Dünyada bugüne kadar en uzun süreli “anlaşmazlık” olarak görülen Filistin-İsrail sorunu, gündemdeki yerini korumaya devam etmektedir. Hemen hemen her yıl Filistinliler için önemli olan (kuruluş, bayram, dini günler vb.) günlerde İsrail devleti tarafından saldırılar gerçekleştirilmekte, birçok insan yaşamını yitirmekte, onlarcası yaralanmakta ve tutuklanmaktadır. Her seferinde bu sorun kapitalist-emperyalist devletler tarafından masaya yatırılmakta, “çözüm” önerileri sunulmaktadır. Ama her ne hikmetse 100 yılı aşkın bir süredir bu soruna bir çözüm bulunamamaktadır. Aksi yönde, katleden, tutuklayan, işgal eden İsrail devleti her geçen gün biraz daha büyümekte, yaptıklarını katlayarak ilerlemektedir.
Hemen her sorunda olduğu gibi, bu sorunda da timsah gözyaşlarıyla yaklaşan emperyalistler, kuzu postuna bürünmüş kurt misali bu sorundaki paylarını her seferinde unutturmakta, arka plandaki gerçekleri unutturmaktadırlar. Bu sorunun tarihsel kesitine kısaca göz attığımızda, anlatmak istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır.
Son 100 yıllık süreç Filistinliler açısından sömürü, sürgün, askeri işgal ve bunların sonucunda kendi kaderini tayin etme hakkı mücadelesi getirdi. İsrail’in Yahudileri için ise dünyanın her yanında yüzyıllar süren zulüm ardından atalarının topraklarına geri dönüş, barış ve güvenlik getirmedi. Zira yüzyıllar boyu maruz kaldıkları zulüm politikasını, bir başka ulusa uygulayarak başarılı olmaya çalışmaktadırlar.
1897 – Birinci Siyonizm Kongresi
Birinci Siyonizm Kongresi İsviçre’nin Basel şehrinde toplandı. 1896’da gazeteci Theodor Herzl, ”Der Judenstaat” yani Yahudi Devleti adlı bir kitap yayınlamıştı ve kongrede bu kitaptaki fikirler tartışıldı.
Kongrenin sonunda Basel Programı yayınlandı. Bu belgede, Filistin’de bir Yahudi vatanının kurulması ve Dünya Siyonizm Teşkilatı’nın bu amaca ulaşmak için faaliyete geçirilmesi öngörülüyordu. Bu tezler esasta, özellikle Avrupa’da yasayan Yahudilerin gördüğü baskılar üzerinden şekilleniyordu. Bu kongre öncesi zaten az sayıda da olsa Siyonist bölgeye (Filistin) yerleşmişti. Bu “göç” her geçen yıl artarak devam ediyordu.
Değişen dengeler
Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na kadar bu bölge Osmanlı denetimindeydi, 1918 yılından itibaren İngiltere bu bölgeyi işgal etti. 25 Nisan 1920’de alınan Milletler Cemiyeti kararıyla, İngiltere’ye, bölgenin manda idaresi için yetki verildi. Bu değişim döneminde bazı sözler veriliyordu. Birincisi; Osmanlının denetimindeki Arap illerine bağımsızlık verilecekti. İkincisi; Fransa ve İngiltere kendi aralarında gizli bir anlaşma yaparak (Sykes-Picot Antlaşması) bu bölgeyi kendi aralarında ikiye bölüyor, Filistin’de ise uluslararası idare kurulmasını istiyorlardı. Üçüncüsü ise, Filistin’de Yahudi halkı için bir vatan kurulması sözü veriliyordu.
Bundan sonra yavaş yavaş Siyonist proje hayata geçirilmeye başlandı. İngiltere’nin mandası altında olan Filistin’e yoğun bir şekilde Yahudi yerleştiriliyordu. Bölgenin demografik yapısı hızla değiştiriliyordu. 1922 yılında İngiltere tarafından yapılan nüfus sayımına göre, 750 bin nüfusa sahip olan Filistin’de, Yahudilerin nüfusu yüzde 11’e ulaşıyordu. Bundan sonraki 15 yıl içinde 300 bin Yahudi daha bölgeye gelecekti. Bununla birlikte Yahudilere tanınan ayrıcalıklar, Filistinliler’in öfkesine neden olmaktaydı. Siyonist örgüt Irgun Zvai Leumi, Filistin ile şimdiki Ürdün’ü “kurtarmak” amacıyla Filistinli hedeflere saldırmaktaydı. Siyonistlerle Filistinliler arasındaki gerginlik, Ağustos 1929’da kanlı çatışmalara dönüştü. 133 Yahudi, Filistinliler tarafından öldürüldü. İngiltere polisi de 110 Filistinliyi öldürdü.
