Emperyalist-kapitalist burjuvazinin bir süredir Suriye ve Ortadoğu’da pazar dalaşı üzerinden aşmaya çalıştığı siyasal krizin emperyalizm açısından diğer bir tehlikesi de sarsıcı nitelikte olabilecek bir ekonomik krizdir. Emperyalizmin içte (daha çok Avrupa`da) saldırganlaşması ve faşizan düzenlemelere gitmesi, dışta ise emperyalist işgal ve savaşları körüklemesi, müdahale edemediği yoksul ülkelerde ise iç savaşları körükleyerek siyasal ve ekonomik hakimiyet ve kendine bağımlılık yaratmaya çalışması yeni bir mesele değildir.
Emperyalizm vahşi ve asalak bir sömürü sistemi olması yanında aynı zamanda bir savaş sistemidir. Dolayısıyla onun hakim olduğu dünya üzerinde pazarların paylaşımı esas olduğu gibi bunun için yapılacak en felaket şeyler dahi emperyalist burjuvazi için sadece teferruattır. Çok uluslu emperyalist tekellerin yeni pazarlar için aralarındaki rekabet küçüğün büyüğü yutması çerçevesinde gittikçe derinleşmekte ve bunun bir yansıması olarak savaşlar sürekli olduğu gibi toplumsal barış ve refah olanaksız hale gelmektedir. Barış ve “huzur“ ancak burjuvazi ve onun siyasal temsilcileri için vardır. Emperyalizm bu açıdan bakıldığında ise kendi çelişkileri içerisinde toplumsal kaos ve savaşları yaratmak durumundadır. Bu emperyalizmin içsel bir yasası olarak tüm toplumsal yapıya sirayet etmektedir. Toplumsal yıkım, ekonomik kriz ve savaşların sonucunda ise toplumsal göç hareketi ortaya çıkmaktadır. Göçmenlik kelimesi ise son yıllarda sosyal ve siyasal yaşamda her gün duyabileceğimiz bir kavram halindedir. Elbette bu durumun somut sebepleri olduğu gibi esası tarihsel ve sınıfsaldır. Emperyalist- kapitalist burjuvazi ve onların temsilcileri olan burjuva partiler ve faşist güçler göçmenlik gündemini stratejik politikalarının merkezine koymuş durumdadırlar. 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası burjuva partiler göç olgusunun kendisini, mevcut düzeni yeniden örgütlemenin bir aracı olarak stratejik konuları içerisine almışlardır. Emperyalist-kapitalist sistemin bu yönelimine bağlı olarak ırkçılık ise sosyal ve kültürel yaşamda örtülü, ancak siyasal olarak kendini tanımlamış açık ırkçılık boyutunda toplumsal bir gerçeklik haline geldi. Bu anlamıyla siyasallaşmış bir perspektif oluşturabilmek için göç kavramının tarihsel boyutuna hakimiyet önemli bir noktada durmaktadır.
“Migratio” kelimesinin tarihsel kökeni ve anlamı latincedir. “Taşınma, veda ve göç edenler“ anlamına gelmektedir. Tarihsel kavramın haricinde, sosyo-politik değerlendirmeler belirleyici bir yerde durmaktadır. Örneğin, sosyolog Frank Düvell, göçü “Özgürlük, eşitlik ve adalet arayışının süreklilik sağlayan bir toplumsal hareket biçimi” olarak görmektedir. Sınıflar var oldukça bu realite kendisini koruyacaktır. Bu kavramın kendisi, insanların öznel algılarıyla, “varlıklı ve güvenli“ yaşamın olduğu yerlere bilinçsel ve son tahlilde pratiksel olarak yoğunlaşması hareketi olarak değerlendirmenin sonuçsal bir analiz olduğu kanısındayız. Bu anlamıyla sosyo-politik olarak yapılan bu belirleme kelime ve tarihsel düzey noktasında kavramın analizini yapmaya yetmektedir.
Emperyalistler ile onun dışında kalan, ancak özellikle jeostratejik önemi büyük olan devletlerarası ilişkinin belirleyicilerden biri de faşist TC’dir. Ancak onun belirleyiciliği bölgesel hegemonya ve uluslararası sermaye pazarından küçük de olsa pay sahibi olmanın ilerisinde değildir. Türk devletinin bu çerçevedeki niteliğinin dışa vurduğu bir durum ise AB emperyalizmi ile olan ilişkisidir. AB emperyalizminin dümeninde olan emperyalist Alman devleti ile faşist Türk devleti arasındaki ilişkiler onbinlerce mültecinin ölümüne, açlığa ve yoksulluğa terk edilenlerin pazarlık konusu edilmesidir aynı zamanda. AB emperyalizmi yaşadığı siyasal krizi ile birlikte gittikçe güçlenen faşizan politika ve ırkçılığın sonucu olarak aynı zamanda yeni arayışlara girmiş durumdadır. Kısa süre önce AB devlet ve hükümet başkanları mülteci hakları konulu bir toplantıda biraraya geldiler. Avrupa Birliği resmi açıklamasında mülteci politikasını devletler arasında daha iyi koordine edebilmek için bir dizi karar aldığını açıkladı. Bu kararlar ekseninde AB içerisinde ırkçı/faşist, otoriter devlet başkanlarından olan Avusturya Başbakanı Kurz, İtalya Başbakanı Guiseppe Conte ve yine Macaristan Başbakanı Victor Orban’nın söylemlerinin önümüzdeki dönemin açık politikası olduğu kararlardan açığa çıkan durum olmuştur.
