[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Fransız sosyolog Pierre Bourdieu sosyolojisini şu önerme üzerine inşa etmişti: “Gerçek ilişkiseldir.” Bourdieu’ya göre sosyal alan ne tek tek bireylerin incelenmesi ne de birer özne olarak bireylerin etkileşime girmesi üzerinden inşa edilirdi. Sosyal alan, taşıyıcıların (bireylerin, örgütlerin, kurumların) işgal ettikleri pozisyonların ilişkileriyle kurulur, sosyoloji ise bu ilişkilerin analiziyle gerçeğe ulaşabilirdi. Bourdieu’nün “ilişkisellik” önermesini, önceli Norbert Elias dinamik bir yapıdan kurgulamıştı. Elias’a göre, ebeveynlerin bebek üzerinde bir iktidarı varsa da bebeğin de doğduğu ilk günden bu yana ebeveynlerine uyguladığı, şu veya bu biçimde bir iktidar biçimi vardır. Yani A’nın B’ye uyguladığı güç hiçbir zaman tek yönlü bir iktidara dönüşmez. B’nin de A’nın uyguladığı güce ve kendi sübjektif durumuna paralel olarak uyguladığı bir karşı güç vardır.
27 Haziran günü Paris’in banliyösünde “dur ihtarına” uymadığı için katledilen Nahel’in ardından iki kutuplu bir değerlendirme sürecine girildi. Kutuplardan birisi, çok zor şartlar altında, özellikle yabancıların ve “dolayısıyla” suçun yoğun olduğu banliyölerde, ağır koşullarda çalışan polisin açtığı ateşi meşrulaştırırken burjuva demokrasisinin gündelik faşist pratiklerini kurumsallaştırıyordu. Öyle ki Nahel’i katlettiği için tutuklanan polis adına yardım kampanyaları örgütlendi, polisin ailesine yüz binlerce kişinin desteğiyle 1,5 milyon avroyu aşkın para yardımı toplandı. Bizim de belli oranlarda içinde olduğumuz kutuplardan bir diğeri ise, polisi ve Fransa devletinin işgalci emperyalist yüzünü teşhir ederek isyanın meşruluğunu vurguladı. Kuşkusuz ki bu teşhir pratiği önemli bir yerde duruyor. Fakat belli bir aşamadan sonra gerçeğin, yani ilişkisel olanın yalnızca bir tarafıyla (muktedirle) ilgilenen, bu tek taraflılıktan kaynaklı ajitatif içeriğe mahkûm bir sınırlılıkta kalıyoruz. Bu durum, bu örnekte emperyalizmin teşhirini, yani en iyi bildiğimiz eylemlerden birini yapmamız noktasında faydalı. Fakat bu tek yanlılık, isyan eden ezilenlerin dinamiğini görmemizi engelliyor. Öte yandan gerçeklerle ilgilenmemek ve sürekli isyanı savunmaya çalışmak, saldırı kabiliyetimizi köreltiyor. Örneğin, Fransa’da keyfi kimlik kontrolü uygulamasının Afrikalılara ve Araplara, beyaz Fransızlara oranla beş kat daha fazla yapıldığı söyleniyor. Bu olguyu öğrendikten sonra polisin ne kadar ırkçı, devletin ne kadar sömürgeci olduğu gerçeği üzerinde tepinmek çok olası. Fakat “suçlu”nun ciddi oranda Fransız olmaması da bir olgu. Biz bu iki olguyu nasıl değerlendireceğiz?
Bu yazıda devletin sömürge, yarı sömürge ülkelerin banliyödeki çocuklarına karşı uyguladığı güçle yetinmeyeceğiz. Bu karşı gücün devletle arasındaki ilişkiye kısa bir bakış atacağız.
