Afrika’da Arabası Çamura Saplanan Fransa ve ABD

Afrika uzunca bir süredir emperyalistler arası çekişmenin örtülü ama çalkantılı bir seyir izlediği, darbelerle emperyalistler arası güç dengelerinin yerinden oynadığı ihtilaflı alanların başında geliyor. “Keşif” adı altında Portekiz’le başlayan sömürü tarihi, İngiltere ve Fransa ile derinleşerek ilerlemiş Afrika’nın zenginliklerine, kültürüne, değerlerine, diline ve tarihine yönelik topyekûn bir saldırı halinde bugünlere gelinmiştir. Özellikle sanayi devriminin gelişimi ile hammadde ve insan kaynağına (iş gücü) duyulan ihtiyaç, zengin yeraltı kaynaklarına sahip Afrika pastasını hedef haline getirmiştir. Bu pastadan pay kapma yarışı içine giren sömürgeci devletler, ilk olarak 1885 yılında kıtayı “medenileştirme” adına pay hakkı gözetilerek anlaşma sağlamış, cetvellerle çizilen sınırlar, sömürgeci devletler tarafından “kavgasız(!)” paylaşılmıştır. İngiltere, Almanya, Fransa, Belçika, İtalya, Portekiz ve İspanya ile başlayan sömürgecilik Afrika’yı kuşatmış, 52 bölgeye ayrılarak sömürgeleştirilen kıta coğrafyasında tarih boyunca sadece (1935-41 yılları arası İtalya işgali haricinde) Etiyopya sömürgeleştirilememiştir. Sömürgeciliğin yayılmaya başladığı ilk andan itibaren kimi köle isyanları gelişse de örgütsüz ve dağınık karakterinden kaynaklı sömürgeciliğe karşı ciddi bir karşı koyuş gelişememiş, bu durum sömürgeciliğin işine yarayarak, kıtaya yayılmasını kolaylaştırmıştır. Köle isyanlarının gelişim seyrinde, özellikle İngiltere ve Fransa, kabileler arası çatışmalar yaratarak halkı birbirine kırdırmış ve sömürgeci emellerinin önündeki engelleri kolayca aşmıştır.

Tarihsel olarak, sömürgeciliğin her türlü baskı, katliam, sömürü ve talan politikaları, Afrika kıtası üzerinde bir karabasan gibi çökmüştür. Klasik sömürgeciliğin emperyalizmin ortaya çıkmasıyla birlikte şekil değiştirmesi, kıta halklarının azgınca sömürülmesinde, açlığa ve sefalete mahkûm edilmesinde, yer altı ve yer üstü kaynaklarının talan edilmesinde bir değişiklik yaratmamış, bölge emperyalistler arası dalaşın, pazar kavgalarının merkez üslerinden olma özelliğini korumuştur. Uzunca bir süre Afrika’ya yönelik ilgisi ve politikası zayıf olan ABD’nin özellikle 11 Eylül saldırıları sonrası bölgeye yönelik politik-ekonomik hamleleri, ABD emperyalizminin de bölgeye üs kurarak pastadan pay kapma yarışına dahil olmasını, sosyalizmin geçici yenilgisinin ardından emperyalist kampta saf tutan Rusya ve Çin sosyal emperyalizminin bölgeye yönelik politik-ekonomik hamleleri izlemiştir.

80’lere kadar asıl olarak elmas madenleri, değerli mineral yatakları, ucuz iş gücü ve hammadde ile emperyalistlerin iştahını kabartan kıta coğrafyası, 90’lı yıllardan sonra petrol, doğal gaz ve uranyum yatakları ile emperyalistlerin menzilinde bulunmaktadır.

1955 yılından sonra Afrika ülkelerinin teker teker bağımsızlık savaşlarına girişmesi ve sömürgecilikten kurtulup kendi kaderlerini belirlemeye hak kazanmaya başlamalarının ardından, yeni bir hegemonya dönemi de başlamış oldu.