İnsanlığa 19. yüzyılın zulmünü aratmayacak düzeyde kararlar alan AB emperyalizmi, Türk devletini ise bu bağlamda sınır jandarması ve taşeronu olarak kullanmaktadır. Bunun için özellikle Türkiye’deki 24 Haziran seçimlerinin sonucunu bekleyen AB emperyalistleri, Türk devleti içerisindeki klikler arası rekabetin sonucunda yönetmeye devam eden Tayyip Erdoğan/AKP kliği ile devam edeceklerini satır aralarında seçimler sonrası ifade etmişlerdir. Tayyip Erdoğan/AKP kliği ile araları kısmen açılmış olan AB emperyalistleri bu ilişkileri düzeltme ve aynı zamanda Ortadoğu’da politik hedeflerine ulaşmak için Türk devletinin ağzına bir parmak bal çalmaya devam ederek yeni dönemin ipuçlarını da vermiştir. Türk devleti ile yapılan anlaşma gereği T.C önümüzdeki 3 yıl boyunca Suriye başta olmak üzere Türkiye’ye sınır diğer ülkelerden kara yoluyla geçen mültecilere sınırları kapatacaktır. Resmi sayılara göre yaklaşık 3,6 milyon mültecinin bulunduğu Türkiye’de özellikle önümüzdeki yıllarda sayısı 1 milyonu geçmesi düşünülen mülteci akımını durdurma görevi verilmiştir. Bunun için ise 3 milyar Euro’luk ilk anlaşma yapılmıştır. 2019 yılının son çeyreğinde ise ikinci bir 3 milyar Euro’nun ödenmesi düşünülmekte. Bunun yanısıra Akdeniz ve Ege üzerinden deniz yoluyla göç etme çabası icerisinde olan ve ülkelerindeki savaştan kaçmak isteyen mültecilerin ise deniz yolunda Yunanistan’a ulaşmadan Türkiye’ye geri iade edilmesi kararı da alınmış durumda. Bunun için Avrupa Birliği askeri sınır güvenliği kuruluşu olan FRONTEX ekonomik ve askeri olarak güçlendirilecek, tüm AB ülkeleri asker sayılarını FRONTEX içerisinde artıracak ve önde gelen AB ülkeleri ise 2021 yılına kadar bütçesinden % 8-10 gibi bir meblağı FRONTEX’e yatıracaktır.
Dünya genelinde göçün sadece % 0,07 gibi bir düzeyini oluşturan Akdeniz üzerinden Avrupa Birliği sınırlarına olan göçün de engellenmesi açısından insan hak ve onuruna aykırı diğer bir karar ise denizde mültecilerin kurtarılması ve gemilere alınmasının durdurulması olmuştur. Türkiye’nin deniz denetiminin olduğu Akdeniz sullarında 2018 yılının ilk çeyreğinde 1292 insan hayatını kaybetmiştir. Sadece Haziran ayında 629 kişi hayatını Akdeniz’de kaybetmiştir. Geçtiğimiz yıllarda bu sayının üçte biri kadar mülteci Akdeniz sularında boğularak ölmüştü. Ölüm sayılarının patlama yapması AB emperyalistlerinin ve faşist TC devletinin bizzat sorumluluğunda ve bilgisi dahilinde gerçekleşmektedir. Avrupa Birliği sözcülüğüne yeni dönemde seçilen Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz konuya dair gelen sorulara ise şöyle cevap vermiştir; “Çirkin fotoğraflar olmadan, bu işler yürümeyecektir” diyerek katliamlarını meşrulaştıran ve bu çerçevede insanlığa gözdağı veren bir yaklaşım sergileyerek, AB içerisindeki yeni döneme de işaret etmiş oldu. Emperyalistlerin içe dönük ise tüm Avrupa Birliği ülkelerini bağlayan birleşik bir mültecilik yasa paketini yürürlüğe sokmaya hazırlanmaları ise aynı zamanda insan hakları aktivistleri, hukukçular ve aydınlar tarafından endişe ile karşılanan diğer bir mesele olarak öne çıkmaktadır. Bu yasa sadece Avrupa Birliği değerlerine ve onun sınırlarını oluşturan devletlerin ulusal değerlerine bağlılık duyanların, uyum sağlayanların mültecilik hakkı kazanmasını öngörmektedir.
AB yeni mültecilik yasa paketi bu ve benzeri bir dizi faşizan uygulamayı içerisinde barındırmakla birlikte toplumun bir bölümünü izole eden ve aynı zamanda katliamları ve ırkçı/faşist saldırıları meşrulaştırma çalışan bir içerik taşımaktadır. Emperyalizme karşı mücadele bağlamında Lenin’in savaşla ilgili attığı slogana dikkatlerimizi bir kez daha çevirelim. “Yaşasın şovenizme, bütün ülkelerin burjuvalarının yurtseverliğine karşı işçilerin enternasyonal kardeşliği!” (Lenin, Emperyalist Savaş Üzerine)
“Sermayenin egemenliği enternasyonaldir. Bu nedenle tüm ülkelerin işçilerinin kurtuluş mücadelesi de ancak bu mücadele, işçilerin uluslararası sermayeye karşı ortak mücadelesi olduğunda başarılı olabilir.” (Seçme Eserler, c.1, s.467-8)
Bu açıdan işçilerin, göçmenlerin, işsizlerin hangi ulus ve milliyetten olursa olsun Komünist Partisi içerisinde örgütlenmesi komünistlerin önünde bir görev olarak durmaya devam etmektedir.