Trump’ın yeniden ABD başkanı olarak seçilmesiyle ABD ve Çin arasındaki ekonomik çekişmenin dozunun artacağı endişesi yayıldı. Seçim kampanyasında Çin’e yönelik ticarî kısıtlamalardan ve ek vergilerden söz eden Trump’ın, daha önceki başkanlığı döneminde izlediği politikalar ve emperyalistler arası çelişkilerin geldiği evre göz önüne alındığında bu endişe için makul gerekçelerin olduğu söylenebilir.
Bu endişeyi ve açık ekonomik savaş çağrılarının etkilerinin ne olacağını ve kapsamını ele almak için öncelikle birkaç hususa değinmemiz gerekir.
Çin sosyal emperyalizminin en büyük ticarî ortağı ve aynı zamanda en sert rekabeti yürüttüğü ülke ABD emperyalizmidir. Ticarî ortaklık ve “rekabet” devam etmekle birlikte, Çin’in ABD’ye ihracatı 2016 yılından bu yana sürekli olarak kısıtlanmaktadır. 2016’da toplam ithalatının yüzde 22’sini Çin’den karşılayan ABD 2023 yılında bu payı yüzde 16 seviyesine indirmiş bulunmaktadır. Bu azalma ABD’de talep düşürücü önlemlerden çok yeni tedarik ağları oluşturmakla ilgilidir. Bu yolla Çin’in arz gücünü azaltmak ve rekabet gücünü kırmak amaçlanmaktadır. Çin’in ekonomik girişimlerini sekteye uğratmaya yönelik daha önceki hamleler ve pandemi dönemindeki genel arz kesintileri geniş krizlere yol açmıştı. ABD’nin, rezerv para gücünü elinde tutma avantajını kullanarak para politikasını sıkılaştırmasının ardından Çin “sıfır Covid” politikasıyla pandemiden kaynaklanan üretim düşüşünü derinleştirdi ve böylece meta dolaşımı sekteye uğratarak arz ve tedarik zincirinde krize yol açmıştı. Biden döneminde ise bu savaşımı tırmandırmak değil, kaçınılmaz çarpışmayı öteleyecek politikalar benimsenmiş ve uluslararası ekonomideki gerilim görece azaltılmıştı.
Kimi anlaşmalar ile belli ticarî faaliyetlerdeki vergiler düşürülerek özellikle “ulusal güvenlik” başlığı altında değerlendirilen teknoloji ticareti gibi alanlarda ise kısıtlamalar sürdürülerek bir denge yakalanmaya çalışılmıştı. Bu yapılırken özellikle AB üzerinde baskı oluşturularak Çin’in bu alandaki ticarî kapasitesi daraltılmak istenmişti. Öyle ki, uzun yıllardır Almanya’nın en büyük ticarî ortağı olma unvanını ABD, 2023 yılında Çin’den geri almış oldu. Ancak özellikle enerji alanında görülen arz kesintisi ve bunun üretim alanlarına yansıması ile birlikte üretim kapasitesinde yaşanan daralma, Avrupa merkezli ekonomik durağanlık risklerini açığa çıkarmış, bu durağanlık yalnızca Avrupa ile sınırlı kalmamış ve bütün dünyayı tehdit eden bir risk haline gelmiştir. 40 yıldır sürekli ve istikrarlı büyüyen ve bu ekonomik becerisi ile ön plana çıkan Çin dahi kapitalist restorasyon sonrası en büyük ekonomik resesyon riski ile karşı karşıya kalmıştır. Pandeminin sonlanması ile hızlı toparlanma ve yüksek büyüme rakamları yakalanacağı beklentisi oluşsa da aradan geçen birkaç yıla rağmen bu beklentinin artık karşılanmasının zor olduğu görülmüştür. En son 2024 Ağustos ayı verilerine göre Çin sanayisinin beklentinin altında yüzde 4,5 büyüme rakamını ancak yakalayabildiği açıklanmıştır. Yani durdurulamaz büyüme ivmesi ile bilinen Çin için, bugünler artık geride kalmıştır.
