Kapitalist-emperyalist sistemin derinleşen krizine paralel hegemonya mücadelesinin keskinleştiği bir dönemden geçiyoruz. Doğu Avrupa’dan Orta Doğu’ya, Pasifik’ten Afrika’ya emperyalistlerin kışkırttığı, yer yer doğrudan müdahil oldukları savaşlar, çatışmalar nedeniyle dünya ateş topuna dönmüş durumdadır. Bugünkü savaş ve çatışma konjonktürünün baş sorumlusu ABD’dir. Hegemonyası gerileyen ABD, küresel hâkimiyetini koruyabilmek adına hem rakiplerine hem dünya haklarına karşı saldırgan bir siyaset izlemekte, çatışma ve savaş iklimini bilinçli ve kararlı bir şekilde tırmandırmaktadır. Biden yönetiminde bu siyaset daha üst bir boyuta taşındı. Biden yönetiminde ABD, işlediği suçlara her gün bir yenisini ekledi. Ukrayna’da savaşı kışkırtan ABD’dir, Pasifik’te Çin’e karşı ittifaklar oluşturarak, Tayvan’ı silahlandırarak bu bölgeyi de barut fıçısına çeviren odur, Orta Doğu’da 7 Ekim sonrasında İsrail’in Gazze’ye karşı başlattığı soykırımcı işgalin arkasında da ABD vardır. Son olarak ABD kongresi Biden yönetiminin Ukrayna, İsrail ve Tayvan’a 95 milyar dolarlık silah yardımını öngören devasa savaş paketini onayladı. Bu savaş paketi Biden yönetiminin saldırganlığını tırmandıracağını gösteriyor. ABD’nin küresel hâkimiyetini restore etmeyi amaçlayan saldırgan siyasetinin merkezinde Doğu Avrupa, Pasifik ve Orta Doğu var. Rusya, Çin ve İran’ı yıpratmayı ve çevrelemeyi hedefleyen bir strateji devrededir.
İkinci paylaşım savaşının ardından ABD öncülüğünde inşa edilen “tek kutuplu dünya düzeni” 21. yüzyılda Rusya ve Çin’in ayrı bir baş çekmesiyle birlikte çöpe atılmış durumdadır. Çin ekonomik alanda, Rusya ise askeri alanda ABD’nin hegemonyasını aşındırmaya başladılar. Özellikle 2008 sonrasında ABD’nin temel sorunu bu aşınmayı durdurmak olmuştur. Obama ile başlayan süreçte ABD Rusya ve Çin’i dış politikanın odak noktasına taşıyarak etkilerini sınırlandırma gayretinde oldu. Biden’la birlikte ABD Rusya ve Çin’i kuşatma siyasetini saldırgan bir şekilde uygulamaya koyuldu. Bu politika çerçevesinde ABD Doğu Avrupa ve Pasifik’te Rusya ve Çin’e karşı yeni ittifaklar kurmaya yöneldi. Silah ve asker yığarak bölgedeki uşaklarını silahlandırırdı. Tayvan ve Ukrayna gibi tarihsel sorunları kaşıdı… Orta Doğu ise 7 Ekim sonrasında ABD’nin biraz da mecburi olarak yoğunlaştığı bölgelerden biri oldu. Nitekim kongrenin onayladığı “yardım paketi”nde adı geçen ülkeler de ABD’nin bu süreçte Orta Doğu, Pasifik ve Doğu Avrupa’yı saldırılarının ana hedefi olarak gördüğüne işaret etmektedir. Şimdi bu savaşa endeksli yardım paketinden hareketle ABD’nin ne yapmaya çalıştığına daha yakından bakalım.
