“İhraç kararını kabul edemezdim, o gün eylem kararı aldım. Ben de o okulun önüne oturup işimi istemezsem, onları dünya aleme rezil etmezsem Acun değilim” diyerek direnişe başladığını ifade eden Acun Karadağ, okulun önünde eyleme başladığı günden itibaren sürekli polis saldırısına maruz kaldı. Bu saldırılardan birinde rahatsızlandı ve kalbine pil takıldı. Kalbine takılan pil de onu durdurmadı. Hastaneden çıktı ve bir aylık aranın ardından Yüksel Caddesi’nde Nuriye ve Semih’e destek eylemlerine katıldı. Aylarca birlikte eylem yaptılar. Yüksel Direnişi’nin kararlılıkla sürdüğünü belirten Acun Karadağ’la Yeni Demokrasi olarak direniş sürecini ve güncel politik gelişmeleri konuştuk.
Y.D – Merhabalar, öncelikle Acun Karadağ kimdir?
Merhaba. Acun Karadağ insandır öncelikle. Bir öğretmen, aynı zamanda bir öğrencidir. Bir annedir. 6 kardeşli bir ailenin beşinci kız çocuğudur. Abisini anne ve babasını kaybetmiştir. 3 ablası, bir kız kardeşi ve kızından oluşan küçük ailesi ile büyük bir insanlık ailesine sahiptir.
Vurgulayarak söylüyorum ki bir milliyeti, bir dini inancı, tanrı inancı, mezhebi yoktur. Bu açılardan doğduğu gibidir. Tüm bu kimliklerden azadedir. Siyasi partisi yoktur ama bir siyasi düşüncesi vardır. Acun Karadağ bir sosyalisttir.
29 Ekim 2016’da 675 sayılı KHK ile ihraç edilen 110 bin kamu emekçisinden biridir. 14 Kasım 2016 tarihinde okulunun önünde başladığı direnişe 13 Ocak 2017 tarihinden itibaren Yüksel Direnişi’nde devam eden, bugün itibariyle 608 gündür sokakta bilfiil direnen, sokakta sözünü söyleyen bir direnişçidir.
Y.D – 15 Temmuz sonrası ilan edilen OHAL ile birlikte KHK’ler yayımlandı, birçok kamu emekçisi işlerinden ihraç edildi. Başta Fetullah Gülen Cemaati’ne yönelik olduğu söylense de sonrasında devrimci-demokrat yurtsever emekçilerin de ihraç edildiğini gördük. Siz de bu 675 sayılı KHK ile işinizden edildiniz. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Emperyalist tekellerin GATS diye bilinen Dünya Ticaret Hizmet Anlaşması vardır. Hiç duydunuz mu? Kimsenin çok da duymasını istemedikleri ama Google’da arattığınızda görebileceğiniz bir anlaşma. İşte o anlaşmaya imza atan ülkelerden biri de Türkiye. Bu anlaşmada emperyalist tekeller müdahil oldukları ülkelerde yaklaşan krizden sağlam çıkabilmek için, bizim gibi devletçi anlayıştaki ülkelere bir biçim verme ve o devletlerdeki kamu hizmeti alanını sermayeye açmak için bir dizi karar aldılar. Örneğin sağlık hizmetleri, örneğin eğitim hizmetleri gibi çok geniş alıcısı bulunan bu alanı sektör haline getirmek için GATS anlaşmasını kukla yöneticilere imzalattırdılar. İktidarın yıllardır devleti küçültmek gerek diyerek kamu emekçilerine saldırılarının, kendilerine ait haber kanallarında doktorları, öğretmenleri küçümseyen, aşağılayan haberler yaptırmalarının temelinde bu çalışma vardır. Önce halka sağlıkta ve eğitimde bir şeylerin kötü gittiği algısını yaymak ardından özelleştirmelere giderken tepki almamak için yıllardır çalışıyorlar. “Yata yata çuvalla para alıyor öğretmenler”, “Bunlar doktor değil canavar, diplomasız doktorlar insanları kandırdı” gibi birçok söylemin temelinde bu özelleştirme argümanı var. 2012’de 600 bin kamu emekçisinin işine son vermek istediklerini ancak 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun ve