Sömürgeci geçmişine dayanan Fransa’nın Afrika politikası Fransız dış politikasında her zaman önemli bir rol oynamıştır. Fransa her daim ekonomik-politik ve askeri alanda Afrika politikasına büyük önem vermiştir. Son yıllara kadar aralarında 17 eski sömürgesinin de bulunduğu 30 Afrika ülkesi ile ilişkileri düzenlemek adına İş birliği Bakanlığı adı altında çalışmalar yürütmekteydi. Ancak işler Fransa’nın istediği şekilde ilerlememektedir. Keza ABD açısından da durum pek farklı değildir. ABD’nin Fransa’nın aksine Afrika politikası, süreklilik arz etmemekte, gel-gitli bir seyir izlemektedir. Son 20 yılda özellikle Rus ve Çin emperyalizminin Afrika’da izlediği politik-askeri hamleler, kıtayı yüzyıllardır talan eden özellikle AB’li emperyalistlerin ama ABD emperyalizminin de bölgedeki konumlanmasına ciddi çomaklar sokmakta, hareket alanını daraltmakta, pastadaki payını gün geçtikçe büyüyen bir şekilde küçültmektedir. Sömürgecilikten itibaren gelişen emperyalizmle birlikte devam eden böl-parçala-yönet politikasının kıta ülkelerinin ekonomik-politik-askeri bağımlılığın etkisiyle iç dinamiklerinde yaşanan istikrarsızlığı (sınıf mücadelesinin kıtada geri seyir izlemesinin etkisi bunu derinleştirmektedir) nedeniyle darbeler, sınırlar arası ihtilaflı çatışmalar, iç çatışmalar da eksik olmamaktadır. Gerek emperyalistler arası politikalar gerek bu politikalar ışığında gelişen iç çatışmaların ve darbelerin emekçilerin yaşamlarına alt-üst eden seyirde etkisi; yoksulluk, sefalet, açlık, ölüm ve katliamlar şeklinde görülmüş, bu durum bölgedeki parçalı duruşu derinleştirmiş, özgürlük mücadelesini kösteklemiştir.

Emperyalistler arası pay kapma yarışında uzunca zamandır Afrika’da rüzgâr AB ve ABD’li emperyalistlerin aleyhinde bir seyir izlemektedir. Özellikle Rus emperyalizminin ve Çin Sosyal emperyalizminin yoğunlaşan ekonomik-politik-askeri konumlanışı, bu rüzgârın AB ve ABD’li emperyalistlerin aleyhinde esmesine büyük etkide bulunmuştur. Bu konumlanış bölgesel planları, pay kapma savaşını örtülü bir şekilde körüklemiş, Afrika’da emperyalist hegemonya dengelerini değiştirmeye başlamıştır. Bununla birlikte, kimi yarı-sömürge (Türkiye-Hindistan gibi) ülkelerin egemenleri, gerek bağımlı oldukları emperyalist efendilerinin konumlanışı etrafında, gerekse emperyalistler arası dalaştan faydalanarak pastadan küçük de olsa pay kapma kaygısıyla bölgeye yönelik çeşitli politikalarını sahaya yansıtmaktadır. Bu durum, Afrika’nın kaynayan kazan olmaya devam etmesine neden olmaktadır.

