AB-Türkiye İlişkileri: Bağımlılık ve Riyakârlık

[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]

Genel siyasal gündemin neredeyse değişmez başlıklarından biri olan AB ile ilişkilere dair Erdoğan’ın tutarsız açıklamalarıyla seçimden bu yana geçen birkaç ayda birden fazla kez ton değiştirdi. Erdoğan tarafından AB üyelik görüşmelerine dair bazen rest ve şantaj, bazen de iş birliği mesajları veriliyor.

28 Mayıs’ta sonuçlanan Cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından, Erdoğan ve çeşitli iktidar unsurlarınca yapılan açıklamalarda AB ile 2013 yılından itibaren girilen olumsuz atmosferin dağılması ve ilerleme kaydedilmesi için çalışmalar yapılacağına dair mesajlar verilmişti. Bu mesajlarla kimi reformlar yapılacağı beklentileri oluşmuş, iktidar kanadından bu beklentileri destekleyecek şekilde açıklamalar peş peşe gelmişti. Seçimin sonuçlanmasıyla birlikte AB’nin TC ile olan ilişkilerine dair bir yönelim bekleniyorken AB Türkiye raporunun hazırlanma sürecine denk gelen açıklamalarla birkaç ay içerisinde tam tersi bir yönde ve sert tonda söylemler gündemi işgal etti.

BİRKAÇ AY İÇERİSİNDE DEĞİŞEN NE OLDU?

Seçim sonrası ilk elden AB’ye yönelik olumlu açıklamalar gelmesinin sebeplerinden biri, halka yönelik değişim sinyalleri verebilmekti. Uzun süreli AKP ve Erdoğan iktidarının özellikle son yıllarında giderek artan baskı ve zorlaşan hayat koşullarının devam edeceği gerçekliğinden kitleyi uzaklaştırabilmek adına, “yeni seçim, yeni başlangıç” mesajı verilmek istenmekteydi. AB ile ilişkilere dair yorumlar da bu algıya hizmet eden söylemlerin içinde yer alıyordu. Ayrıca bu süreç, AB’nin de TC’ye dair yönelimini temelden olmasa da belli bir dönem için yeniden güncelleyeceği bir süreç olacaktı. TC’nin içerisinde bulunduğu ekonomik ve politik zorluklar kendi açısından yumuşama sinyallerinin verilmesine olanak sağlarken AB ise farklı bir seyirdeydi.

TC son yıllardaki politik ve ekonomik çıkmazlarından sıyrılabilmek adına, bağımlı yapısının el verdiği ölçüde, özellikle içeride emperyalistlere karşı sınırları zorlayan bir yönelim içindeydi. AB özelinde TC, son dönemde göçmen kozu, Rusya ve Ukrayna ile ilişkiler, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği gibi konularda AB desteğini genişletmeyi, sürece yaymayı sağlamıştı. Söz konusu başlıklar geniş çevreler tarafından TC’nin avantajları olarak tanımlanmış, bu başlıkların devamı halinde ciddi kazanımlar elde edileceği düşünülmüştü. Ancak bu başlıkların öneminin dışında TC’nin çok temel sorunlarda, özellikle ekonomik problemlerde büyük çıkmazlar içinde olması, söz konusu başlıkların kendisi için kısa vadede kaldırılamaz sorunlar olarak algılanmaması sebebi ile AB’nin esnek davrandığı, küçük tavizlerle veya taviz vermeden de bu başlıkları gündemden düşürebileceği bilinmektedir. Finlandiya’nın üyeliğinin TC açısından neredeyse hiçbir ciddi karşılığı olmadan sonuçlandırılmış olması bunun bir örneğidir ve İsveç’in üyeliği de benzer bir seyirdedir. Hatırlatmak gerekirse TC İsveç’in NATO üyeliğini bu ülkenin AB üyeliğine desteği halinde onaylayacağını açıklamıştı! Rusya’ya rağmen, tahıl koridoru anlaşması ile Ukrayna buğdayının AB ülkelerine TC’nin gözetiminde aktarılmasındaki rol de bunun bir başka örneğidir.