UKRAYNA-DOĞU AVRUPA
Savaş paketine baktığımızda en büyük yardımın, 61 milyar dolarla Ukrayna rejimine yapıldığı görülüyor. Bu ABD’nin izlediği stratejiyi anlamak bakımından önemli bir veridir. ABD için esas tehdidin Çin olduğu resmi belgelerde ilan edilmiş durumdadır. Ekonomik gücü ve olanakları itibarıyla ABD’nin hegemon konumuna alternatif oluşturabilecek tek güç Çin’dir. 61 milyar dolarlık yardım ise bize ABD’nin hedef tahtasına Rusya’yı koyduğunu göstemektedir. Neden? Çünkü ABD, hegemonya mücadelesinde AB’nin desteğine muhtaçtır ve AB’yi peşine takması Rusya tehdidi ile mümkündü. Ukrayna Savaşı da ABD tarafından bu hedefe uğruna kışkırtıldı. Bu savaşla hem Rusya Ukrayna’da hezimete uğratılıp hegemonya mücadelesinin dışına atılacak hem de Çin yalnızlaştırılacaktı. ABD İngiltere ile birlikte bu savaşı sürdürmek ve yaymak için tüm gücünü seferber etti. Ukrayna’nın faşist rejimine tarihte görülmemiş düzeyde silah yardımı sağladı. AB’yi peşine takarak Rusya’ya ekonomik ambargo uyguladı. Ukrayna Savaşı sayesinde ABD birçok stratejik kazanım elde etti. Bu savaş vasıtasıyla AB yeniden ABD’nin arkasında hizalandı. Batı blokundaki çatlakları onardı, “beyin ölümü gerçekleşti” denen NATO’yu canlandırdı. Ne var ki Rusya’yı, yıprattıysa da hezimete uğratamadı. Gelinen aşamada dengeler Rusya’nın lehine dönmüştür. Bunun en önemli göstergesi batıda oluşan savaş yorgunluğudur. ABD savaşının uzaması halinde ekonomik ambargo altındaki Rusya’nın enerjisinin tükeneceğini ve beyaz bayrak çekerek Ukrayna’dan çıkmak zorunda kalacağını düşünüyordu. Oysa Rusya, ekonomisini de hazırlayarak bu savaşı bir “karşı yıpratma savaşı”na çevirmeyi ve ayakta kalmayı başardı. Dahası Ukrayna topraklarının yüzde 20’sini ele geçirdi. Çatışma uzadıkça savaş yorgunluğu, beklenenin aksine batı blokunda ortaya çıktı. Bu durum Ukrayna ordusuna akıtılan yardımın kesilmesine yol açtı ve Batı’nın askeri desteği azaldıkça savaşı tamamen ABD-AB’ye yaslanarak vermeye çalışan faşist Ukrayna rejiminin direnme kapasitesi sıfırlanma noktasına geldi. Ukrayna’nın asker kaybı son 2-3 ay içerisinde ordunun savaş gücünü kıracak aşamaya ulaştı. Nitekim son aylarda Rus ordusunun Ukrayna’nın doğusundaki ilerleyişi ve toprak kazanımı da hızlandı. Bizzat batılı generaller Ukrayna’nın iki haftalık mühimmatının kaldığını ve Rusya’nın baskısı karşısında tüm cephelerde çökme tehlikesi yaşadığını, yenilgisinin kaçınılmaz olduğunu dillendiriyor. Ukrayna ordusunun Donbas’ta birçok yerden çekildiği haberleri de bu tespiti doğruluyor.
Ukrayna’nın yenilgisi ve Rusya’nın zaferi ABD için bir kâbus senaryosudur. Bu senaryonun gerçekleşmesi halinde ABD, caydırıcılığının büyük darbe yiyeceğini, Ukrayna sayesinde elde ettiği kazanımları kaybedebileceğini iyi biliyor. Rusya’nın zaferi ABD’nin gerileyen bir güç olduğu düşüncesini doğrulayarak NATO’da yeni çatlakların oluşmasına, ABD liderliğinin sorgulanmasına, AB’li emperyalistlerin Rusya ve Çin’e yakınlaşmasına neden olabilir. İşte Ukrayna’nın yenilgisini önlemek adına ABD çok kritik bir aşamada harekete geçerek 61 milyar dolarlık devasa bir silah yardımı paketini açıkladı. Bu büyük yardım ABD’nin Ukrayna’da yenilgiyi kolay kabullenmeyeceğini, savaşı uzatmakta kararlı olacağını gösteriyor. Gene gerçek şu ki askeri yardımın boyutu ne olursa olsun Ukrayna ordusunun Rusya’yı yenilgiye uğratabilmesi mümkün değildir. Bu yardım olsa olsa savaşın biraz daha uzamasına, Rusya’yı yormaya yarayabilir. O kadar. Savaşta dengelerin Ukrayna lehine dönmesi ancak NATO’nun doğrudan müdahalesi ile mümkün olabilir. Zaman zaman Fransa tarafından Rusya’yı dizginlemek amacıyla Ukrayna’ya asker gönderme konusu gündeme getirilse de bunun şu aşamada göze alınamayacağı açıktır. Dolayısıyla Ukrayna Savaşı ABD için bir çıkmaz haline gelmektedir.
