Uzun bir dönemdir AKP’de temsil olan egemen kliğin yönetim krizi yaşanıyor. Söz konusu krizin uzun bir döneme yayılmasını ‘kriz yönetimi’ olarak da tarif edebiliriz. AKP’nin kriz yönetiminde, düzeniçi ve düzendışı alternatiflerinin başarısızlığına denk gelen belli bir başarıya sahip olduğu tartışmasız. Ancak bu ‘başarının’ da sonuna yaklaşıldığını gösteren işaretler fazlasıyla mevcut. Özellikle son KHK’de faşist paramiliter gruplara “cezasızlık” öngören madde ile birlikte bu yönetme krizi bir anlamda açıkça ilan edilmiş oldu.
Geldiği aşamada bir devlet krizi özelliği gösteren AKP iktidarının yönetim krizinin, başka bir ifadeyle “kriz yönetiminin” karşıtları nezdinde dününe bakmakta yarar var. Zira bir yönetimdeki kriz, karşıtı güçlerin konumlanışı ve politik tutumlarını da içeren bir bütünsellikle anlam bulur.
AKP iktidarının emekçi yığınlar nezdinde ilk büyük meşruiyet krizi TEKEL işçilerinin direnişi esnasında kendini göstermişti. AKP tarafından hızlı bir biçimde telafi edilebilen bu meşruiyet krizinin daha geniş ve kapsamlı bir biçimde kendini ortaya koyması için Gezi/Haziran İsyanı’nın patlak vermesi gerekti. Haziran İsyanı’nda devrimci ve komünist güçler her bakımdan hazırlıksız ve güçsüzdü. Kürt ulusal hareketi “barış” ve “çözüm” politikalarını esas aldığı için bu süreci yürütmeyi umduğu siyasi iktidarı doğrudan karşısına almak istemiyordu. AKP dışı düzeniçi güçler -halen de süregeldiği gibi- iktidara talip olacak güç ve iddiaya sahip değildi. Yerli ve uluslararası sermaye için ise AKP henüz tüm miadı tükenmiş ve alternatifi bulunabilmiş bir iktidar değildi.
Ayaklanma devrimci iç savaşa doğru emareler gösterse de geniş kitleler bu yönelimi geliştirebilecek bir politik özneye sahip değildi. Doğallığında iç savaşı iliklerinde hisseden ve birkaç yılı bulan ön süreçlerden sonra bunu kontrollü bir gerici iç savaş olarak halkın karşısına koyan, bu politik iddiayı gösteren yine AKP iktidarı oldu.
İktidar Haziran seçimlerini tanımaz ve ardı arkası kesilmeyen seçim hileleriyle meşruiyetini yeniden tesis etmeye çalışırken devrimci-demokrat güçler ise kendini tekrar eden legalist bir sokak ve parlamento hareketine eklemlendi, bunun alternatifini geliştiremedi. Gezi’nin kitle ve sokak potansiyelinden beslenen, HDP’nin seçim başarılarıyla popülerleşen, fakat onu reformist ve düzeniçi hayallere hapseden süreç iktidarın gerici iç savaşa hazırlığı bakımından da işlevsel bir özellik taşıyordu.
İşçi sınıfının metal grevi başgösterdiğinde iktidar bu sefer temkinliydi ve işçi hareketini Gezi’yi desteklediği iddia olunan Koç gibi büyük sermayenin temsilcilerine karşı fırsata çevirmekten geri kalmadı. Grev ve direnişin, fabrikalara çevik kuvvetin girmesiyle adım adım bastırılması, Koç ve AKP özgülünde yeni düzlemde bir anlaşmanın da ilanıydı.
Halen enerjisini seçimlerle ve kendini tekrar eden sokak pratikleriyle harcayan devrimci-demokrat güçler ve “çözüm” beklentisini koruyan Kürt ulusal hareketi bakımından sürecin yeterince öngörülemediği açıktı. Kobane Serhıldanı’nın sonlandırılması ve ardından ciddi bir askeri-stratejik hesap hatasıyla başlayan özyönetim ilanlarıyla, T. Kürdistanı’nda ve aynı zamanda Batı’da büyük şehirlerde direniş güçleri adım adım zayıflamaya başlamıştı.
15 Temmuz darbe girişimi sonrası muhalif tüm güçlerin ve rakiplerin ekarte edilmeye çalışıldığı bir saldırı ve tasfiye dalgası başladı. Pasif bir savunma halindeki devrimci-demokrat güçler bu süreci göğüsleyebilecek illegal-devrimci örgütsel olanaklara ve kitle gücüne yeterince sahip değildi. Dahası Gezi/Haziran İsyanı sonrasında hem üzerinde yükseldiği yeni potansiyeli hem de örgütsel yapılarını legalist, popülist, reformist bir rüzgarın akışına bırakan devrimci-demokrat güçler açısından “alışkanlığın ölü yükü” henüz ortadan kalkmış değildi. Bu en açık bir biçimde “Başkanlık referandumu”na karşı alınan tutumda kendini gösteriyordu. Tüm baskı, hile, katliam ve saldırılara karşın yine de seçimlere dönük zorlama umutlar yaratılabiliyordu.