TC’nin AB’li emperyalistler ile ilişkileri bir bağımlılık, efendi uşak ilişkisidir. Rusya ile ilişkileri ise başta ABD emperyalizminin çizdiği sınırlar içerisinde ve önemli ölçüde bir kontak aracı olmaktan öteye gidememektedir. Yani sözünü ettiğimiz başlıklar kapsamındaki “gerilimli” konular aslında TC tarafından tırmandırılan ve çözümsüzlüğe sürüklenen sorunlar olarak görünse de esasta emperyalistlerin müsaadesi dışında değildir. İsveç’in NATO üyeliği örneğin, NATO ve Rusya emperyalizmi arasındaki çekişmeye göre yön almakta, gündeme gelmektedir, onaylanması da bu çekişmenin bir ürünü olacaktır. NATO üyeliğinde TC’nin “veto” yetkisinin olması (üyelik için oy birliği şartı bulunmakta) TC’nin karar verici konumda olması anlamına gelmiyor; herkes bilir ki yetki bağımsız irade gerektirir ve bağımsız irade de güçlü bir ekonomi gerektirir. ABD emperyalizmi liderliğindeki NATO bu alanda sağladığı esnekliğin ve sürece yayma politikasının sonuna geldiği durumda TC de gereğini yapan kimliğine dönüş yapmaktadır.

TC’nin ekonomik krizinin hafifletilmesi adına araç olarak gördüğü avantajlara rağmen AB’li emperyalistler TC’nin krizini bağımlılık ilişkisini geliştirmek ve ona sınırlarını hatırlatarak hizaya getirmek için kullanmaktadır. TC’nin seçim sürecindeki ilişkileri düzeltme çağrılarına yalnızca “memnuniyetle karşılıyoruz” cevapları da buna işaret eder. Sözünü ettiğimiz açıklamaların AB’nin Türkiye yönelimine herhangi bir etkisi olmamıştır.

Tahıl Koridoru Anlaşması’nda AB’nin lehine aldığı pozisyon sadece “aferin”le karşılanmış, Rusya karşısında alınan risklerin de AB ile ilişkilere ciddi bir katkısı olmamıştır. Umduğu kadar karşılık bulmayan TC bu süreçte sessiz kalmış, “hak ettiği” gülücükleri beklemiş ancak Avrupa Parlamentosu (AP) Türkiye Raportörü Nacho Sanchez Amor tarafından hazırlanan ve 18 Temmuz’da AP Dışişleri Komisyonu tarafından kabul edilen raporla hüsrana uğramıştır. AB’li emperyalistler bu raporla TC’nin bağımlılığını perçinleyebilecek sertlikte bir yönelimde olduklarını beyan etmişlerdir. Bu tarih itibari ile de TC en azından kamuoyuna yansıyacak şekilde yeniden AB karşıtı bir üslup tutturma yolunu seçmiştir. Raporun yeniden düzenlenmesi veya kabul edilmemesine yönelik çağrıları da bir karşılık bulmamış, 12 Eylül’de düzenlenen oturumda AP Genel Kurulu tarafından Türkiye raporu kabul edilmiştir.

RAPORDAKİ BAŞLIKLAR

Raporda göze çarpan en önemli başlıklardan biri TC-Rusya ilişkileri olmuştur. Her ne kadar Batılı emperyalistlerce TC’nin kontak rolü teşvik edilse de bu rolün sınırları hatırlatılmıştır. Bu rol Rusya açısından da avantaj sağlamaktadır, TC-Rusya ticaret hacminin son birkaç yılda 2 katına çıkması bir yana, TC üzerinden ambargonun delinmesi olanağı da Rusya tarafından kısmen de olsa kullanılmıştır. TC’nin içerisinde bulunduğu kriz ve nereden, nasıl geldiği sorulmayan para akışı, Rusya’nın Batılı emperyalistlere rağmen sürdürmeye çalıştığı para trafiği açısından bir olanak olarak görülmektedir. Rus oligarklara yönelik ABD, İngiltere ve AB tarafından uygulamaya konan yaptırımlara karşın TC bundan faydalanma yoluna gitmiş ancak sağladığı fayda sınırlı olmuştur. TC’nin bu şekilde kullanıma müsait oluşu AP raporuna da yansımış ve riske dikkat çekilmiştir.

