[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Afetler, kaçınılmaz gerçekler olarak hayatın doğal bir parçasıdır ve tarih boyunca çok sayıda ölüm olaylarına ve kayıplara sebep olmuştur. Son yılların en büyük felaketlerinden biri olan Maraş merkezli depremlerle tüm Türkiye büyük bir acıya uyandı. Kayıpların bu denli büyük olması, faşist devletin acizliği, yardımların gelmemesi, gelenlerin bizzat devlet güçleri tarafından engellenmesi, kısacası halkın kendi kaderine terk edilmesi acımızı, öfkemizi bir kat daha artırdı. Fiziksel yaraların, maddi kayıpların bir zaman sonra giderileciği açıktır -elbette bu beklenti tam olarak gerçekleşmeyecektir- bu felaketin psiko-sosyal etkileri çok daha derin ve ağır olacaktır ve de uzun sürecektir. Bu nedenle afetler/ depremlerin psiko-sosyal etkileri konusunda bir incelemenin çok önemli olduğu ortadadır. Bu ihtiyacı bir yazı dizisi olarak yerine getirmeye çalışacağız.
Afet, “insanlar için fiziksel, ekonomik ve sosyal kayıplara neden olan, normal yaşamı durdurarak veya kesintiye uğratarak toplumları etkileyen ve yerel imkânlar ile baş edilemeyen her türlü doğal, teknolojik veya insan kaynaklı tüm olaylar” olarak tanımlanmaktadır. Bir duruma afet denilebilmesi için, neden olduğu sonuçlara göre yaşamın akışını bozan sebepleri oluşturması, toplumda büyük can kayıplarına neden olması gerekmektedir. Bu kayıpların boyutları, doğal olarak meydana geldikleri yerleşim birimlerinin özelliklerine, yapıların afetlere karşı dayanıklılığına, yöre insanının afetlere karşı deneyimli olup olmamalarına göre değişmektedir. Yani afet tanımı insan merkezli bir tanımdır. Afet olgusu sadece doğadaki yerküre hareketi veya meteorolojik gelişmeler nedeniyle oluşmamakta, insanlığın ürettiği teknolojinin ve insanın hatasının neden olduğu afetlerden de söz etmek gerekmektedir. Bunlara örnek olarak insan ürünü yangınlar, gemi ve uçak kazaları, tehlikeli maddeler, savaşlar, biyolojik saldırılar vb. örnekler verilebilmektedir. Doğal ve insan kaynaklı olayların arkasından yaşanan ikincil afetler de bir başka boyutu oluşturmaktadır.
Bir doğa olayı olarak görülen afetler toplumsal nedenleri, süreçleri ve sonuçları açısından sosyolojinin ilgi alanındadır. Bu çerçevede göç, yoksulluk ve tabakalaşma gibi sosyolojinin temel konuları ile afetlerin toplumsal etkileri güçlü bir biçimde kesişmektedir. Tüm bu süreçler ise, fiziksel ve sosyal etkileri ortaya çıkarmakta ve/ veya var olan fiziksel ve sosyal koşullardan etkilenmektedir. Bahsi geçen fiziksel etkilere ölüm, yaralanma ve taşınır taşınmaz malların zarar görmesi örnek olarak verilebilir. Sosyal etkiler ise, psikososyal etki (olumlu ya da olumsuz yönlerde kişiler arası ilişki biçimlerine afetlerin etkisi bu başlık altında yer almaktadır), demografik etkiler (nüfusun nicelikse ve niteliksel olarak afet nedeni ile değişime uğraması gibi), ekonomik etkiler (iş kaybı, kaynak kaybı vb), politik etkiler (politik sisteme güvenin azalması, politik düzenin kırılması vb.) başlıklarını içermektedir. Burada unutulmaması gereken en önemli nokta, tüm bu fiziksel ve sosyal etkilerin hem kendi aralarında hem de daha önce belirtilen üç etki boyutu ile karşılıklı olarak etkileşim içinde olduğudur.