Anayasa Mahkemesi’nin karşılarında engel olduğunu şimdilerde itiraf ediyorlar. AKP’nin iktidara gelmesindeki en büyük hedefi ve görevi şudur: Türkiye’yi ve kamu alanını sermayeye peşkeş çekmek… Bu anlamda önlerine çıkan rakiplerini elemek için birçok ayak oyunu yaptıkları doğrudur. Emperyalist tekellere hizmetteki en büyük rakibi cemaat, 17/25 Aralık operasyonuyla kendisinden beklenmeyen bir “performans” göstermiş AKP’nin ayağını kaydırıp emperyalizme tek başına hizmet vermek istemişse de AKP bu işten sıyrılmış, intikamını da “Bize Allah’ın lütfu” dedikleri 15 Temmuz darbe girişiminin alt yapısını örerek almıştır. Artık karşısında bir rakibi yoktur. Şimdi GATS anlaşmasının memurları ihraç ederek kamu alanını sermayeye açma ayağı gerçekleştirilebilirdir. Tipik faşizm metodu olarak önce toplumun bir kesimini diğer bir kesimine düşmanlaştırma ve bu yolla düşman kesime yapılan her saldırıda “oh olsun” desteğini almak daha kolaydır. Cemaatin içinde yer alan kadrolarda değil, tabanda yer alan kamu emekçilerini ihraç ederek başlayıp “Onlar FETÖ’cü, iyi olmuş” dedirtti mi? Evet. PKK üzerinden asker cenazelerini haberleştirip, öne çıkartıp Kürt düşmanlığını yaydı mı topluma? Evet. Bunun üzerinden ihraç edilen Kürtler için “Oh olsun onlar PKK’lı” dedirtti mi? Evet. “Vatan haini teröristler” söylemini topluma yayıp, her konuşmasında terör örgütleri diyerek sol kesimdeki ihraçlara “oh olsun hainler” dedirtti mi? Evet. Faşizm iyi çalıştı. Kötü çalışan, çalışmayan kimdi? Muhalefet. Her biri emperyalizmin iktidarının ekmeğine yağ sürecek birçok şey yaptılar. Bu ülkenin sağında problem yok gereğini yapıyor. Asıl problem kendisine sol diyen örgüt, parti ve kurumlarda. Ben sıradan bir sendika üyesi olarak bu tuzağın farkındayım ve gereğini yapmak için sokakta direnişteyim ama koca koca kurumlar armut topluyor.
Y.D – Direnişe ne zaman karar verdiniz? Yüksel Direnişi nasıl başladı?
Direnişe, ihraç edildiğim gün karar verdim. Ailem ve arkadaşlarım yanımdaydılar ihracı öğrendiğimde. Haberi okuduktan yarım saat sonra şok olmuş ailem ve arkadaşlarıma “ben de o okulun önüne oturup işimi istemezsem, onları dünya aleme rezil etmezsem ben de Acun değilim” dediğim arkadaşların hafıza kayıtlarında vardır. Nitekim 29 Ekim’den 15 gün sonra direnişe başladım. Ancak gözaltılar ve zulmün bir sonucu olarak kalbimden ameliyat oldum. Pil takıldı. Direnişe bir ay ara verdim. Direnişe başlamadan önce Nuriye Gülmen geldi Ankara’ya. O da direneceğini söyledi. İkimiz de birbirimize sarıldık. Nuriye 9 Kasım’da Yüksel Caddesi’nde İnsan Hakları Anıtı’nın önünde başladı direnişe. Hafta sonları Nuriye’nin yanına gelerek ona destek verdim. Hafta sonu okulumun önünde direnmeye devam ettim. Gözaltına almaktan vazgeçtiklerinde dört gün okul önünde oturarak öğrencilerimle eyleme devam ettim. Ancak 15 gün gözaltından sonra oturmaya başladığımın beşinci günü anjiyo oldum. Kalbime pil takıldı. Ameliyattan sonraki 1 aydan sonra 13 Ocak tarihinde Nuriye ve Semih’in daha sonra da Veli’nin katıldığı eyleme dahil oldum. O gün bugündür de açlık grevi ve Nuriye Semih’in tutsaklık süreci de dahil hep Yüksel’de oldum.
Y.D – Direniş boyunca birçok kez polis saldırısına/işkencesine uğradınız. Bugün de bu saldırı ve işkence sürüyor. Bu kadar azgınca saldırının sebebi nedir?