Göç ve göçmenlik olgusuna Avrupalı ülkeler, Türkiye’nin aksine çok daha önceden aşinalar. Bunu kanla yazdıkları sömürgeci tarihlerine borçlular. Bu olguya dayalı olarak hemen her sene “yabancılar ve suç” temalı araştırmalar servis edilir. Fransa’da da buna benzer araştırmalar her sene şunu tekrar eder: Fransa’nın en tehlikeli bölgesi Paris ve banliyöleridir. Gerçekten de hem en kalabalık hem en yoğun hem de düzenin tanımladığı anlamıyla suça en çok bulaşan bölge burasıdır. Nahel’in katledildiği banliyönün de dahil olduğu bu bölge, ülke çapındaki oranın yanı sıra, yıllara göre kendi oranındaki değişimde de sürekli artan bir grafik izliyor. Yapılan bir araştırmaya göre, 2022 yılında çeşitli kategorilere ayrılmış suç oranı bir önceki seneye göre çok daha artmış durumda. Örneğin yaralama suçları 2021’e göre yüzde 22,3; ev soygunları 25,5; uyuşturucu ticareti 37,8; cinsel saldırı 19,9; silahlı soygun 1,3 artmış durumda. Fransa banliyölerinin suçu kurumsallaştırdığını söylemek mümkün. Bu anlamda Fransa göçmeni, örneğin Almanya’nın Türkiyeli göçmeninden ayrılıyor. Fransa banliyölerinde belirli periyotlarda başkaldıran, çatışmalara giren, Fransa bayrağı yakan gençlere karşılık Almanya’daki Türkiyeli göçmen çocukları uysal kalıyor. Fransa ve Almanya’nın kendi politik tarihlerinin de göçmen politizasyonunda etkisi olacağını saklı tutarak, vurgulamak istediğimiz nokta, Fransa banliyölerinin tarihsel tavrının hesap sorucu bir kine dayanmasıdır. Bu verilerin bize gösterdiği başka bir olgu da hırsızlık, uyuşturucu ticareti gibi “kayıt dışı” ekonominin bölgede belli bir ağırlığının olması.
Bu oranların bize sunduğu belki de en önemli nokta, artışın polis kontrollerindeki artışla paralellik göstermesi. Zira suç, tespit edildiği sürece vardır. Tespit edilemeyen suç resmi kaynaklara geçmez ve dolayısıyla henüz suç olamamıştır. Kontrollerdeki artış, suç tespitindeki artışı da beraberinde getirmiştir. İşte isyanın ana hedeflerinden birisi de bu kontrol düzeninin kırılmasıdır.
Her fırsatta “kayıt dışı olanaklara” sarılan ve toplumsal eşitsizliği buradan dengelemeye çalışan ciddi bir banliyö gençliğinden söz ediyoruz. Kayıt dışılığın en büyük düşmanı kayıt altına almaktır. Fransa devleti kimlik kontrolüyle, devriyesiyle ve hatta toplu taşımadaki bilet kontrolcülüğüyle bu saldırıyı artırmış durumda. Öte yandan askerde ve poliste ciddi bir “aşırı sağ” eğilimin varlığından söz edilmekte. Aşırı sağ denilen kavram, karşısında konumlandığı gerçekliği bilmemesi üzerine kurumsallaşmış bir kimlik aslında. Hal böyle olunca, banliyölerde korkuyla dolaşan polisler, devletinin sırt sıvazlaması ve faşist dinamiklerin yükselmesiyle birlikte elini silahına daha kolay bir şekilde götürebiliyor.
İlişkinin diğer tarafında ise, içinde bulundurduğu isyan dinamiğini koşullara göre açığa çıkartabilen bir banliyö toplumu var. Polis katliamları, banliyölülerin biriktirdiği ayaklanma potansiyelini açığa çıkarmak için bulduğu en meşru konjonktürel an. İşte bu reaksiyon, tarihsel bir ilişkinin ürünü olarak cereyan ediyor.
Banliyö gençliği kinin birikimi ve açığa çıkarılması bağlamında bir duygudaşlık içerisinde. Hafızası diri, unutmamaya çalışıyor ve belleğe yeni vakalar ekliyor. Bu bağlamda örgütlü bir vücut gibi hareket ediyor. Fakat spontane, öz savunmada ve devletle arasındaki zımni anlaşmayı bozmadan hareket ediyor. Bu yanıyla da örgütsüz bir bütün.
İlişkiselliğin banliyölü cephesindeki tezahürü üzerine kafa yormak, ezilenlerin karşı hegemonyasını anlamaya çalışmaktır. Suça bulaşmaları, lümpen ekonomik pratikleri, örgütsüzlükleri ve kendiliğindenci karakterleri, çelişkinin ağır basan tarafında devrimci potansiyeli gösteriyor bize. Bugün Fransa’nın siyasi mültecisinden ekonomik göçmenine, işçisinden öğrencisine kadar Türkiyeli topluluğunun ciddi bir kısmı, banliyö gençliğine karşı Fransız bakışlar atıyor. Bu cepheleşmenin banliyö tarafı kinini kurumsallaştırmış, tepkisini tek başına ölen komşuları için değil, kontrolü azaltmak için kuşanmış bir geleneksel vücut. Devrimci dinamik en dışlanmış olabilmeyi becerende saklanıyor.