ÇİN EKONOMİSİ DE DURAĞANLIK RİSKİ İÇİNDE!
Ayrıca Çin ekonomisinin yüksek büyüme rakamları yakalamasının en büyük faktörlerinden bir diğeri, ihracatın düşme eğilimi gösterdiği dönemlerde bu durumun iç özel tüketimin artırılması yolu ile dengelenmesiydi. Yani sanayi ve dış ticaretteki olası düşüşler, büyük nüfusa sahip Çin’de emlak sektörünü şişirme, düşük faiz ile tüketici için kredi olanaklarının artırılması yolu ile tasarruftan kaçındırma yani marjinal tüketimi kışkırtma ve borç miktarının artırılması ile karşılanmaktaydı. Ancak ABD’nin para politikalarının sert biçimde uygulanması ile birlikte dünya çapında borç yükü artarken borçlanma olanakları azalmıştı. Bu durum tüm dünya piyasasında riskli yatırım alanlarından tüketicinin çekilmesine ve tasarrufa yönelmesine sebep olmuştu. Ekonomik belirsizlikler ve borç artışı sebebi ile özel tüketimin düşmesi, arz düşüşü yaşayan ve ihracatta istenen oranları yakalayamayan Çin için yüksek ivmeli büyüme rakamlarının geride kalmasına yol açmış, istihdamda düşüşler yaşanmış ve iş gücünün ucuzlaması sonucunu ortaya çıkarmıştı. Çin’in ticaret fazlası her ne kadar bu sektörlerde kapsamlı bir çöküşe henüz izin vermemiş olsa da Evergrande gibi bazı büyük emlak şirketleri iflas koruma başvurusunda bulunmuş, henüz iflasa yönelmemiş olanlar ise milyarlarca dolar değerinde kayıplar yaşamıştı. Bunun üzerine bu alanda zincirleme reaksiyonlara yol açacak bir çöküşün yaşanmaması adına Çin hükümeti tarafından reform planları ve fon hazırlıkları sağlanmış ve bu çöküş bir ölçüde geciktirilmiştir. Ancak görünen gerçek şudur ki Çin ekonomik büyüme ivmesi büyük ölçüde zayıflamıştır. 2025 öngörüleri, genel bir toparlanma olasılığının güç olduğuna işaret etmekteydi. ABD’nin yeni dönem politikalarının bu çekişmeyi derinleştirecek biçimde gelişmesi halinde ise Çin ekonomisini de kapsayacak şekilde büyük bir resesyon riskini barındırmaktadır. Her ne kadar tedarik zincirleri üzerinden ABD, bir ayrışım gerçekleştirme üzerine hamleler geliştirse de Çin ölçeğinde bir emtia ve hammadde kaynağına erişmek mümkün görünmemektedir. Bu ayrışımı şimdilik Çin teknoloji ürünlerine yönelik kısıtlamalar gerçekleştirerek sağlamaya çalışsa da bir diğer yandan Çin tarafından açılmaya çalışılan yeni ticari alanlara yönelik yaptırımlar hazırlanmaya çalışılmaktadır. Tek Kuşak-Tek Yol projesi gibi projeler üzerine yaptırımların altyapısı oluşturulurken uluslararası platformlarda ABD öncülüğünde iklim anlaşması gibi anlaşmaların içeriği Çin’e yönelik çeşitli kısıtlamaların oluşturulması biçiminde genişletilmektedir.
ABD Yeni Yaptırımlara Yönelecek mi?
En son IMF tarafından yapılan açıklamaya göre Çin’in büyüme ivmesinde gerileme devam edecek. 2028 yılı için yapılan yüzde 4,6 tahmini büyüme oranının yakalanamayacağı, ancak yüzde 3,5’lik bir büyümenin görülebileceği belirtilmektedir. Elbette bu tahminler mevcut ekonomik parametreler ve politikalar üzerinden hesaplanmaktadır. Bu da yapılan tahminlerin iyimser tahminler olmasını sağlamaktadır. Bu alandaki çekişmenin derinleşmesi ve daha büyük ölçekli yaptırımların hayata geçirilmesi halinde bu öngörüler de değişiklik gösterecektir.
