Şimdi sıkılı yumruklar sorgulanır mezar başımızda
Sloganlar yasaklanır,
Ama susturulamaz öfkeyle bilenmiş çığlıklar,
Şimdi ağlamayın analar,
Biz tohumduk toprağa,
Umudumuz sağ olsun,
Anlatmak anlamakla ilgiliymiş, aynı patikada yürümek, aynı ırmaktan su içip, özlemlerimizi katık edip insanlık adına yola düşmek. Belki aynı köylere girip, aynı gurbetlerde buluşmak sonra öksüz çocukların bir yuvada buluşması gibi sımsıkı sarılmak kavgaya. Çok erken büyümek zorunda kaldığında çocuklar hiç büyümeyecekmiş gibi yaşarlar… Hep beş yaşında annesinin arkasından ağlar gibi yoldaşlarımızın ideallerine tutunmak onlarla yaşayıp onlar içinde dövüşmek, her sohbetin parçası kılmak onları, bazen gülüşlerinden hatırlayıp, bazen fedakarlıklarını, bazen sabırlarını, yoldaşlarını gözlerinden sakınan onun için ömrünü verebilecek inanca sahip olmak ve şehit düştüklerinde onlar içinde mücadele yürütebilmek, onları her doğan günde anmak her barikatın başında gidenlerimizin sıcacık soluklarını samimiyet ve öfkelerini hissederek yürümek… İkirciksiz, amasız, tereddütsüz, güven, inanç ve bilinçle…
Tutsak düştüğümde şehitlerimizin haberiyle göz yaşlarımı içime akıtıp uzakları düşlediğim bir anda omzumda sıcak bir el hissetmiştim Heval Helin (doksanlı yıllarda çatışmada abisini yitirmiş, nerdeyse bütün ailesi tutsak düşmüş göz çukurlarına yerleştirmiş acısını) “böyle acılar insanın organı gibi oluyor ellerin, kolların, gözlerin oluyorlar” demişti. Şimdi şehitlerimizin elleri, gözleri, ayakları olmak ve onlarla bakıp onlar içinde dokunmak bir Gül’e, onlarla çekip bir Nergis’in kokusunu içimize dünyanın bütün güzelliklerini onların gözünde görmek…
Gül yoldaşı da anladıkça anlatmak çok daha zorlaşıyor. Yanındayken elin dokunur gözün gözlerine bakarken yeteri kadar anlamadığımız duygusu kaplarken yüreğimizi anlatmaya zorlamak kendimizi… Bugün 20 Ekim ve bir kez daha yokluğunda doğum gününü kutluyoruz. 26. yaş günün kutlu olsun yoldaşım…
Anmak adına birlikte savaşmak adına. Yarım kalmış cümlelerini tamamlamak, söyleyememiş olduklarına dair düşler kurup birlikte toprağa fidan diker gibi dövüşmek, birlikte gülmek… Gülüşlerimizin gizli olduğu gamzelerde Hasret’imizi içimize akıtıp devam etmek. Yoldaşlarımızın yaşamlarından öğrenmek gerekiyor derdi çok yoldaşın; yaşamından öğrenmeye çalışmış bir yoldaş, şimdi ben en yakınımdaki yoldaşımın yaşamından öğrenmeye çalışırken size de anlatmanın sancısını yaşıyorum. Şimdi elimde birkaç aciz sözcük tarifsiz duyguları anlatmakta biçare kalan cümleler var.
Şeker Portakalı kitabını okudunuz mu? “Günün birinde acıyı keşfeden bir çocuğun hikayesi” Şeker Portakalı. Gül yoldaşın 15 yaşında en sevdiği kitaplardan birisiydi. Yirmi yaşına geldiğinde de yine en sevdiği kitap mıydı? Bilmiyorum. Ama erken büyümek zorunda kalmış tüm çocukların hikayesi ağırdır. Mazlum toprakların zulüm çocuklarıyız malum. Erken büyümek, genç yaşta torağa düşmek sonra yaşıtlarının isyanlarında filiz filiz slogana dönüşmek. öyle yaşamakta ölmek.
Şeker Portakalı 5 yaşındaki Zeze isimli bir çocuğun acı hikayesini anlatıyor. Çok fakir bir ailenin çocuklarından biri olan ve 5 yaşında olmasına rağmen hayal gücü ve zekası çok gelişmiş olan Zeze çok yaramaz bir çocuktur ve o yüzden mahalle için şeytan olarak anılmaktadır.