PASİFİK
Yukarıda da vurguladığımız üzere ABD için uzun vadede esas tehdit Çin’den gelmektedir. Dış politikadaki bir numaralı meselesi Çin olduğu için Pasifik’teki gelişmeler ABD’nin gündeminde özel olarak yer almaktadır. ABD hegemonya mücadelesinde tayin edici kavganın Pasifik’te yaşanacağına inanıyor ve kısa vadede Ukrayna, Orta Doğu gibi bölgeler öne çıksa da uzun vadede Pasifik’teki bu mücadeleye hazırlanmakta olduğu görülüyor. Ukrayna’da, Orta Doğu’da adı sıkça geçse de diğer bir tarafta AUKUS (Avusturalya, ABD, İngiltere), QUAD gibi Çin karşıtı ittifaklar oluşturup Çin’i bu ittifak ağı ile çevrelemeye çalışıyor. Bölgede Çin’le çelişkiler yaşayan devletleri silahlandırıp kışkırtıyor.
ABD’nin bölgede Çin’e karşı öne çıkarmaya çalıştığı devletlerden biri Hindistan’dır. Devasa nüfusu, jeopolitik konumu, askeri gücü ve Çin’le yaşadığı tarihsel sorunlar itibarıyla Hindistan ABD’nin Çin’e karşı iştahını kabartan, bölgede Çin’i dengeleyecek bir aktör olarak görülmektedir. ABD Hindistan’ı kazanmak adına elinden geleni yapmaktadır. Geçmişten bu yana İngiltere’nin kesin etkisi altında olmakla birlikte emperyalistler arası mücadelede “tarafsız” bir pozisyonda görünen Hindistan Çin’in güçlenmesinden çekindiğinden dolayı ABD’ye aracılık etmeye teşne bir devlettir.
Öte yandan ABD Avustralya, Japonya, Filipinler gibi geleneksel müttefiklerini de Çin’e karşı silahlandırarak güçlendirmeye çalışmaktadır.
Burada Filipinler’e özel olarak değinmek gerekiyor. Görünürde Çin’e saldırı Tayvan’dan gelecekmiş gibi gösteriliyor ama o bölgede ABD’nin jandarmalığını Filipinler yapmaktadır. Filipinler öteden beri ABD’nin o bölgedeki ileri karakoludur. Son dönemde ABD’nin Filipinler’i Çin’e karşı kullanmak üzere hazırladığı görülmektedir. Her ne kadar Hindistan’ı yanına çekmeye çalışsa da Hindistan’ın sıcak bir savaştan kaçındığı gözlemleniyor; ama Filipinler bu konuda kukla rolüne daha yakın görünüyor. ABD’nin Filipinler’le askeri iş birliklerinin çok ileri boyutta olduğu da unutulmamalı. Çin’den yapılan resmî açıklamalarda da ABD’nin saldırganlığa Filipinler üzerinden hazırlandığı vurgulanmıştır.
ABD Çin’i baskı altına alabilmek adına Japon militarizmini yeniden hortlatmıştır. İkinci Paylaşım Savaşının ardından uluslararası anlaşmalarla ordu kurması yasaklanan Japonya ABD’nin desteğiyle yeniden silahlanmaya başlamış, hatta nükleer silah üretmeyi hedeflediğini ima eden açıklamalar yapmıştır.