Bir diğer başlık demokrasi ve insan hakları bakımından sahip olunan kötü karne olmuştur. Bu vesile ile AB’nin vermek istediği esas mesaj TC’nin halka yönelik saldırılarını durdurması veya azaltması değildir. AB bu şekilde hem iç kamuoyuna hem de dışarıya yönelik demokrasi, insan hakları ve özgürlük havarisi kesilmeye devam etmektedir. TC’nin krizi işçi haklarına, demokratik ifade ve örgütlenme ilkelerine yönelik saldırıların da dozunu artırmaktadır. Ancak TC’de faşizmin sürekliliğine rağmen kurulu sağlam ilişkiler ve TC’ye verilen tam destek AB’nin rapordaki demokrasi, insan hakları ve özgürlükler hakkındaki tespitlerinin içtenliğini gölgelemektedir. Ayrıca bu konularda AB ülkelerinin de artan biçimde sicili kabarmaktadır. Elbette bu ifade ile söz konusu sicilin yakın zamana kadar da temiz olduğunu ileri sürmüş olmuyoruz. AP raporundaki yargı bağımsızlığı vurgusuna rağmen AB ülkelerinin TC’yi kollamak üzere ve onun isteklerine uyarak komünistlere hapis cezaları vermiştir, devrimcilere iade tehditleri savurmakta ve bunu gerçekleştirmenin yollarını aramaktadır. Çekişme içerisinde olduğu Rus emperyalizmi menşeili Sputnik gibi yayın organlarını sansürleyebilmektedir. Aynı rapor içerisinde bir yandan “basın özgürlüğü” vurgusu yaparken diğer yandan TC gibi ülkelere Rus medyasına sansür uygulamasını teşvik edebilmektedir. Son yıllarda güvenlik yasaları ile birçok AB ülkesinde polisin halka saldırılarının yasal ayağı oluşturulurken Yunanistan gibi ülkelerde yine son yasalar ile birlikte işçilerin grev hakkını kullanma eğilimi dahi hapis tehdidi engellenmeye çalışılmaktadır.

Bir diğer yandan, raporda TC’nin göçmen politikasına da övgüler dizilmektedir.

Çünkü TC’nin göçmen politikasında AB onunla ortaktır. İnsan haklarına dair beyanlar göçmenleri kapsamamaktadır. Son yıllarda AB sınırlarında mülteci ve göçmenlere yönelik katliamlar görmezden gelinmekte, TC ve Avrupa sınırında karşılıklı çekişmenin arasında kalan insanlar, gerek AB üyesi Yunanistan ve Bulgaristan gerekse de Türkiye tarafından soyulan, öldürülen, insanlık onuruna aykırı muameleye maruz bırakılan mülteci ve göçmenler, AB’nin insan hakları tanımının dışında kalmaktadır. Türkiye’de mülteci statüsünün kabul görmemesi savaş dolayısıyla sığınmacı olanların sadece “sığınmacı” statüsünde kalmaları, aslında hak sahibi değil de merhamete muhtaç olmaları hiç sorun edilmemektedir.

ERDOĞAN: GEREKİRSE AB İLE YOLLARI AYIRIRIZ!

Avrupa Parlamentosu’nda raporun kabul edilmesine Erdoğan “Gerekirse AB ile yolları ayırabiliriz” açıklamasıyla cevap verdi. Geçmişte de Erdoğan ve iktidar cenahından benzer demeçlerin verilmesine rağmen ilişkilerin aynı düzeyde devam etmesi bu demeçlerin ne oranda ciddiye alınabileceğini göstermektedir. Ayrıca üyeliğe dair TC, şu anki pozisyonundan daha geri bir pozisyon itilebilir, ancak bu AB ile ilişkilerde geri bir pozisyon anlamına gelmeyecektir. Çünkü TC, ABD ve AB’li emperyalistlere bağımlı bir ülkedir. Bu bağımlılığı ile AB’ye üye olup olmaması arasında doğrudan bir ilişki yoktur. Aksine TC’nin özgün ve bağımlı yapısı, AB üyeliğine başından beri engeldir.

Bir yarı feodal, yarı sömürge olarak TC için bağımlılık sorunu günübirlik politikalar ile aşılabilecek bir sorun veya statü değildir. Bu bir devrim sorunudur. Mevcut egemen sınıflar ise bu yapının ürünüdür. Tüm karşılıklı gerilim ve sert tonlara rağmen TC gerici sınıfları ve AB’li emperyalistler arasındaki bağımlılık ilişkisi devam edecektir. Burjuva devrimlerinin ürünü olan demokrasinin ve insan haklarının dışarıdan değil halkın kendi eyleminden, hareketinde doğabileceğini bıkmadan, usanmadan anlatmalıyız. Bütün bunların halkın büyük eyleminin parçaları olduğunu, halkın büyük eyleminin bir bütün olduğunu, ancak bu bütünlükle buluşulduğunda demokrasi ve özü halkın hakları olan insan hakları yolunun aydınlanacağını bilerek devrim için örgütlenmeliyiz. Ne AB yolu bunun için doğru bir yoldur ne de şovenizmin yolu. Bataklığa değil özgürlüğe…