Çok meraklı olan ve çevresindeki her şeyi keşfetmeye çalışan bu çocuğun diğer ilginç noktası ise okumayı çok erken çözmesidir. Bu yüzden öğretmeni tarafından sevilen Zeze’nin şeytan olmadığına bir tek öğretmeni ve kendisi gibi sarışın olan ablası inanmaktadır.
Acıyla yoğruluyor ya ömrümüz kimimiz çok küçük yaşta bu acıları keşfetmeye başlıyoruz ya. Sonra içimizden en sorgulayıcı olanlar bu acıların kaynağını bulmaya başlıyor ve en yiğitlerimiz dövüşmeye başlıyor işte… Bir de bakmışız bizden çok önce toprağa düşmüş en küçüklerimiz.
Bize de izlerini takip edip keşfettikleri acıları bitirmek kalıyor.
Bir yoldaş sohbetinde yaşamlarımızdan, aslında bizi biz eden acılardan, özlemlerden, ayrılıklardan bahsederken konu okuduklarımıza, en etkilendiğimiz kitaplara gelmişti Gül yoldaş en sevdiği kitabın Şeker Portakalı olduğunu söylemişti. Ben o güne kadar o kitabı hiç duymamış, okumamıştım ve çok merak etmiştim. Gül yoldaşın her yaptığı, okuduğu ya da neden okuyup, sevdiğine ilişkin merak uyandırıyordu bizde. Gül yoldaş duygularını sözcüklerle değil de gözlerinde gizleyen bir yoldaş olduğundan duygularını okuduklarında, yazdıklarında, yaptıklarında aramak gerekiyordu. En çok sevdiği kitapta onun izini bulmak bunun için hiç de zor olmadı.
Kitabın şu bölümleri belki size Gül’ü Nergis yapan ve yoldaşa dair olan her şeyi anlatmaya yetmez ama onun da bu kitabı niye çok sevdiğini söyler.
“… Ey denizcim, denizcim
Senin için ah ederim,
Senin için denizcim,
Yarın ölür giderim…
“Yeryüzü sokak çocuklarınındı; Bangu’nun bütün sokaklarındaki çocukların!”
“Sonra elektrik tellerine takılı bir ölü kalırdı geriye. Ve koşturdu hemen Elektrik İdaresi’nin kamyonu. Öfkeli adamlar, tellerin canına okuyan ölü uçurtmaları çıkarmaya gelirlerdi. Rüzgâr… rüzgâr…
“Derken rüzgarla birlikte aklıma bir şey geldi: “Avcılık oynayalı mı, Luis?”
“Çocukların yaraları çabuk kabuk bağlar.”
“BÜYÜKLERİN SORUNLARIYLA UĞRAŞMAK İÇİN DAHA ÇOK KÜÇÜK DEĞİL MİSİN?
“Yıllar geçti, sevgili Manuel Valandares. Şimdi kırk sekiz yaşındayım ve zaman zaman, özlemimde hep bir çocuk olduğum izlenimine kapılıyorum. Birden ortaya çıkıverecekmişsin, bana artist resimleri ve bilyeler getirecekmişsin gibi geliyor. Hayatın sevilecek yanlarını bana sen öğrettin, sevgili Portuga’m. Şimdi bilye ve artist resimleri dağıtma sırası bende, Çünkü sevgisiz hayatın hiçbir anlamı yok. Ara sıra sevgimle mutluyum, ara sıra da yanılıyorum; bu daha sık oluyor. O çağlarda, bizim çağımızda yani, yıllar önce bir budala Prens’in, mihrabın önünde diz çökmüş ‘Budala’nın gözleri yaşlarla dolarak ikonlara şunu sorduğunu bilmiyordum:
“OLUP BİTENLERİ ÇOCUKLARA NİÇİN ANLATMALI?”
“Gerçek sevgili Portuga’m; BUNLARI BANA ÇOK ERKEN ANLATMIŞ OLMALARIDIR.”
HOŞÇAKAL
Acıyı çok erken öğrenmiş olmayı ve çocuk yaşta aldığı sorumlulukları sorgulamanın bir anlatısından başka bir şey değil muhakkak kitabın özeti ancak aldığı sorumluluğu her yaşta kaldıramayanlar, ya da her yaşta sorumluluk almaktan kaçınanlar olmuştur ve hep olacaktır. Gül, Hasret, Hatayi, Gamze Gül, Esrin, Mustafa, Yetiş, Murat, Ersin, Mehmet, Tarık, Tuncay, Hasan, İlker, Tanju, Umut, Orhan, Samet, Zeynel, Serkan, Hakan, Haydar, Murat, Cengiz, Özgüç çocuk yaşta acıyı keşfedip peşine düşmüş zulmü bitirmek için hiçbir fedakarlıktan kaçınmamış ölümüne bağlanıp insanlığın kurtuluşuna adanmışlardı. onlar insanlık denizinde umut zerreleri,
Umudunu yitirmişlere bitmedi sözümüz.
