[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Mayıs seçimi yaklaşırken seçim ittifakları da ülke gündeminin merkezine oturdu. Millet İttifakı adaylık krizini -esasta yönetme erkine egemen olma kavgası- belli ölçüde ve şimdilik aşmış görünürken Cumhur İttifakı ise hâlâ istediği rüzgârı yakalayamadı. Devlet aparatı Hizbullah uzantısı Hüda Par, Cumhur İttifakı’na soluk olmak için sahneye çağrıldı.
Bugünün Hüda Par’ı dünün Hizbullah’ı özellikle Kürt halkına karşı yürütülen kirli savaşta öne çıkmıştı. Bugün de aynı görev bilinciyle siyasal iktidarın yanında konumlandı. Devlet adına söz alan Erdoğan Hüda Par hakkında “çirkin sözler” edildiğinden yakınarak yeni ortağını “yerli ve milli” ilan etti. Böylece Hizbullah, yeni doğum belgesini devletten bu kez Hüda Par adıyla alarak itilip kakılan, sokağa atılıp cezalandırılan evlat psikolojisinden kurtuldu.
Cumhur İttifakı’nın T. Kürdistanı’ndaki güç kaybını Hüda Par’ı sahaya sürüp Kürtlerin gönlünü çelerek aşmaya çalıştığı aşikâr; fakat bu çabanın istenen sonucu yaratamayacağı da bir gerçektir. Belki ilgili oluşumun seçim dönemine kadar sırtı sıvazlanarak Hizbullah ruhu/kıyafetiyle sokaklarda dolaşıp korku salması sağlanabilir.
Yeniden Refah Partisi de -biraz nazlandıktan sonra- Cumhur İttifakı’na dahil oldu. Öne sürdüğü talepler tartışma konusu olmakla birlikte esasta Cumhur İttifakı’na dahil olması tepkilere neden olmuştu. “Milli ve yerli” ya da ilerici, gerici olmanın kıstası hangi ittifakta bulunduğuna bağlı olarak değişen bir siyasi atmosferde bulunuyoruz. “Mutabakat Metni”ne “İstanbul Sözleşmesi”nin girmesine izin vermeyen Saadet Partisi’nin gericiliği Yeniden Refah Partisi’ne öfkelenenlerin ilgisini çekmiyor.
Diğer taraftan Mehmet Şimşek’in çeşitli bahaneler öne sürüp AKP’den gelen “katıl” çağrısını reddetmesi Cumhur İttifakı içi can sıkıcı bir yanıttı diyebiliriz. Şimşek’in uluslararası sermaye ile ilişkisi hatırlanırsa ret yanıtını uluslararası sermayenin Erdoğan’a güvensizliği ve Erdoğan’ı kaderine terk edip desteğini büyük ölçüde çektiği şeklinde de yorumlayabiliriz. Kuşkusuz Cumhur İttifakı’nın kapı kapı dolaşıp koalisyonu büyütme çabası siyasal iktidarın sıkışmışlığının, rıza üretme kapasitesinin gerilemesinin, yönetme zafiyetinin derinleşmesinin göstergesidir.
Mayıs seçiminin en belirgin özelliği Erdoğan üzerinden yaşanan kamplaşmadır. Komprador burjuvazinin irili ufaklı partilerinin oluşturduğu Millet İttifakı “yönetme erkine egemen olmak” düsturu ile bir araya gelirken esasta orta burjuvazinin reformist kanadı ve küçük burjuvazinin devrimci kanadı ise Erdoğan karşıtlığı üzerinden Millet İttifakı’nın yanında açık ya da zımni -utangaç da diyebiliriz- saf tutmaktadır. Erdoğan karşıtlığı adeta ilericiliğin mihenk taşına dönüştürülmüştür. Hatırlanacaktır; Meral Akşener adaylık krizi üzerinden masayı devirip kalktığında özellikle reformist çevrelerde büyük hayal kırıklıklarına yol açmış ve bu çevreler Akşener’in faşistliğini, bazısı ise “sağcılığını” keşfederek ortalığı ayağa kaldırmışlardı. Akşener masa için söylediği sözleri yutup geri döndüğünde bu çevreler de Akşener için söyledikleri sözleri yutup masa liderlerine “heyamola” diye tempo tutmaya devam etmekte sakınca görmemişlerdir.
Bir konuya dikkat çekmekte fayda var. Millet İttifakı’nın adayı Kılıçdaroğlu, geçtiğimiz günlerde sanal medya hesabında paylaştığı video mesajında Erdoğan karşıtlığı meselesine değinerek “Erdoğan’ı göndermek işin en kolayı” diyordu. İlginçtir ki komprador burjuvazi için “işin en kolayı” olan şey toplumsal muhalefetin ne yazık ki düsturu olmuş halde. Kuşkusuz bunun esas nedenlerinden biri Marksist devlet tahliline burun kıvırmak, onu kavramamaktır. Bireyleri devlet gerçekliğinden bağımsız bir şekilde tartışmak heyhat doğru sonuçlara ulaştırmaz, ulaştırmıyor da.
