirdiğini söylüyor ve vedalaşıp ayrılıyorlar. İbrahim yoldaş beraberinde kırk kişiyle bir mağarada kalıyor. Şimdi elli yaşlarında olan bir amca kar tipi demeden; erzaksız kalacaklarını düşünerek bir torba erzağı vurup sırtına yola düşüyor ve daha birçok gerçek ve dışı birbirine karılarak anlatılıyor. Öyle içten, öyle hoş..
Sırtımızda birçok soruyla; bir yokuşu daha altımıza alıyoruz. Gerilerde bir su görünüyor. Durmuş bize bakıyor… Kıpırdamıyor… Öfkesi hayli birikmiş, elektriğe dönüşüp oradan da kaslara akıyor. Kurtarmak için hayli çaba harcadık diyor köylüler. Gerçekten de harcamışlar. Fakat sonuç yok. Keşke siz de olsaydınız daha farklı olabilirdi diyorlar bizde keşke diyoruz. Her iki keşke de geri canlandırmıyor Peri’yi. Peri’nin karşı yaka köylerine uzanan köprüler Peri’nin şişmiş cesedinin, altında kalmış. Karakoçan yolu uzadıkça uzamış. Peri’nin öte tarafından görünüyor; sessiz Karakoçan. Kızılkoçan olacağı günü bekliyor, sanki. Kulağımıza usuldan sesler geliyor. Peri’yi izleyen tek biz değiliz sanki şu an. Buraların bir başka efsanesi de onu izliyor. Orhan Bakır yoldaş da bir yamacın ufkunda uzanmış, uyuyor. Karşıda kalan Karakoçan köyleri de Hasan H. Erdoğan yoldaşla, Hasan Akyol yoldaşların köyleri. Orhan Bakır yoldaş onlara fısıldıyor
“Duydunuz mu bizimkiler yeniden gelmiş…”
Armenak Bakırcıyan kampına doğru yolumuza devam ediyoruz…
Hasan Ataş (Şerzan)