Tamamlar yarım kalmış cümlelerimizi yoldaşlarımız,
Çınlamadı daha meydanlarda zafer çığlıklarımız,
Sokaklar bırakıyoruz, yaşıtlarımıza yakılacak,
Fethedilecek doruklar,
Temellerinden sarsılıp yıkılacak
Sonra işçilerin maharetli ellerinde kurulacak bir dünya bırakıyoruz.
Çok iş düşüyor hepinize.
Ne söyleyeceğimi bilemiyorum içim öyle özlem, acı, öfke dolu ki benliğim hangisinin kontrolünde ayırt etmek zor. Hepsi de içime boğulup bir yumru gibi boğazımda duruyor. Oysa ne güzel şeyler yazmak isterdim yoldaşlarımın ardından onlara dair. Ama olmuyor işte ne yazsak onların fedakarlıklarını cesaretlerini umut ve özlemlerini hasret ve inançlarını anlatmaya yetmiyor.
Tüm şehitlerimiz gibi Gül yoldaş da doya doya söyleyemese de sözünü ne demek istediğini yaşamıyla anlattı. Ve varsa yarım cümleleri tamamlanır hiç şüphe yok.
Bazı ölümler insanlarda “insanların ölümü sevdiği” düşüncesine neden oluyor galiba. Ölümü güzelleştirmek dedikleri de bu olsa gerek. Halbuki böylesi bir yaşamdan vazgeçişin ölüm sevgisinden değil yaşama duyulan büyük tutkudan olduğu anlaşılabilse dünya daha yaşanılası hale gelecek.
Annelerini düşünüyorum yoldaşların, Gül yoldaşın annesini… Siz de düşünün yoldaşlar; onca sevdiği, yeteri kadar söyleyemediği, saçlarını okşayamadığı, ellerini tutamadığı, birazcık göğsüne bastıramadığı, dizlerinde uyutamayıp, kıyamadığı, tırnağına taş değmesin diye her gün dua ettiği çocuğunu şimdi toprağın altına koydu. Etrafına çiçekler ekip suluyor. Gül’ün en sevdiği yemekleri hazırlayıp misafirlerine ikram ediyor. Gül’ü toprağın soğuk koynuna bırakanlara incitmeyin, emanettir diyor. Ceylan gözlüm, militan kızım, Nergis koymuş adını diye mırıldanıyor.
Ağıt mı, şimdi bu Gül yarası mı?
Anneler, annelerimiz o kadar küçük şeylerle mutlu olmasını başarabiliyorlar ki çocuklarının yüzü biraz olsun gülse yetiyor onlara. Oysa çocuklar bütün anneleri ve bütün çocukları düşünüyor. Bu genişlikte bir sevgi… O ne büyük bir yürektir ki ömrünü feda edebiliyor. Hem de hiç tereddüt etmeden… gözünü dahi kırpmadan…
Şimdi dört yanımız teselli cümleleri… ben teselli olmak, metanetle karşılamak istemiyorum böylesi ölümleri. Bu acılar karşısında teselli olmak ne demektir? Olur böyle şeyler, yaşam bu vb. demek… sanki her şey olduğu gibi sürüp gidecekmiş gibi teselli sözcüklerine sığınmak çaresizlikle kelepçelenmiş yüreklere dair olsa gerek.
İnançları sürgün, sevgileri ikiyüzlü, emekleri çalınmış, çocukların gülüşleri vurulmuş, annelerin elleri yüreğinde, yüreği ağzında bekleyişler her bahar…
Bilirsiniz her zulüm arkasında çaresizlik, umutsuzluk bırakmak ister. Öldürdüğünü sandığı şey umuttur. Ama ne çare ölüm bile umut direnişinin, Gül kokusunun, Çiğdem çığlığının önünde saygıyla eğilmek zorunda.
Emanet edilen miraslarından başka gerisinin bir önemi yok anlamak zorundayız. Kanıksamayın acıları yoldaşlar, alışmayın hesap öfkeyle sorulur. Gözyaşı olup süzülse de Gül yanaklarımızdan Gururla taşıyalım acısını. Göğsümüzdeki bu yarayı saralım al yeşillere saklayalım. Ya bu acılar olmasaydı ne olurdu insanlığımıza unutmayalım. İçimizde öyle bileyleyelim keşfettiğimiz acılarımızı öfkeyle.
Bir Partizan