Emperyalistlerin Afrika’daki yeni konumlanma hamlelerinin en büyük etkisinin Fransa aleyhinde geliştiğine kuşku yoktur. Afrika, Fransız emperyalizminin en büyük pazar özelliğini koruyor olsa da gelişmeler bu pazarın gün geçtikçe küçüldüğünü de gözler önüne sermektedir. Afrika pazarında güç ve hakimiyet kaybeden, gün geçtikçe eriyen Fransa’nın gelişmelere nasıl müdahale edeceği henüz belirsizdir; ancak geçmişin aksine askeri müdahale alanı oldukça zayıflamış durumdadır. Burkina Faso ile başlayan, Mali ile devam eden son olarak temmuz ayında gerçekleşen darbenin ardından Nijer’den de kapı dışarı edilen Fransa, askeri müdahale kabiliyetini yitirmekle yüz yüzedir. Nijer’deki darbeden saatler önce Fransız istihbarat servisinin Nijer’in başkenti Niamey’e asker konuşlandırma önerisine, Macron tarafından verilen, “Bu sömürgecilik olarak yorumlanacaktır, Françafrique’de kalamayız” yanıtı Fransa’nın tıkanmışlığını göstermektedir. Zira müdahalenin karşılığı sadece Afrika’daki konumlanmasına yönelik dirençle sınırlı kalmayacak, aynı zamanda Fransa içinde de bir karşılığı olacaktı. Nitekim son süreçte özellikle Afrika kökenli Fransızların yoğun yaşadığı Fransa banliyölerinde patlak veren iç isyanların Fransız egemenlerinde yarattığı korku da bu hamleyi engelleyen etmenlerden olmuştur. Nijer’de gerçekleşen darbenin diğer mağduru(!) da ABD emperyalizmi olmuştur. Darbe ile yönetimi ele geçiren iktidarın, 2012 yılında Nijer ile ABD arasında gerçekleşen “Savunma İş Birliği” anlaşmasının tek taraflı olarak iptal edildiğini duyurmasının ardından “ABD birliklerinin ülkedeki statüsünün ve varlığının yasa dışı olduğu, anayasal ve demokratik kuralları ihlal ettiği” vurgulanarak ABD askerlerinin bölgeyi terk etmeleri istendi. Fransa’nın ardından ABD de ülkedeki askerlerini geri çekmek zorunda kaldı. ABD’nin Afrika’daki askeri varlığına dair geri çekilmenin ilk olmadığı biliniyor. Trump döneminde de Batı Afrika’nın bir bölümündeki askeri varlığını sonlandıran ABD’nin bu hamlesi, “ABD’yi bitmek bilmeyen savaşların dışında tutma” (Trump) anlayışı çerçevesinde olmadığı, uluslararası arenada emperyalist hegemonyasını yeniden düzenlemek (özellikle Asya Pasifik’e yoğunlaşması) ve yeni savaşlara daha güçlü hazırlanmak çerçevesinde bir geri çekilme olduğu yönünde okunmalıdır. Zira ABD, Afrika’da sadece bölgesel yatırımlar yapmakla kalmıyor, aynı zamanda her ne kadar zayıflayan bir seyir izlese de ciddi hegemonik bir güç olan Fransa’ya da gerek ekonomik gerek askeri açıdan ciddi yardımlar da yapıyor. Öte yandan özellikle Afrika’daki operasyonlarında kullandığı en büyük ikinci üssün Nijer’de bulunmasına rağmen bu alandan çekilmeyi göze almasını, gerek Afrika’ya yönelik bütünlüklü politik hamlenin bir parçası olarak okumak, gerekse de emperyalistler arası konumlanışın (özellikle Çin sosyal emperyalizmi ve Rus emperyalizminin bölgede gelişen hegemonyasının) etkisi olarak okumak doğru olacaktır.

Afrika’da anti sömürgecilik bilinci ve mücadelesi anti emperyalist mücadeleyle doğrudan ve kesintisiz bir tarihsel ilişkiyle bağlanmıştır. Bu durumda hareketlerin siyasi çizgisini, tutarlı bir anti emperyalist karaktere bürünmesini zorlaştırmaktadır. Bir önceki çağdan kalan refleksler ve burjuva karakterli tutumları etkilemektedir. Bu emperyalistler arası saflaşmada özellikle Rus ve Çin emperyalistlerinin elini güçlendiren bir durumdur. Zira hareketler ne biçimde olursa olsun “bağımsız” devlet olmaya odaklı bir anlayışla şekillenmektedir.

Fransa’nın Ağustos 2020’de eski sömürgelerine “tarihsel hafıza yenileme” politikasının bir parçası olarak, Cezayir’e teslim ettiği 24 mücahidin kafatasları, beklenenin aksine etki yaratmışa benziyor. Nitekim “korku iklimi” yaratması beklenen bu hamle “anti sömürgeci(!)” mücadeleyi körükleyen bir rol oynamış gibi gözüküyor. Sömürgeciliğin tarihsel kökeni esas olarak Batılı emperyalistlere dayanınca Çin ve Rus emperyalizminin bölgesel planları, pastadan pay kapma savaşı “sömürgeciliğin devamı olarak” emperyalist talanın, sömürünün ve vahşetin henüz bir parçası olarak görülememektedir. Çin’in “Kuşak-Yol” projesi kapsamında gündeme gelen ‘Modern İpek Yolu’ projesi ile Kuzey ve Doğu Afrika’nın Malakka’ya kadar uzanan bölgeyi kontrol etme hamleleri, kendi emperyalist hegemonyası için taşıdığı önemi vurgularken; Rusya’nın ekonomik hamleleri ve Wagner Grubu aracılığıyla sağladığı askeri destekler de bölgedeki hegemonya kurma çabalarını sürdürmektedir. Ancak bu çabaların etkisi, henüz “eski sömürgeci” politikalar kadar hissedilmemektedir. Bu durum “sömürgeciliğe” karşı Çin ve Rusya’nın güvenilir müttefik ve “sağlam bir iş arkadaşlığı” kategorisinde ele alınmasına yol açmaktadır. Afrikalı yerel egemen sınıflar kadar kitlelerde de bu bakış açısı sirayet eder durumdadır. Nitekim “Sömürgeci Fransa”ya karşı gerçekleşen Nijer’deki son darbe sırasında halkın darbecilere desteği ve Rus bayrakları ile kutlamalar yapması bu durumun göstergelerinden birisidir.