Eyleme başladığım 14 Kasım tarihindeki ilk gözaltından başlayarak işkence ve saldırı sürekli devam etti. Yüksel Caddesi’nde gözaltı olmadığı ve orada oturma hakkımızı kazandıktan sonra bile saldırı olmasa bile işkenceli günler yaşadık. Soğuk kış günlerinde kalp ve romatizma rahatsızlığı olan biri olarak ayaklarımın dona kestiği günler, yazın sıcaktan bayılma derecesine geldiğim günler oldu. Yoldaşlarımın da aynı sıkıntıları yaşadıklarını biliyorum. Açlık grevinden sonra 24 saat alanda olma kararı aldık. Gece sabah kadar nöbet tutup gündüz üç beş saat uyuyup tekrar alana geldiğimiz oldu. Tüm gün ayakta bildiriler dağıttığımız, bazen aç bazen tok o alanı korumak için yaşadığımız her şey bir işkencedir.
O alandan üç kez Terörle Mücadele Şubesi’ne götürüldüm. Her biri işkencedir bu gözaltıların. Orada suyu ve şekeri hatta ilaçlarımı almayı reddettiğim en az iki gün susuz şekersiz ve ilaçsız gözaltında kaldığım oldu. Çünkü beni haksız yere bir mafya gibi kanunsuz gözaltına aldıklarını biliyordum. Her seferinde yüzlerine karşı öfkeyle bağırarak “beni derhal savcıya çıkarın” diye bağırdım. Savcılara da kızdım. Yüzlerine, yüzlerine “Beni neden kaçıncı kez karşınıza getiriyorlar, evimi basıyorlar, buldukları nedir, çağırsanız geliriz biz, buradan bırakınca yine Yüksel Caddesi’ne gidip direnmeye devam edeceğiz, yerimiz belli amacımız belli, bu yaptığınız hukuksuzdur” dedim. Hakkımızda açılan onlarca davanın birçoğundan beraat ettik, defalarca takipsizlik kararları, haksız gözaltı tazminatları aldık. Direnişimiz o kadar doğru bir yerde ve doğru bir biçimde yürüyor ki yaptıkları hiçbir şey bizi yolumuzdan döndüremedi. Bizi ev hapsi ve elektronik kelepçe ile cezalandırmak istediler. Onun hikayesini anlatmak isterim.
Bir gün rutin gözaltılar sonrası bizi hastaneden bıraktılar. Tam hastaneden çıkarken TEM polisleri geldiler başka bir yakalamanız var diyerek şubeye kaçırdılar. Evet yanımda kızım vardı. Ona sarılmama bile izin vermeden arabaya attılar zorla götürdüler. O zaman tutuklayacaklarını düşündüm ama boyun eğmedim. Tutuklasınlar dedim. Orada da direnmeye devam edeceğim. Bunlara asla boyun eğmeyeceğim. Yine su ve şeker almadan, ilaçlarımı reddederek nezarette kaldım. İkinci gün savcılığa çıktık. Malatya direnişçisi Erdoğan abi, Yüksel direnişçileri Nazan Bozkurt, şimdi tutsak olan Nazife Onay, Semih’in eşi Esra Özakça’yla da aynı nezarette idik. Savcı hakkımızda ev hapsi isteyerek mahkemeye sevk etti. Hakime işimizden edildiğimizi ve şiddet içermeyen barışçıl bir eylemin direnişçileri olduğumuzu, bu direnişi bitirmek için polisin baskı yaptığını, kendimizi ifade etmemiz için yürüttüğümüz direnişi engellememesini söyledik. Kadın hakim haftada 2 gün imza koşuluyla bizi serbest bıraktı. Amaçları direnişten bizi çekmek olan polis, savcı marifetiyle ertesi gün itiraz etti ve başka bir mahkeme bularak jet hızıyla bize ev hapsi çıkarttırdı. Biz de arkadaşlarla konuştuk ve evlerimizi direniş alanına çevirmenin de bir cevap olacağını düşünerek elektronik kelepçenin takılmasına karar verdik. Aslında niyetimiz biraz zaman kazanmaktı. Elektronik kelepçe takılması bir ayı bulur diye duymuştuk. Ancak bu kadar hızlı davranabileceklerini düşünemedik. İki gün içinde kelepçeyi takmak için geldiler. Nazife ve Esra’ya adres belirsizliği nedeniyle takılmadı. Bana takıldı. Toplamda 23 gün kelepçe bileğimde evimin bahçesinde eylem yaptım ve eylemi canlı yayınladım. Nazife’nin bu nedenle tutuklandığını öğrendiğim gün kelepçemi çıkarttım ve Yüksel direnişine gittim. Nazan da kelepçesini çıkartmamış ama ihlal ederek gelmişti. Elimizde “Yüksel Direnişi hapsedilemez” dövizi ile alana geldik ve gözaltına alındık. Ben kelepçeyi çıkarttığım için tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edildim. Hakimin karşısına çıkartıldım. Hakim ile konuşmamı aynen aktarıyorum;
– Tutuklanma talebiyle mahkememize gönderildiniz. Buyurun.