Bugün için özellikle ABD emperyalizmi ekonomik savaşımı tırmandıran politikalar uygulamaktadır. Bunun uluslararası ekonomi için bir tehdit unsuru olmasının esas sebebi ABD’nin dünyanın en büyük mal tedarikçisi olmasıdır. Ek vergi ve yaptırımlar halinde, buna maruz tutulan ülkeler için büyük bir ihracat ve kâr düşüşü öngörülürken aynı zamanda borç yüklerinin de artacağı belirtilmektedir.
Trump’ın son olarak Çin, Kanada ve Meksika’ya yönelik yaptırım tehditleri bu ülkeler için ciddi sonuçlar doğuracaktır. Böylece ABD, ekonomik savaşım içerisinde bulunduğu Çin sosyal emperyalizminin pazara erişimini kısıtlarken Kanada ve Meksika gibi ülkelerin politik yönelimlerini de şekillendirmeye çalışmaktadır. ABD’nin ekonomik saldırılarından AB de nasibini almakta, AB’ye Rusya’ya yönelik ekonomik baskıyı artırması çağrıları yapılmaktadır. Ancak ABD’nin beklentileri, AB’ye Rus emperyalizminden emtia ve enerji akışının büyük olması sebebi ile tartışmalara ve ciddi sorunlara neden olmaktadır. Örneğin, ABD tarafından AB’li emperyalistlere Rusya ile ticaretin zayıflatılması ve gübre gibi çeşitli alımların durdurulması çağrısı yapılırken ABD’nin kendisinin Rusya’dan gübre almaya devam ettiği açığa çıkmıştı. Buradan da anlaşılacağı gibi ABD emperyalizmi, başını kendisinin çektiği ittifak içerisinde dahi yaptırım ve dayatmalarla bu ülkeler üzerindeki etkisini artırmayı amaçlamaktadır. Her ne kadar bu yaptırım ve vergi artırımlarının ABD iç yatırımlarına fon sağlamak ve federal ticaret açığını dengelemek için yapıldığı belirtiliyor olsa da yine mal ticaretine yönelik herhangi bir kısıtlamadan ilk elden zararı iç tüketicinin göreceği yani yüksek enflasyonun kaçınılmaz hale geleceği belirtilmektedir.
Enflasyon Kabusu ve Resesyon Riski Geri Dönüyor!
ABD’nin mal ticaretine yönelik yaptırım ve ek vergi uygulaması enflasyonu artırıp iç tüketimi azaltan sonuçlar doğuracak olmasının yanı sıra son bir yıldır terk edilen sıkı para politikasına geri dönüşün de sinyalini veriyor. Pandemiden bu yana, rezerv para birimi doların değerinin artırılması amacı ile uygulanan sıkı para politikasının etkileri henüz devam ederken yeniden bu politikaya dönüşün sinyallerinin verilmesi aynı zamanda emperyalist çekişmenin de ivmesinin artacağına işaret etmektedir.
Amerikan Merkez Bankası (Fed), özellikle teknoloji ve kripto para gibi riskli alanlardaki büyük çöküşlerle parçalı olarak bu para politikasını terk etmişti. Çünkü tasarrufa yönelen tüketici ve kredi olanağı bulamayan yatırımcıların ortaya çıkması, ABD ekonomisi için de durağanlığı getirirken bu alanlarda faaliyet gösteren bankalar ve finans kuruluşlarının da iflas etmesi ile birlikte zincirleme bir finans krizi tehlikesi belirmişti. Çok yönlü risk altındaki piyasada beliren sert faiz indirimleri beklentisini Fed ilk adımda gerçekleştirmiş olsa da bu sürecin ağırdan alındığı eleştirisi yapılmaktadır. Bugün için yeni yaptırım ve ek vergi tehdidi altında Fed’in, yeniden sıkı para politikasına dümen kırmasının en büyük etkisinin elbette yine bağımlı ülkelerde görülmesi beklenmektedir. Birçok ülke yeniden döviz ve borç krizi tehdidi altında kalırken enflasyonun da oldukça sert biçimde geri dönmesi halinde dünya çapında durağanlığın kaçınılmaz olacağı değerlendirilmektedir. ABD yaptırımları ve ek vergileri devreye girerse 2028 yılı için AB ekonomisinde yüzde 1,5 dolayında bir küçülme görülmesi beklenmektedir. Bunun anlamı ise sert bir resesyonun cereyan etmesi olacaktır.