Düne dair bu özet “kriz yönetiminde” iktidarın esas gücünün, muhaliflerinin güçsüzlüğü ve politik krizinden ileri geldiğini ortaya koyuyor. Ancak iktidar açısından muhaliflerinin göreli güçsüzlüğünde bir değişiklik olmasa bile daha da derinleşen bir yönetim krizi sözkonusu. Bu krizin temel ayağında politik kriz olmakla beraber, ekonomik tıkanma ve sınır ötesi gelişmelerdeki handikap da temel etkenler durumundadır.
15 Temmuz darbe girişimini fırsata çeviren AKP iktidarı yarattığı “FETÖ” paranoyası ve tutuklama furyasıyla her kesimi savunma pozisyonuna itti. Ancak “FETÖ” söylemiyle yürüyen süreç en başta kendi örgütsel yapısı ve tabanında bir kaosun önüne geçemedi. En son Zerrab davası ve Man Adası belgeleriyle bu kaos ve iç korku daha da büyümüş durumda. ABD ve Avrupalı emperyalistlerle sürtüşmeye, tersinden ise Rusya ile ilişkiler geliştirmeye dönük, tutarlılıktan yoksun, günü kurtaran politikalar, kendi tabanında AKP’nin iktidardan düşebileceğine dair kaygıyı depreştirdi.
İktidarın yönetim krizini derinleştiren en temel etkenlerden birini, ekonomideki tıkanma ve ekonomi politikalarındaki belirsizlik oluşturuyor. Devlet varlıklarının Türkiye Varlık Fonu’na devredilerek iktidarın doğrudan kontrolüne geçmesi beklenen güveni yaratmadı. Ekonomideki örtülü yapı ve gizli ödenek sistemi güvensizliği depreştirirken seçim merkezli ekonomi politikaları istikrarsızlığı daha da geliştirdi. Şu an iktidar açısından, aynı dış politikada olduğu gibi ekonomide de tutarlılıktan yoksun, günü kurtaran politikalar hakim hale gelmiş durumda. Kayıtdışılaşan ve sürekli olarak siyasi iktidarın popülist müdahalelerine maruz kalan ekonomi yönetiminin daha uzun süre dayanabilmesi pek mümkün görünmüyor.
Her açıdan egemen sınıfların ve devletin bir belirsizlik ve yönetim krizi yaşadığı ortadadır. Son KHK’deki bir madde üzerinden TÜSİAD, Abdullah Gül ve Ümit Kocasakal gibi isimlerden farklı tepkiler gelmesi iktidarın artık her adımında sermayeyi ve diğer klikleri susturamayacağını gösteriyor. Diğer yandan ise AKP iktidarının yeni bir saldırı dalgasına, gündemi lehine çevirecek bir çatışmaya dünden daha fazla ihtiyacı var. Çünkü birçok yöntem tükendiği gibi ekonomiden siyasete ve uluslararası ilişkilere kadar tüm gelişmeler iktidara güvensizliği beslemeye devam ediyor.
AKP iktidarının krizi aynı zamanda sermayenin ve devletin krizidir. Krizin odağındaki iktidar partisi ve Tayyip Erdoğan’ın yeni bir çatışma ve gündem yaratmanın peşinde olduğu görülüyor. Düne bakarak iktidarın dönemsel politikalarının küçümsenmemesi gerektiğini bilmeliyiz. Özellikle son KHK’de devrimci tutsakları kapsayan tek tip elbise zorunluluğuna dair madde, iktidarın saldırı politikasının ve yaratmak istediği saflaşmanın kapsamına dair işaretler vermektedir. Özelikle günümüzde devrimci ideoloji ve varlığın taşıyıcı temel bir kolonu olan devrimci tutsaklara saldırı, dışarıda yapılan saldırı ve yaratılan politik atmosferin bir devamıdır aynı zamanda. Devletin krizini görmeli ancak iktidarın kriz yönetme ve taktik politika üretme gücünü küçümsememeliyiz. Sınıf çalışmasına yoğunlaşılmalı, kitleleri bilinçlendirme faaliyeti aralıksız olarak sürdürülmelidir. Devrimci-illegal temelde örgütlenmenin, iç savaş olasılık ve gerçeğine göre stratejik bir perspektifle ve adım adım yürütülmesi gerekmektedir. Nesnel koşullar kötü değildir, kötü olan öznel koşullarımızdır, yetersizlik buradadır. Dolayısıyla her şey öncünün bugünkü politik koşullarda devrimci çizgisini üretmede ve devrimci örgütlenmesinde düğümlenmektedir. Bu nedenle sınıf mücadelesinde sabırlı fakat günün adımlarında aceleci olmak zorundayız.