Fransa ve ABD’nin Afrika’ya yaptığı yatırımlar 40-50 Milyar dolar arasında bir meblağa gerilerken, Çin ise son dönemde 255 milyar dolarlık ticaret hacmi ile makası oldukça açmış durumdadır. Yakın zamanda hiçbir emperyalist aktörün bu orana yaklaşması ise öngörülmemektedir. Afrika açısından “güvenilir müttefik” Çin’in ekonomik yatırımları emperyalist hegemonya dengelerini değiştirmeye başladığını söylemek gerekir. Bununla birlikte Wagner Grup gibi bir dış politika aracılığıyla siyasi ve askeri danışmanlık ile silah desteği gibi acil ihtiyaçlara çözümler sunan Rus emperyalizmi, kıtada kısa sürede yeniden etkinliğini artırmayı başardı. Bu durum gerek ABD gerekse de Fransız emperyalizminin Afrika’daki konumlanmasını daha fazla etkileyecek durumdayken Rusya’nın konumlanışını da göz ardı etmemek gerekmektedir. Öte yandan az önce vurguladığımız “anti sömürgecilik”ten kaynaklı Rusya ve Çin’i dost ve müttefik görme halinin pek uzun sürmeyeceğini de belirtmek gerekir. Çin sosyal emperyalizminin Afrika’daki varlığının ilk dönemlerinde, insan hakları ve demokrasi gibi konularda dayatmalardan kaçınarak kolay finansal kaynak aktarması, onun güvenilir bir müttefik olarak değerlendirilmesine yardımcı olmuştur. Ancak, borç diplomasisi ve yatırım anlaşmalarındaki uygulamaları sonucu Afrika ülkeleri sürekli olarak dezavantajlı duruma gelmeye başlamış; bu durum, Çin’e yaklaşımda bazı değişikliklere yol açmıştır. Buna rağmen Çin bölgede etkili bir figür olarak sahnedeki yerini korumaktadır.

Nijer’deki son darbe girişiminin ardından özellikle Rusya’nın ABD ve AB’li emperyalistlerce darbenin arka planında olmasıyla suçlanması, Çin’in bölgedeki gelişimini gözden kaçırma durumu değil, esas olarak Çin ile henüz karşı karşıya gelmek istememenin bir yansımasıdır. Öte yandan Batılı emperyalistlerin “eski sömürge” tarzında bir askeri müdahale ile sorunu çözme girişimlerine başvurmamasının altında yatan bir başka neden ise “müdahalenin yıkıcı etkisi” değil, yıkılanın yeniden inşasında karşılaşılacak zorluktur. Libya örneği bunun en somut göstergelerinden olmuştur. İstikrarsızlık kendi politik-ekonomik hamlelerini de köstekler nitelikte seyir izlenmesine yol açmaktadır.

Gelinen aşamada Afrika’da Fransa’nın yanan ışığı sönmeye ve karanlığa doğru evrilmektedir. Ancak bu Afrika’nın aydınlığa doğru yol aldığını göstermemektedir. Emperyalistler arası dalaş sürdükçe talan ve sömürü politikası çeşitli hamlelerle devam etmektedir. Kaybedeni ise esas olarak emperyalistlerin pay kapma savaşında sömürü ve vahşetin en koyu halini yaşan Afrikalı halklardır. Emperyalist paylaşım döngüsünü kıracak ve aydınlık yolu açacak olan, halkların emperyalizme karşı mücadelesidir. Kendiliğinden gelişen anti sömürgeci bilincin, öfkenin günümüzde anti emperyalist bilince dönüşmesi mutlak bir zorunluluktur. Bu bilincin gelişimi emperyalistler arası saflaşmada düşmanı daha bütünlüklü görmeye olanak sunacaktır. Kışkırtmalarla depreşen iç çatışmaların, emperyalistlerin ekmeğine yağ sürdüğüne kuşku yoktur. Afrikalı halklar esas dostluğu kendi iç dinamiğinde aradığı oranda aydınlık yakın olacaktır. Emperyalizm ile halklar arasındaki çelişkinin en keskin olduğu alanlardan olan kıta coğrafyasında gelişecek gerçek bir anti emperyalist bilinç, sınıf mücadelesinin de gelişim dinamiği olacaktır.