Arapların tepkileri, 1936’da, geniş çaplı uygulanan genel grevle birlikte sivil itaatsizliğe dönüştü.
Filistin’i 1920’den beri idare eden ve birçok planını hayata geçiren İngiltere, “sorumluluğu” üzerinden atmak için Siyonist-Arap sorununu çözme sorumluluğunu 1947’de Birleşmiş Milletler’e devretti. Oynanan oyunun yeni perdesi devredeydi artık.
BM’nin kurduğu özel komite, bölgeyi Filistin ve Arap devletleri arasında bölmeyi önerdi.
Paylaşım planı, Filistin’in yüzde 56,47’sini Yahudi devletine, yüzde 43,53’ünü de Arap devletine bırakıyordu. Kudüs ise uluslararası bir idare altında olacaktı. 29 Kasım 1947’de BM Genel Kurulu’nda 33 ülkenin oyuyla plan onaylandı. 13 ülke karşı oy vermiş, 10 ülke de çekimser kalmıştı. ABD de boş durmuyor, daha fazla Yahudi’nin bölgeye gelmesi için sürekli baskı yapıyordu.
1948 – İsrail’in kuruluşu
İsrail Devleti, iki bin yıldır kurulan ilk Yahudi devletiydi. Tel Aviv’de 14 Mayıs 1948’de saat 16:00’da ilan edildi. Karar, ne tesadüftür ki; son İngiltere birliklerinin bölgeyi terk ettiği ertesi gün yürürlüğe girdi. Yine dikkat çekici bir diğer yan ise; bölgeye sonradan göç yoluyla gelen, bir kısmi Nazi katliamından son anda kurtulan bu halkın, kısa süre içinde bölge ülkelerinin neredeyse hepsine kafa tutacak, birçok karşılaşmada başarılı olacak bir orduya ve silaha sahip olmasıdır. Tek başına bu bile, emperyalistlerin bölge üzerindeki planlarının bir göstergesiydi. Daha sonraki yıllarda Büyük Ortadoğu Projesiyle İsrail’e yüklenen misyon daha iyi görüldükçe, tablonun eksik kalan parçalarını da anlaşılır oluyordu.
1964 – FKÖ’nün kuruluşu
İsrail’in kurulmasının ardından bölgede saldırıları artmış, katliam üstüne katliam yapılmış, bölge halkı sürekli bir tehdit ve baskı politikasına maruz bırakılmıştı. Buna karşı daha örgütlü ve güçlü bir karşılık verilmesi gerekiyordu. Bu nedenle 1964’te Kudüs’te Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) kuruldu.1969’da örgütün başkanlığına Yaser Arafat getirildi. Daha önce kurulmuş olan El Fetih örgütü savaşçıları, 1968’de Ürdün’de İsrail birliklerine ağır kayıplar verdirdi.
6 Gün Savaşları
Bundan sonra bölgede hiçbir zaman çatışmalar ve savaş durmadı. 5 Haziran 1967’de başlayan 6 Gün Savaşları, Orta Doğu anlaşmazlığının çehresini değiştiriyordu. İsrail yayılmacı bir politikayla , Mısır’dan Gazze ve Sina Yarımadası’nı, Suriye’den de Golan Tepeleri’ni aldı. Ürdün güçlerini de Batı Şeria ile Doğu Kudüs’ten çıkardı.
1973 Yom Kippur Savaşı
Yom Kippur, yani “Kefaret Gün”, Yahudilerin en önemli dini bayramıdır. 1967’deki savaşta kaybettikleri toprakları diplomatik yollardan geri alamayan Mısır ve Suriye, 1973’teki Yom Kippur bayramı sırasında İsrail’e karşı taarruza girişti. Bu çarpışmalar, Ramazan Savaşı diye de anılır. Ancak İsrail bu savaştan da galip çıkaraka biraz daha ilerlemiş, yeni bölgeleri işgal etmiştir. Mısır ve Suriye, toplam 8 bin 500 asker kaybetti. İsrail’in kaybı ise 6 bindi.
