[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Bir süre sonra Türkiye sandığa gidecek ve halkımız bu seçimlerin bir kader seçimi olduğuna inandırılmak isteniyor. Bu propagandanın halkın gerçek yaşamı karşısında beş paralık bir hükmü olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Halkımız, egemen sınıflar arasındaki çatışmanın tarafı haline getirilmiş ve hatta bu taraflılık keskinleştirilmiş olmasına rağmen sömürü dünyasının binlerce yıllık deneyiminden gayet iyi biliyor gelenin gideni aratacağını. Halkımızın egemen sınıfların partilerinin arkasına takılması, koşullara göre değişen bir tarafgirlik içerisinde olması bir çelişki olarak görülebilir. Fakat bu halkın değişim isteği ve bunun dışa vurumudur. Halkın burjuva feodal-faşist partilerle kurduğu özdeşlik geçici, yüzeysel ve bir gönülsüzlük biçimindedir. İktidar “yanlısı” veya muhalefet “destekçisi” olmak halkımızın ezici bir kesimi için seçeneksizlikten kaynaklanıyor, “başka kim var” veya “kime oy verelim” sözleri düştükleri fiili durumu yansıyor. Göz ardı edilmemesi gereken gerçek, Türkiye ve benzer ülkelerde halkın değişim isteğinin, beklentisinin sürekli ve yüksek olduğudur. Ülkenin yarı-sömürge yarı-feodal yapısı ezilen bütün toplumsal güçler için bir yandan cehennemsi bir hayat, diğer yandan değişim isteği, güzel günlere dönük özlem biriktiriyor. Seçimler sorunu her zaman halkın bu eğilimleriyle doğrudan ilişkilidir fakat burjuva feodal-faşist partilerin derin biçimde yaşadığı güven ve inanırlık krizi kitleleri parlamentoya ikna etmede başarılı olamamakta, kitleler nezdinde parlamentoya dair ümitler yeşermemektedir. Burjuva-feodal faşist partilerin başta işçi sınıfı olmak üzere bütün emekçilerin, ezilen ulus ve inanç kesimlerinin, ezilen cins ve cinsel yönelimlerin asgari talepleri, özlem ve beklentileri ile parlamento ilişkisinde başarısızken reformizm hamle yapmış, büyük bir aşkla parlamenter hayaller yaymaya başlamıştır. Bunu tesadüfi bir çakışmayla veya dışardan nedenlerle açıklamıyoruz aksine ülkenin siyasal, sosyal ve iktisadi sürecinin ürünü olarak görüyoruz. Ezilen kesimler parlamentodan uzaklaşıyor, parlamentoyu sorunlarının çözüm adresi olarak görmüyor. Kuşkusuz kitleler bu konumlanışlarıyla ileridir; seçimlere yüklenen, kitleleri sandığa çekmek için enerjik bir çaba içeriside olan, parlamentoda olmayı yeni bir dünyanın adımı olarak propaganda eden reformist akım ve onun rüzgârına kapılmış devrimci güçler geridir.
Kitleler neyi görüyor veya reformistler ve onun dümenindeki devrimci güçler neyi görmüyor? Kitleler sorunlarının, özlemlerinin gücünü ve ağırlığını görüyor, seçimlerle, parlamentoyla çözüme kavuşturulamayacak denli köklü ve ağır olduğunu görüyor. Basit, sıradan bir fayda için oy tercihinde bulunuyor olmaları meclise dair algısının ne olduğunu, öte yandan meclise biçtiği değeri gösteriyor. Kitlelerin bilincinde mevcut olanı ve onun eğilimlerini belirleyen gerçeği doğru kavramak, proleter bakış açısıyla kitlelere taşımak … işte komünistlerin yapması gereken.
Türk parlamenter sisteminin hakkında başından beri kaba ve uyduruk olduğu, faşizmi gizleyen bir örtü vazifesi gördüğü komünistlerin elli yıldır dillendirdiği bir tezdir. İbrahim yoldaşın Türkiye toplum yapısı ve TC Devletinin niteliği, Kemalist Türkiye hakkındaki tahlilleri bugünkü Türkiye’yi anlamada, yerli yerine oturtmada yol göstericidir. Tüm üst yapısal kurumlar gibi parlamento da sosyo ekonomik temele göre biçim alır, bundan dolayı genel bir parlamenter sistem anlayışı, tüm özel durumlar için yeterli, geçerli olmaz, olamaz. Yürürlükte parlamenter sistemin olmasına, fiilen parlamentonun bulunmasına bakıp, demokrasi ve hatta demokratik olduğu yönünde değerlendirmeler yapılmaktadır. Bu yüzeysel bakış açısı salt burjuva siyasete özgü değil, ne yazık ki kendini devrimci, sosyalist vs. olarak tanımlayanlar da benzer bir anlayış içerisindedir. Burjuva demokratik bir devrimle feodalizmin tasfiye edilmediği bir ülkede feodalizm sosyal, kültürel, ekonomik yapılara olduğu gibi siyasal yapıya da işler, onda kendini yansıtır. Türkiye’ye bu bakış açısıyla yaklaştığımızda feodalizmin üst yapının bütün gözeneklerinde içerili olduğu tespitini yapmakta zorlanmayız. Bu, faşizmin dayandığı esaslı temeldir, dolayısıyla “parlamenter sistem” de parlamento da devletin faşist yapısına uygun bir biçim alır. TC’nin kuruluşundan 1945 yılına kadar bazı özel gelişmeler hariç meclisin tek partiye ait olması, aynı partinin devletin tüm kurumlarını belirlemesi, yerel ve genel yönetimlerin tamamını kendine bağlaması Türk parlamenter sistemine ait bazı pratiklerdir. Terakki Perver (1924) ve Serbest Cumhuriyet Fırkası (1930) biçiminde çok partililik adına iki deneme oldu, tabii Mustafa Kemal’in izni hatta kararıyla. Her iki parti kuruluşlarından kısa bir süre sonra kapatıldılar. Özellikle Serbest Cumhuriyet Fırkası’na birkaç ay zor tahammül edildi. Oysa kurucularının çoğunu Mustafa Kemal belirlemiş, parti kurmaları için Mustafa Kemal tarafından seferber edilmişlerdi. 