– (Mahkemede duran iki genç adama bakarak) Bunlar kim?
– Onlar benim korumalarım.
– Ben silahlı insanların önünde ifade vermem.
– Ama onlar koruma. Beni koruyorlar.
– Ben de 20 yıllık öğretmenim. Buraya silahlı eylemden gelmedim. Yüksel Direnişi’nden geldim. Üstelik gözaltından getirildim ve üzerim arandı. Böyle ifade vermem.
– (Hakim düşündü ve korumalarına bakarak) Çıkın dışarı. Evet, şimdi buyurun.
– Teşekkür ederim. Hakim bey, ben 20 yıllık öğretmenim ve ihraç edildim. Aylardır bir alanda şiddet içermeyen bir eylemle hakkım olan işimi geri istemek için bir eylem yürütüyorum arkadaşlarla. İktidarın emriyle polis yasal hakkımız olan bu eylemi engellemek için türlü türlü işkence ve saldırılar yaptı. Ama yılmadık devam ettik. Kararlılık ve taleplerimiz suç olamaz herhalde. Engellemeyince bizi eve hapsederek durdurmak, direnişi bitirmek istediler. Ev hapsi istediler. Kadın hakim bunu kabul etmeyerek bize iki gün imza verdi. Ancak polisler bu hakimin kararını beğenmeyerek başka bir hakime ev hapsi kararı çıkarttırdılar. Onlar bizim hakimin kararını beğenmediyse ben de onların hakiminin kararını beğenmedim ve elektronik kelepçeyi çıkarttım. Hakimler savaşı mıdır hukuk? Şimdi beni tutuklatmak istiyorlar. Ben o evde çocuğumu büyüttüm, dostlarımı misafir ettim orası benim evim, bundan sonra da yaşamımı sürdüreceğim yer. Evimi hapishaneye mi çevireyim? Bugünler geçtiğinde orayı hapishane olarak mı hatırlayayım? Ne suç işledim de hapsedilmem gerekiyor? Hırsız mıyım, katil miyim, darbeci miyim? Ben evde bavulumu hazırladım, beni tutuklayabilirsiniz ama evimi hapishaneye çevirmeyeceğim.
– Bitti mi?
– Anladıysanız pardon, anlatabildiysem tamam.
– (Avukatların savunmasından sonra) Tutuklama talebinin reddine.
İşte kelepçe hikayesi. Ev hapsinin kaldırılması üzerine yaşadıklarımız bunlar. Bu olaydan da anladığınız üzere bu direniş meşruluk üzerinden yürüyor. İktidar elbet saldıracak, her türlü yöntemi deneyecek ama siz meşruluğunuza inanacaksınız, asla geri adım atmayacaksınız, direnişi tutuklanmak vs. hesaplar üzerinden değil haklılığınız üzerinden yürüteceksiniz. O zaman çaresiz kalacaklar. Tutuklansanız bile taviz vermeyecek, haklılığınızı dünya aleme anlatacaksınız. Bugün geldikleri nokta şudur: Her basın açıklaması yapmak istediğimizde bizi alandan kaçırıp hastane muayenesinden sonra 259 lira para cezası kesip serbest bırakıyorlar. Evet her açıklama sırasında işkence gördüğümüz bir gerçek ama halkla bağını asla koparmayan bu direnişin bu bedeli ödeyerek iktidarın sessizlik ve biat politikası duvarından her gün bir tuğla çektiği de bir gerçek.
Y.D – Yüksel Direnişi Ankara’yı da aşarak ülkenin bir çok noktasında belli eylemliklerle devam etti. İhraç edilen binlerce emekçi varken direnişe geçenlerin sayısı sınırlı oldu. Örgütsüzlüğün, sendikaların ve özelde KESK’in bu tabloda etkisi nedir?
KESK’in iktidarın saldırı politikalarına karşı duruşunu bir olayla açıklayalım. Henüz ilk ihraçların olduğu sanırım Ağustos 2016 tarihiydi, KESK başkanı Lami Özgen Hayat TV’de bir programdaydı. Spiker soruyor:
– Lami Bey binlerce ihraç oldu kamudan. Bunların FETÖ’cü olduğu söyleniyor. Ama arada birkaç tane KESK üyesi de var. Üyelerinizin ihraç edilmesine bir yol kazası diyebilir miyiz?