Erdoğan’dan kurtulmak edebi bir ifadeyle güneşli günlerin başlangıcı olarak tarif edilmekte, özlemi duyulan adalete nihayet kavuşulacağı dahası hakça paylaşımın olduğu bir Türkiye portresi çizilmektedir. Sormak gerekiyor: Erdoğan’dan önceki 80 yılda emekçi yoksul halk güneşli günler görebildi mi, adalet emekçi halktan yana mı işliyordu ya da yoksulluk ve sefalet bu topraklara uğramamış mıydı? Dahası Kürt ulusunun özgürce ayrılma hakkı gasp edilmemiş miydi? Faşizm Erdoğan’la sınırlı kişisel hırsların dışa vurumu muydu? -Gerçi diğer birçok konuda olduğu gibi faşizm konusunda da kafa bulanıklığı var; onu kişilere indirgeyip dönemsel bir olgu olarak kavrayan bir yaklaşım söz konusu- Kuşkusuz sorular çoğaltılabilir.
Dikkat çekmekte fayda var, Erdoğan yalnızca mevcut olan her türlü geleneksel devlet politikasını sadık bir şekilde sürdürdü. Evet belki biraz daha kaba ve tahamülsüzdü; ama o bu politikaları daha kararlı bir şekilde sürdürdü. Karakteri devlet politikalarıyla örtüştüğü ölçüde daha saldırganlaştı; ama devletin karakterini kendi karakterinde cisimleştirme, açığa vurma noktasında daha samimi davrandı da diyebiliriz.
Erdoğan karşıtlığının, onun karşısında yer alan herkese ve her şeye doğrudan ilerici bir karakter kazandırdığı abes bir durumla karşı karşıyayız. Dahası Erdoğan’ın rakibi Kılıçdaroğlu ise herkes için her şey olabilmektedir. Kendisi açısından sadık, ideal bir devlet adamı; devlet açısından “kusurlu” gene de makul bir isim; komprador burjuvazi ve büyük toprak ağaları için eldeki en iyi aday; orta burjuvazinin reformist kanadı ve küçük burjuvazinin devrimci kanadı için adı zikredilmeden ama karakteri tarif edilerek utangaçça desteklenebilecek aday; 6’lı Masa için ise yönetme erkine egemen olmanın adayıdır.
Hem “Parlamenter Sisteme Geçiş Metni”nde hem de “Mutabakat Metni”nde Millet İttifakı’nın esas gayesinin yönetme erkine egemen olmak olduğu açık bir şekilde belirtilmektedir. Kılıçdaroğlu’nun adının yolsuzluklara karışmaması ya da mütevazı yaşamı öne çıkarılırken hangi sınıfın sözcüsü olduğu umursanmamaktadır. Erdoğan karşıtlığı üzerinden halk bir kez daha iki ana klik etrafında saflaşmaya, konumlanmaya çağrılmaktadır.
Erdoğan karşıtlığının müesses nizamı dolaysız bir şekilde olumlama/o(na)ylama anlamına geldiği es geçilmekte dahası devletin kim tarafından yönetileceğine dair yürütülen tartışmanın emekçi halkın çıkarlarını yansıtmadığı tavrı değersizleştirilmektedir. Halk Erdoğan karşısında Kılıçdaroğlu seçeneğine mahkûm edilerek çıkışsızlığa, geleceksizliğe terk edilmektedir.
Cumhur İttifakı, bileşenlerinden hareketle gericilikle -ki doğrudur- itham edilirken, Millet İttifakı bileşenleri Erdoğan karşısında konumlandıkları için bu sıfattan muaf tutulmaktadırlar. Müesses nizamın kurucu partisi CHP’nin niteliği hakkında tek kelime yorum yapılmamakta, Saadet Partisi, Millet İttifakı’nda yer aldığı için masumlaştırılıp Karamollaoğlu üzerinden çizilen “tonton dede” imajı ile gerici karakteri gizlenmektedir. Yeniden Refah Partisi taşa tutulup Hüda Par gericiliği tefe konurken Babacan’ın uluslararası sermaye ile ilişkisi göz ardı edilmekte, ekonomik bağımlılıktaki rolü ve dolayısıyla mevcut yıkımdaki katkılarından söz edilmemektedir. Türkiye tarihinin en büyük katliamları yaşanırken başbakanlık görevinde bulunan Davutoğlu, ilgili dönemdeki suçları ve sorumluluğu hatırlatılmayıp Cumhurbaşkanlığı yardımcılığı ile ödüllendirilmektedir.