1945’e değin böyle olan Türk parlamenter hayatı, 1945 sonrası da esasen değişmemiş, faşist devlet yapısını güçlendiren, kitleleri oyalayan özelliğiyle devam etmiştir. Egemenlerin isteğine bağlı olarak gerektiğinde bir darbeyle kapatılmış, gerektiğinde açılmıştır. Parlamento açık olduğu süre boyunca MGK güdümünde olmuş, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi temelinde kararlar alınmış, kanunlar çıkartılmıştır vs. Bugünkü parlamento veya bir bütün olarak parlamenter sistem yasama ve yürütme arasında değişen dengelere rağmen geçmiştekinden nitelik olarak farklı değildir. Geçmişinde çeyrek asırlık tek parti rejimi, milli şef, ebedi şef olan bir parlamentonun bugün cumhurbaşkanı hükümet sistemi biçiminde aşırı yetkilendirilmiş yürütme, “Tek Adam Rejimi”, “Şeflik Rejimi” var. Bütün süreçlerde egemenler arası düşük veya yüksek profilli bir mücadele var. Zayıf, cılız olan sermayenin devlet güç ve imkânlarıyla büyüme zorunluluğu devlet iktidarı üzerinde çatışmayı körükleyen esas unsur olmanın yanında, hatta bunun üzerinde Türkiye kapitalizminin niteliğini belirleyen bir unsurdur. Türkiye’de kapitalizmin bu niteliği yani bürokrat kapitalizm niteliği kavranmadan ne klikler arası dalaş ne devlet ne de onun parçası olan parlamento kavranır.
Hâkim sınıflar arasındaki iktidar mücadelesinin aracı olmak, bu mücadelede kitleleri yedeklemek yani kitleleri bu mücadelelenin tarafı haline getirmek ve faşizmi gizlemek, demokrasi/ demokratik olduğu algısı yaratmak gibi bir işleve sahip bir araçtan devrim için, sınıfın çıkarları için yararlanmak olası mı? Lenin ilke olarak hiçbir aracı reddetmemek gerektiğini söyler. Dolayısıyla seçimler, parlamento komünistlerin reddedeceği bir araç değil. Bununla birlikte parlamentonun proletaryanın sınıf çıkarları yönünde kulanılması, Lenin yoldaşın ifadesiyle parlamentodan yararlanmak, Türkiye gerçekliğinde esasen mümkün değildir. Siyasi Partiler Kanunu, Meclis İç Tüzüğü, Seçme ve Seçilme Hakkında Kanun ve Kurallar gibi bir dizi yasa ve yönetmelik ezilenler lehine yasa çıkartma bir yana seçilmişlerin söz ve ifade hakkını dahi sınırlamış, yer yer imkânsızlaştırmıştır. Leninist taktik sunumuyla parlamentoya giren, birkaç dönemdir parlamentoda bulunan ve bizim de devrimci gördüğümüz yapılardan parlamentoyu sınıfın çıkarları yönünde kullandıklarına dair örneklere, değerlendirmelere rastlamadık. Fakat bunun tersi örnekler mevcut. İki dönemdir yani 10 yıldır parlamentoda bulunan ve geçtiğimiz günlerde mecliste veda konuşması yapan HDP’li vekil Garo Paylan “Mecliste tek bir toplumsal meseleye dahi çözüm bulamadık, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan oldum” demiştir. G. Paylan’ın tam karşısında da TİP Genel Başkanı Erkan Baş bulunuyor. Meclisle devrimler yapmak, meclisle sosyalizm kurmak gibi aşina olduğumuz konuşmaları mevcuttu. Bunlara bir yenisini milletvekili aday tanıtımında yapmış, şöyle demiştir: “Kardeşler 35 gün kaldı. Tam 35 gün. 35 gün sonra 20 yılın talanını, karanlığını, yalanını, soygununu bitiriyoruz, hesap soruyoruz.” TİP bir vakıadır, bunu görmezden gelmiyoruz, reformist eğilimleri kışkırtan özelliğiyle egemenlerin sempatisini kazandığını da görüyoruz. Nitelik farklılığına rağmen Muharrem İnce’yi de örnek verebiliriz. Gençlikten, özellikle 20 yaş altı kesimden gördüğü ilgi çok yüksek. Her iki örnek meclis imkânından değil, ülkedeki politik süreçten, bu sürecin seyrinden dolayı gelişmiştir.
Kitlelerin değişim isteği giderek güçleniyor, parlamento halk düşmanı özelliğiyle bu değişim isteğini karşılayan değil, onu geçiştiren, bastıran bir araçtır. İşbaşında kimin olduğu değil, meclisin ne olduğu belirleyicidir. Seçim bir aldatmacadır, bu gerçeği daha güçlü ve daha gür biçimde haykıralım. Halkımızın gerçekliği bizi duymaya ve bizi anlamaya elverişlidir, SEÇİM RÜZGÂRINA DEĞİL DEVRİM KERVANINA KATIL şiarını yükseltelim.