Lami Özgen cevap veriyor:
– Evet buna bir yol kazası diyebiliriz.
İşte OHAL ve KHK’lerin meşrulaştırılmasını içeren konuşma budur. Burada büyük, tüzüğünde fiili, meşru, militan mücadeleyi esas aldığını söyleyen bir sendikanın başkanının talihsiz gibi görünen ama aslında iktidarın politikalarına selam çakan, uzlaşıyı temsil eden tarihi açıklaması. Bir sendika başkanı olarak Özgen’in, “Ne demek yol kazası, bu yol yanlıştır, yanlış yolun kazası olur mu? Soruşturma açılmadan, yargı yolu terkedilerek, insanlara savunma hakkı verilmeden, suçlamayı temellendirmeden hiç kimse işinden aşından edilemez. KHK’ler hukuksuzdur. Bu, cemaat ya da sağcı, solcu kime yapılırsa yapılsın zulümdür” demesi gerekmez miydi? Ama demedi. O açıklama aslında bugün KESK’in sessizliğini de eylemsizliğini de ihraçlara sahip çıkmamasını da işaret eden bir zihniyetin yansımasıdır. Bunu korkaklıkla, hareketsizlikle açıklayamayız. KESK’teki hakim anlayışların devletle uzlaşmalarının, buna dair politikalarının kamu emekçileri mücadelesinden uzak, hatta kamu emekçileri mücadelesini umursamayan bir yerde durduğunun ispatıdır. İhraç edilen 4100 üyesine bugün itibariyle yeni yayımlanan KHK ile binler katılmıştır. Ve KESK hâlâ siyasi pazarlıkların bir parçası olarak durmaktadır. Yüksel Direnişi gibi dünyada yankı uyandırmış bir direnişe sahip çıkmadığı gibi bugün düşmanca bir tavır takınmaktadır. Sendika şubelerinde etkinliklerimize yer vermemektedir. Gerekçesi ise bizi direnişe zorluyorsunuz olmuştur. Biliyorsunuz Yüksel Okulu bizim direniş etkinliklerimizden biridir. Bu okulun faaliyetlerini ben yürütüyorum. Ve Eğitim-Sen Ankara 1 No’lu Şube bu etkinliğin şubesinde yapılmaması için gerekçesiz bir karar almış, geçen hafta etkinliğin yapılmaması için sendika kapısını kilitleyip polis çağırmıştır. Bu hafta Yüksel Okulu için tekrar şubeye gittiğimizde yine kapısını kilitlemiştir. Bizler de okulun katılımcıları olarak sendika kapısının önünde merdivenlerde dersimizi yaptık. Bu savrulmuş, oportünist sendika tavrına karşı kitle ve sınıf sendikacılığını anlattık. Sendikaların geldiği durumu teşhir eden Filip Kota’nın “Dünya Sendikal Hareketinde İki Karşıt Çizgi” kitabını okuduk, yorumladık. Derslerimizi her halükarda yapacağız ve bu uzlaşmacı sendikalara karşı emeğin ve emekçinin mücadelesini yürütmeye devam edeceğiz.
KESK’e hakim anlayışları üyelerine anlatacağız. KESK’in üyelerine para ödemesi konusuna da değinmek isterim bu arada. İhraçlara maddi yardım yapması hiç de masum değildir. Üyelerini korumak için aldığı bir karar da değildir. Başlangıçta çok sayıda KESK üyesinin ihraç edildiği günlerde insanları direniş örme isteğine ve öfkesine engel olmak için alınmış bir karardır bu. Açıkçası kim akıl verdiyse iyi akıl vermiş. Çaresiz insanın elbet direnme isteği ve öfkesi çoktur. Çünkü açtır, geçimini sağlamak için bir yolu yoktur ve bunun için sokağa çıkma ihtimali yüksektir. Bunu fark eden bir el düğmeye basar ve ihraçlara bir miktar para ödeyerek onları rahatlatır. Böylece ihraç edilen kişilerin bir kısmı “buna da şükür, hiç olmazsa bu para var, umutsuz değilim, riske girmeye, tutuklanmaya gerek yok” der. Böylece öfkesi, gazı azaltılmış olur. Hatta sendikanın teşviki ile yeni işyerleri açar, dönerci, kafe, çantacı gibi işyerleri açarak direndiklerini iddia edecek konuma getirilir. Nasıl tehlikeli bir bakış açısı sirayet etmiştir topluma. Hayat sadece karnını doyurmak ve başka açları, çaresizleri görmemekten ibarettir. Sen keyfine bak diğerlerinin canı cehenneme. Kapitalist düzenin bencil, bireyci modeli sola hakim mi oluyor? Bunu kabul edemezdik, edemeyiz, etmeyeceğiz. İhraç arkadaşlarımızla yeni bir mücadele çizgisi öreceğiz. Sendikaların insanları devlete yedekleyen sahte, çözüm olmayan umut dağıtmalarının, insanımızı çaresizliğe iten bekleyişinin önüne mücadele ve direniş umudunu koyacağız. Bu sessizliği yırtacağız. Sessizlikten umudun sloganını yükselteceğiz.