Enerji kaynaklarının paylaşımı nedeniyle Çin’le başta Filipinler ve Vietnam olmak üzere bölge ülkelerinin Güney Çin Denizi’nde yaşadıkları ihtilaflarda ABD’nin bölge siyasetinde önemli bir yer teşkil ediyor. ABD burada Çin’le ihtilaf yaşayan ülkeleri destekleyerek Çin’e karşı kışkırtıyor. Böylece bu konudan doğan ihtilaflarda ABD’nin Çin’i bölgede tehdit etme hedefi doğrultusunda etkili bir şekilde kullanılıyor. Bölge ülkelerini bu vasıtayla yanına çekiyor. Örneğin Biden Güney Çin Denizi’nde Filipinler’i Çin’e karşı savunacaklarını söyledi.
Öte yandan ABD’nin Pasifik siyasetindeki bir diğer temel amaç NATO’yu kullanmaktır. Bu hedef doğrultusunda SSCB’ye karşı Avrupa merkezli kurulmuş olan bu savaş örgütü, konsepti değiştirilip Pasifik’i de içeren bir yapıya kavuşturulmak isteniyor. ABD NATO’yu Pasifik’e taşıdığı takdirde AB’yi de Çin karşıtı cepheye dahil edebileceğini hesaplıyor. Bu hususta bazı adımlar atmayı da başardı. Örneğin NATO, tarihinde ilk defa Rusya’nın ardından Çin’i de tehdit olarak tanımladı. Japonya’da bir NATO karargâhı kuruldu. Ancak ABD henüz AB’yi Çin karşıtı cepheye katma hedefinin uzağındadır. Çin’de yoğun ticari ilişkileri bulunan başta Almanya olmak üzere birçok Avrupalı devlet bu hususta ABD’ye direnç gösteriyor.
ABD’nin Pasifik politikasının temel taşı ise Tayvan’dır. Biden yönetiminin Çin’i baskı altına almak için kullandığı araçların başında Tayvan sorunu geliyor. Devrimin ardından Çin’den kaçan Çan Kay Şek ve diğer karşı devrimciler ABD himayesinde Tayvan’da konumlandılar. O tarihten bu yana Tayvan varlığını bir kukla rejim olarak ABD şemsiyesi altında sürdürmekte ve Çin’e karşı bir baskı unsuru olarak kullanılmaktadır. Tayvan Çin’in kırmızı çizgisidir. Çin Tayvan’ı kendi toprağı olarak görmekte ve nihai amacının bu adayı gerekirse zor kullanarak ele geçirmek olduğunu her fırsatta dile getirmektedir. Ancak Çin bugün için savaşa hazır olmadığını düşündüğünden harekete geçmiyor. ABD ise hem Çin’i hazır olmadığı bir çatışmanın içine çekmek hem de gerilimi bilinçli bir şekilde yükselterek müttefiklerini Çin’e karşı pozisyon almaya zorlamak adına Tayvan meselesini kaşımaya devam ediyor. Çin için bir batağa çevirmek adına Tayvan’ı silahlandırıyor. Biden “Çin’in işgale kalkışması halinde Tayvan’ı savunacaklarını” söylüyor. Biden’ın “silah yardımları” ile ulaşmaya çalıştığı bir diğer amaç adadaki “bağımsızlık” yanlısı Amerikancı kesimi güçlendirmektir. İktidardaki “liberal parti” ABD’ye dayanarak bağımsızlık yanlısı bir politika takip ederken muhalefetteki Guamindang, yakın ekonomik ilişkilere sahip olduğu Çin’i kızdıracak adımlara karşı çıkıyor. ABD Tayvan’ı Çin’e karşı bir koz olarak elde tutmak için “bağımsızlık” yanlısı kesimi güçlendirmeye çalışıyor ve “ayrılıkçı” arzuyu körüklemek adına silah desteğini artırarak sürdürüyor.