Çin’e yönelik ek vergilerin yürürlüğe girmesi ile tedarik zincirinde bir kez daha kopmaların gerçekleşmesi ve bu alanda da yeniden krize girilmesi olası hale gelecektir. Çin kaynaklı arz kesintisi durumunda yalnızca emtia çıkışı değil, aynı zamanda konteynır üretiminin de durması gibi sonuçlar ile deniz ticaretinin yeniden büyük bir sekteye uğrayacağı öngörülmektedir. Bu durum, tedarik zincirlerinde büyük bir kriz anlamına gelmektedir. Ekonomi piyasalarında yeniden tedirginliğin hâkim hale gelmesi ve yatırımların azalması, iç tüketime yaslanan Çin, Japonya gibi ülkelerin bu dayanağını daha da kırılgan hale getirmektedir.
Bağımlı Ülkeleri Çöküş Bekliyor!
Ekonomi alanındaki emperyalist çekişmenin en büyük faturası ve en ağır etkileri yine bağımlı ülkelerde gözlemlenecektir. Azalan kredi ve likidite olanakları bu ülkelerde yatırım faaliyetlerini olanaksız hale getirmekle birlikte bu ekonomilerin sıcak para girişine muhtaç olmaları sebebi ile çöküşe yol açacak koşullar oluşacaktır. Bağımlı ülkelerin borçlanma olanakları aynı zamanda büyüme oranlarını da belirtmektedir, borçlanma olanakları azaldıkça ekonomik büyüme hedefleri de tutturulamaz olacaktır. Ayrıca doların yerli para birimlerine göre artış ivmesine girmesi, bu ülkelerin borçlarının da katlanmasına yol açacaktır. Bu durum, bağımlı ülkelerde ekonomik aktivitelerin neredeyse durma noktasına geleceğine işaret etmektedir.
Türkiye gibi yarı feodal, yarı sömürgelerde son 10 yılda ivmelenerek yükselen enflasyon henüz yükseliş ivmesini yitirmemişken, yeni bir kriz dalgasının halk için ağır sonuçlar doğuracak olması bir sürpriz değildir. Yani yeni süreç, artık yalnızca tek tek şirketlerin iflas bayrağı çekeceği bir süreç olmayacak, bağımlı ülkeler ekonomik bataklık içerisinde, emperyalizme her zamankinden daha fazla bağımlı hale gelecektir. Aynı zamanda bu süreç, emperyalistler arası çekişmenin sonuçları ile doğrudan yüzleşecek olan dünya halkları için daha fazla mücadele ve direniş zorunluluğunu doğurmaktadır. Bu tablo, bağımlı egemen sınıfların aslında ne derecede güçsüz ve kırılgan olduklarını net biçimde açığa çıkarmaktadır. Onlar emperyalizmin birer kuklası olmaktan ibarettir ve onların hangi politikaları izleyeceğinden bağımsız olarak bu sonuçlar ortaya çıkmaktadır.
Egemen gerici sınıfların güçsüzlüğü, halkın örgütlü mücadelesinin gelişmesi için büyük olanaklar barındırmaktadır. Bu sebeple halka yönelik sömürü ve baskı da artacaktır. Görünmektedir ki halk için bu sistem tarafından parlak bir gelecek olasılığı dahi yoktur, bu sistemin kökünden yıkılmasından başka bir seçenek de yoktur.