Y.D – Biraz da güncel politik gelişmelerden konuşalım isterseniz. 24 Haziran’da bildiğiniz gibi bir seçim süreci geride kaldı. Kitlelerde ki seçimlere “umut” bağlama hali seçim sonuçlarının “malumun ilanı” olarak sonuçlanmasının ardından yerini “umutsuzluğa” bıraktı. Bu anlamıyla seçimlere ve parlamentarizme, sistemiçi arayışlara yönelme durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Anlatmaya gerek yok görüyorsunuz” fenomeni bu durumda anlamını buluyor değil mi?
Seçim sürecinde bunun bir çözüm olamayacağını söyledik. Hatta bir tweetimde “Faşizmi sandıkta oylattınız, Allah belanızı versin” dediğimi belki de gördünüz. Çok açık bir gerçek var: Hem faşizm var diyeceksiniz hem de seçimle bir şeylerin değişeceğini söyleyeceksiniz. O zaman ya faşizm yoktur boşuna bağırmayacaksın, ya da seçim yoktur insanlara sahte umut dağıtmayacaksın. Hem faşizm var diyen hem de seçimlerde taraf olun, oy verin diyen demokratik kitle örgütlerini yönetenlerin durumu içler acısıdır. Seçim çare değil aslolan direniştir diyen birkaç sayılı kurumdan biri de Yüksel Direnişi olmuştur. Ne kadar haklı olduğumuzu gördük. Muharrem İnce’nin AKP’nin bir bakanı gibi il il dolaşıp seçimi meşrulaştırması, demokrasi varmış algısı oluşturmasına bakın. Faşist baskılarla sandıkların yerlerinin değiştirilmesini, polis ve jandarma baskısı ile bir çok yerde insanların oy verdiğini-veremediğini, Suruç’ta seçim cinayeti işlendiğini, devlet imkanlarının kullanılarak propaganda yapıldığını görmezden gelerek barajı geçmiş olmayı kâr sayan, mecliste olmayı yeterli gören ve sonucu kabullenen HDP’ye bakın. Durum içler acısı. Bu fotoğraf direnmekte ne kadar isabetli davrandığımızın da göstergesidir.
Y.D – Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
İktidar ekonomik krizden çıkabilmek, yönetememe krizini örtmek için baskı uygulamaktadır. Bu durumda en korktuğu şey bilinçli emekçi kitlelerin grevleri, direnişleridir. Neden korkuyor? Çünkü iktidarın sonunu bu direnişler getirir. Bu nedenle bütün trolleri, mafya çeteleri direnişlere tehditler savurmaktadır. Korkutarak direnişten vazgeçirmeye çalışmaktadır. Bu nedenle eğer bu iktidardan ve zulmünden kurtulmak istiyorsak grevleri büyütmeli, direnişleri çoğaltmalıyız. Korkularımızın üstesinden gelmeli, çocuklarımız için cesareti kuşanmalıyız. Şunu unutmamalıyız gücümüz tarihsel haklılığımızdadır. Ezilenler, emekçiler bu düzenin haklılarıdır. Ve mutlaka kazanacaklardır. Önümüzdeki günlerde bir ihraç kurultayı düzenlemeyi planlıyoruz. Elden ele, dilden dile bunu duyurmalı ihraç edilmiş, susturulmaya çalışılan ve umutsuzluğa terkedilmiş tüm emekçilere bu kurultayı duyurmalı, faşizme karşı birleşik cephede bir mevzi oluşturmalıyız. Hepimize kolay gelsin. Umutla, dirençle, dayanışmayla…