İntifada 1987-93
İsrail işgaline karşı intifada, yani kitlesel ayaklanma Gazze Şeridi’nde başladı; kısa sürede Batı Şeria’ya yayıldı. Protestolar, sivil itaatsizlik şekline büründü. Genel grevler düzenlendi, İsrail ürünleri boykot edildi, duvarlara yazılar yazıldı ve yollarda barikatlar kuruldu. Bu intifadada en dikkat çeken yan ise ağır silahlarla donanmış İsrail askerlerine taş atan Filistinliler’di. 1993’e kadar süren protestolarda binin üzerinde Filistinli katledildi.
1988 yılından itibaren Arafat önderliğindeki Filistin yönetimi barış girişimlerine başlıyordu. Ancak bu girişimlerin hiçbirinden sonuç alınamadı. Sonuç alınacak bir durum söz konusu değildi, çünkü bu durumu yaratanlardan bir çözüm beklemek, kendini, halkını ve meşru mücadelesini kandırmaktan başka bir şey olmayacaktı. Planlar dün çizilmiş, bugün bu planlara yeni aktörler eklenerek uygulanmaya devam ediyordu. Bu görüşmeler sonucunda hem Arafat yavaş yavaş saygınlığını yitiriyor hem de emperyalistler tarafından “bağımsızlıkçı”, “özgürlükçü” eşitlikten yana FKÖ yerine, yeni örgütlerin önü açılarak (Hamas gibi) hem Filistinliler içinde parçalı bir duruş hedefleniyordu hem de Filistin’in geleceğinde kendine bağımlı bir örgütlenme yaratılmak isteniyordu.
Arafat’ın ölümünden sonra Mahmut Abbas dönemi başladı. Pasifist, uzlaşmacı bir politika izleyen Abbas’a karşı, 2006 yılında Hamas seçimlerden galip çıkıyordu. Perşembe’nin gelişinin Çarşamba’dan belli olması misali, ilk dönemde İsrail’le savaşta ısrarlı olacaklarını söyleseler de zaman içinde bu söylemlerden uzaklaşılmaya, uzlaşılmaya başlandı. Halkın yapılanlara tepkisi yeni intifadalar yaratsa da Hamas önderliği ve Mahmut Abbas elbirliğiyle bu hâkli ve meşru mücadele pasifize edilmiş durumdadır.
Son olarak 30 Mart günü Filistinliler’in İsrail sınırında başlattığı ve “Büyük Geri Dönüş Yürüyüşü” olarak adlandırılan protesto gösterisine saldıran İsrail askerleri tarafından 16 Filistinli öldürülürken, 1400’den civarı kişi de yaralandı.
İsrail devletinin uygulamalarını, ambargosunu ve binlerce kişinin bu nedenle evlerini terk etmesini protesto etmek amacıyla başlatılan eylemin, Filistinliler’in Nakba (Felaket) günü olarak andığı 15 Mayıs’ta (İsrail’in kuruluş günü) sona ermesi planlanıyordu. Yapılan bu katliam da diğer katliamlarda olduğu gibi emperyalist-kapitalistler tarafından sahte kınama mesajlarıyla geçiştirildi. Faşist TC devletinin kınama yayınlaması ise tirajı komik bir durumdur. Çünkü Efrin işgal saldırısında katledilenlerin henüz kanı dahi kurumuş değildi.
Aynı şekilde yıllardır katliama maruz kalan Filistin halkının “temsilcisi” olarak ortalıkta gezen, Hamas Partisi eski lideri Halit Meşal’in, TCEnin Efrin işgaline yönelik söyledikleri ise utanç vericidir. TC’nin Afrin’e girmesini, Müslümanların kafirlere karşı zaferi olarak değerlendiren Meşal, TC’nin İsrail’le işbirliğini unutmuş görünüyor. Ezilen, kırımdan geçirilen, yok sayılan bir halkın “temsilcisi” sıfatıyla dolaşan bu zatlara birilerinin Efrin’de katledilenlerin de on yıllardır yok sayılan, katledilen bir halk olduğunu ve bu halkın her dönem Filistin halkının meşru ve hâkli mücadelesini desteklediğini hatırlatması gerekmektedir.
Bu açıklamalar ve diğer pratikler de bizlere gösteriyor ki, Filistin halkı kendi kaderini tayin etme mücadelesinde, kendi özgürlüklerini getirecek bir mücadele hattı oluşturmalıdır. Bu hedefe ilerlerken de kendi devrimci öncüsünü oluşturmalıdır. Zulmedenle yan yana yürüyenlerin bu halka hiçbir faydası olmayacağı görülmelidir.