ABD Çin’i kuşatmak adına Pasifik’teki faaliyetlerini gün geçtikçe artırıyor. Çin’i Pasifik’te sıkıştırmaya çalıştıkça Çin ABD’nin karşısında Orta Doğu’da Afrika’da hatta Latin Amerika’da çıkıyor. Bu da gösteriyor ki ekonomik olarak devasa bir güce erişen, dünyanın dört bir yanı ile yoğun ticari ilişkilere sahip sosyal emperyalist bu ülkeyi izole etmek, yalnızlaştırmak pek mümkün değildir. ABD de bunu gördüğü için Çin’le rekabeti, üstün olduğu askeri alana taşımaya gayret ediyor, henüz güçlenmeden ve hazırlıklarını tamamlamadan Çin’i erken bir savaşın içine çekerek saf dışı etmeyi arzuluyor. Çin ise ABD’yle bir çatışmanın kaçınılmaz olduğunu görüyor ve buna hazırlanıyor. Nitekim bu hazırlıkları tamamlama adına 2030 yılını önüne hedef olarak koymuştur. Bu tarihten önce bir çatışmaya girmemek için temkinli davranmaya çalışıyor. ABD’nin kışkırtmalarına rağmen Çin’in bu temkinli tavrı ne kadar sürdürebileceği tartışmalıdır. Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in adında somutlaştırılan uluslararası dengelerde Çin’in rolünü geliştirme ve Çin Halk Ordusunun modernleştirme anlayışı sabrın hem gücünü hem de sınırını anlamak bakımında bir veri olarak incelemeye alınabilir. Bununla birlikte ele alındığında ABD’nin Pasifik bölgesini tıpkı Doğu Avrupa ve Orta Doğu gibi patlamaya hazır bir barut fıçısına çevirdiği görülecektir.
ORTA DOĞU
Esasında Orta Doğu, Biden yönetiminin ilk dört yılında öncelikler arasında değerlendirilmedi. ABD tüm enerjisini Rusya’yı ve Çin’i kuşatmak politikasına sarf ederek Orta Doğu’yu ikinci plana atmıştı. Ancak bu Orta Doğu’dan vazgeçildiği anlamına gelmiyordu. Biden yönetimi Rusya ve Çin’e yönelirken Orta Doğu’daki hâkimiyetini esas olarak bölgedeki uşaklarını bir araya getirip cepheye sürerek devam ettirmeyi planlıyordu. Bu amaçla Filistin sorununun kaynağı olarak gördüğü Arap devletleri arasındaki sorunları ve İsrail’e karşı devam eden Semitizm’i devletlerle arası normalleşmeyle aşmayı gündeme getirdi. Bu hedefle hazırlanan “Abraham Anlaşması” bir süredir normalleşmenin kalıcı adımı olarak ilerliyordu.
7 Ekim’de Filistin halkının işgalci İsrail’e vurduğu ağır darbenin ardından başlayan çatışmalar ABD’nin planlarını altüst etti. ABD Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki anlaşma imza aşamasına getirilmişken ve bu iki uşağını İran’a karşı birleştirmeyi hayal ederken Aksa Tufanı ve sonrasında Siyonist rejimin giriştiği soykırım Arap halklarının tepkisinden korkan Suudi Arabistan’ın geri adım atmasına ve normalleşme tasarısının şimdilik rafa kalkmasına neden oldu. Dahası başlayan çatışma İsrail’in “güvenliğini” tehlikeye düşürdüğünden ABD’nin, yönünü tekrardan Orta Doğu’ya çevirmesine yol açtı. Bölgeye güç yayarak İsrail’e koruma şemsiyesi açtı ve sınırsız silah ve mali destekle Siyonist rejimin Gazze’de soykırıma girişmesini sağladı.