Hüda Par’ın Kürt orijinli olmasından dahası Kürt sorunu ile ilgili taleplerinden hareketle Bahçeli’nin ses yükseltmesi istenmekte, şoven refleksler sergilemek yerine sessiz kalmayı tercih etmesi yadırganmaktadır. Halka daha az gerici olanı seçmek tek seçenekmiş gibi bir yaklaşım sunulmakta/dayatılmaktadır.
Hatırlanacaktır; devlet gerçekliğinden bağımsız karakterler üzerinden yaşanan seçim tartışması önce İhsanoğlu’nu sonra İnce’yi Erdoğan karşısında halkın tek seçeneği olarak sunmuştu. Sonrası “elim kırılsaydı” diye dile gelen pişmanlıklar olarak kayda düştü. Şimdi de Kılıçdaroğlu beklenen kişi diye halkın karşısına çıkarılmaktadır. Müesses nizamın kurucu partisinin lideri halka umut olarak sunulurken emekçi halkın kendisi için, kendi geleceği için mevcut düzenin sınırlarını aşan bir mücadeleye yönelmesi gerektiği iddiası hiçleştiriliyor.
Dikkat edilsin bu anlatıda yalnızca karakterler var, devlet hiç yok. “Hesaplaşma” hep ve yalnızca karakterlerle. Bu bakış açısı mevcut devlet düzeninin sınırlarını ve sinir uçlarını tanıyan, onu ihlal etmeyen, en fazla onu törpüleme kaygısı güden düzen içi, reformist yaklaşımın tezahürüdür. Hâkim sınıflar arasındaki yönetme erkine egemen olma kavgasına emekçi halkı manivela olarak kullandırtacak kadar ufku sınırlı bir siyasi körlükten mustariptir.
Mayıs seçimi muhalefet için Erdoğan karşıtlığı üzerinden geniş halk yığınlarının sadece Cumhurbaşkanını seçip rıza almanın değil aynı zamanda mevcut devleti ve onun düzenini o(na)ylamanın da aracıdır. İlgili o(na)ylama geniş halk kitlelerine hâkim kliklerden birinin yanında saf tutmaktan başka seçenek sunmamaktadır. Dahası Erdoğan karşısında konumlandıkları için Millet İttifakı’na ilerici gömleği biçilmekte, geniş halk yığınları bir kez daha kurtuluşu için mücadele etmek yerine sandığa çağrılmaktadır.
Mahkeme salonlarında “adalet mülkün -yani devletin- temelidir” diye yazar. İşte o adalet bugünkü yoksulluğu, sefaleti yaratanları koruyup kollayan mevcut devletin eliyle yüzyıldır kusursuz bir şekilde işletilmektedir. Erdoğan görevini layıkıyla yerine getirmiştir. Göreve aday olan Kılıçdaroğlu’nun da aynı adaletin dolayısıyla yoksulluğun ve sefaletin sürüp gitmesini sağlayacağından kimsenin kuşkusu olmasın.
Gericiliğin kıstası Erdoğan’ın yanında saf tutmak olmadığı gibi ilericiliğin kıstası da Kılıçdaroğlu’nu desteklemek değildir. Egemenler korkuları ve özellikle ara sınıfların ufku sınırlı kavrayışını, kararsızlığını, cüretsizliğini körükleyip halk kitlelerinin rızasını alıp sırtlarında tepinmekte pek mahirdirler.
Faşist Türk devleti çürümüşlüğün pençesinde kıvranırken sırf “en kolay iş” olan Erdoğan’ı göndermek için halkı diğer gerici ve egemen klik yanında saf tutmaya çağırmak tarihsel sorumluluğu ya da hesaplaşmayı bireye indirgemek, devlete itibar kazandırma çabasından dahası halk kitlelerine kurtuluşları için mücadele etmelerine gerek olmadığını anlatmaktan başka bir anlama gelmez.
Emekçi halk çaresiz de seçeneksiz de değildir. Tarihsel sorumluluk Erdoğan’a karşı oy kullanıp yeni egemenler seçerek yerine getirilemez. Tarihsel sorumluluk halk kitlelerinin devlete olan güveninin daha fazla zayıfladığı günümüz şartlarında sırf Erdoğan’ı göndermek için mevcut devleti ve onun düzenini o(na)ylayıp o bağ güçlendirilerek yerine getirilmez.
Tarihsel sorumluluk egemenlerin çıkarlarının halkın çıkarınaymış gibi yansıtıldığı devleti kimin yöneteceğinin o(na)ylanacağı mayıs seçiminde sandıkları tekmeleme görevini “ilerici”lere değil ama komünistlerin omuzlarına yüklemektedir. “İlericiliğin” değil ama komünistliğin kıstası bugün sistemin o(na)ylanması değil, onun sınırlarını ihlal etme cüretini kuşanarak halkı gerçek kurtuluşu için örgütlemeye, Demokratik Halk Devrimi perspektifiyle mücadeleye çağırmaktır.