7 Ekim’in ardından ABD, bölgede bıraktığı boşluğun İran-Çin ve Rusya tarafından doldurulduğunu gördü. Bu sebeple Orta Doğu yeniden ABD için önceliklerden biri haline geldi. ABD, Siyonist rejimin güvenliği ve Filistin mücadelesini tasfiye etmek adına İsrail’e silah akışını sürdürüyor. ABD’nin önceliklerinden biri başta Hamas olmak üzere Filistin direniş örgütlerini yok ederek İsrail’e yönelik tehditleri bertaraf etmektir. Siyonist ve işgalci İsrail’in hizmetine sunulan 26 milyar dolarlık silah desteği her şeyden önce Filistin halkına karşı sunulmuş bir destektir. Kuşkusuz Hizbullah ve İran da bu desteğin hedefindeki diğer esaslı unsurlardır. Aynı zamanda Orta Doğu halklarını ezmek için desteklediği Siyonist devleti daha da güçlendirip bölge halklarına korku salmaya çalışıyor.
Bununla birlikte ABD İran’ı yeniden hedef tahtasına koymuştur. Orta Doğu’da sarsılan hâkimiyetini korumak için İran’ı geriletmek, ABD için elzemdir. Ancak İsrail’in tüm ısrar ve kışkırtmalarına rağmen ABD henüz İran’a karşı geniş çaplı bir saldırı başlatmaktan yana değil. Böyle bir savaşın ABD’nin batağa saplanmasına neden olabileceği ve bu durumun Rusya ve Çin’e yarayacağı düşünülüyor. İran’ı kuşatma altında geriletmeyi hesaplıyor.
Nitekim geçtiğimiz günlerde Biden yönetimi yeni Orta Doğu politikasını açıklamış ve temel hedef olarak da İran’a karşı koalisyonunun genişletilmesinden söz etmiştir. Bu hedef doğrultusunda ABD, 7 Ekim nedeniyle rafa kaldırılan Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki normalleşme görüşmelerini yeniden başlatmaya çalışıyor ve bu hususta yol aldığı görülüyor. İsrail ile normalleşme karşılığında Suudi Arabistan’a, nükleer güç olması vadediliyor. Böylece İran nükleerle donatılmış iki uşak devlet tarafından çevrilmiş olacaktır. Amaç İran’ı hareketsiz bırakmaktır. Suudi Arabistan’ın İsrail’le birlikte İran’a karşı harekete geçmesinin diğer Arap ülkelerini de etkileyerek bu cepheye katılmaya sevk edeceği hesaplanıyor.
Sonuç olarak kongreden geçen savaş paketi aynı zamanda silah tekellerine kaynak aktararak krizden çıkma çabası olarak okunmalıdır. Bunun yanında Biden ve yönetimi, kalan altı ayda Pasifik, Doğu Avrupa ve Orta Doğu’da saldırgan siyasetini sürdüreceğini ilan etmiş oldu. ABD Rusya’ya karşı Ukrayna’yı, Çin’e karşı Tayvan’ı, İran’a karşı İsrail’i silahlandırıyor. ABD dış politikasının nereye evrileceği hususunda kasım ayında gerçekleşecek başkanlık seçimlerinin belirleyici olacağını değerlendiriliyor. Biden’ın yeniden seçilmesi halinde bu politika devam edecektir. Trump’ın başa gelmesi halindeyse öz korunsa bile bazı bölgelere yaklaşım değişebilir. Örneğin Trump’ın temsil ettiği klik Rusya ile çatışmanın gereksiz olduğunu, Ukrayna’ya verilen desteğin gereksiz bir ağırlık yaptığını, Çin’e odaklanmak gerektiğini düşünüyor. Trump Ukrayna’ya desteği keseceğini ifade ediyor. İç kamuoyunda da buna destek var.
ABD “yardım” adı altında dünyanın dört bir yanında faşist gerici devletleri silahlandırmayı sürdürüyor. Emperyalist hegemonya uğruna savaş ateşini her tarafa yayıyor. Verilen bu silahlar aynı zamanda halkları zapturapt almak için veriliyor. ABD emperyalizmi onun dünyanın dört bir tarafındaki tetikçileri dünya halklarının baş düşmanı olduklarını her gün yeniden ispatlıyor.