Afetler hakkında ortaya çıkan bu çarpıcı bilgiler, afetlerin “doğallığını” sorgulamamızı gerektirir. Kentleşme, yoksulluk, ekonomik ve sosyal yapının afetlerin yıkıcılığına yaptıkları katkı, konunun sosyal bir olgu olarak incelenmesinin gerektiğini açıkça göstermektedir. Afeti sosyolojik olarak kavramak demek, şüphesiz ki öncelikle, afeti toplumsal yapı ve süreçlerin bir parçası olarak ele almak d e m e k t i r. Afetler toplumsal yapıdaki çelişkilerin maddi bir ifadesi ya da doğrudan doğruya içsel bir parçası olarak ele alınmalıdır. Bir başka deyişle, sorun, doğa olaylarının ekonomik-politik (emperyalist-kapitalist üretim sürecinde) süreçlerde bir afete dönüştürülmesinde yatmaktadır. Burada önemli olan afet olgusunda onun aslında “doğal” olmadığıdır. Örneğin birinci sınıf tarım alanlarına sanayi inşa edilmişse, kentler taşıyamayacağı büyüklükte bir nüfusa boğulmuşsa ya da yerleşim yerinin ortasında organize sanayi bölgeleri oluşturulmuşsa afet hem günlük yaşamın sıradan olağan koşulu haline gelmiş (oysa doğal afeti karakterize eden özelliğin geleneksel olarak sıradışılık olduğu varsayılır), hem de toplumsal olarak afet bölgeleri inşa edilmiş demektir. Kocaeli ve İstanbul bu konuda örnektir. Bu kentlerde yaşamak sadece deprem bekleyişi bakımından değil, denize, havaya, toprağa karışan sanayi atıkları, trafiği, susuzluğu ile de aslında halihazırda bir afet bölgesinde yaşıyor olmak anlamına gelmektedir.
Kısacası sosyolojik açıdan, “doğal” afet diye hiçbir şey yoktur. Doğaya duyarlı bir planlama, insanlığı afetlerden koruyabilir ya da zararı en aza indirebilir. Ama kapitalist kentleşme süreçleri doğanın işleyiş kurallarına ters gelişmiştir ve onu tahrip ederek ilerlemektedir. Afeti sosyolojik olarak tanımlamak ancak sistemin mekânla ilişkisini kavrayabilmekten geçmektedir. Mekân hem somut toplumsal ilişkilerin maddi bir ürünü olarak yükselmekte, hem de bu ilişkilerin baskı ve iktidar süreçleri içinde yansımalarını bulmaktadır. Kapitalist üretimin ihtiyaca göre değil, kâra yönelik güdüsü, özellikle fiziksel, doğal mekânı yok eder ve doğayı değişim değeri yaratmanın basitçe hammaddesi haline getirir. Yıkılan doğa başka bir düzeyde kentlerde “ikinci doğa” olarak yeniden inşa edilir. Bu nedenle kentsel mekânlar doğanın mülk edilmesine bağlı olarak yeni fiziksel ve toplumsal çevreler yaratmak üzere sürekli yeniden üretilmektedir. Bu üretim politik, ekonomik ve toplumsal süreçlerin içerdiği güç ve iktidar ilişkilerinin bir parçası olduğu için, kentsel dokunun k e n d i s i n i d o ğ r u d a n birer çatışma alanı haline getirir. Kentleşme süreçleri açısından ç a t ı ş m a n ı n ana kaynağı şüphesiz, egemen sınıfların, toplumsal ihtiyaçları gözetmeyen kâr amaçlı güdüsünün, emeği ve kentsel mekânı, içerdiği bütün tarihsel miras ve canlı hayatla birlikte piyasada alınıp satılır mallara dönüştürmesinde yatar. Bu nedenle mekânın üretimi “felaketler” yaratma süreci olarak ilerlemektedir.
Afetlerin sosyolojik açıdan bakıldığında bir başka bir özelliği de ayrımcı olmalarıdır. Kapitalist-emperyalist sistemde mekânlar birer eşitsizlik alanları olarak yükseldikleri için sonuçları itibariyle de taraflıdırlar. Afetler hem herkesin başına gelmez hem de herkesi aynı şekilde etkilemez. Bu durum afetin sadece kendisinin değil, sonuçlarının da toplumsal olarak inşa edildiğini göstermektedir. Bu sonuçlar toplumsal hayatın tabi olduğu sosyo-ekonomik koşulların içinden yükselir. Bazı kesimlerin/sınıfların örneğin yoksulların, kadınların, yaşlıların, ayrımcılığa maruz kalanların hem afete maruz kalma, hem de ondan zarar görme olasılıkları daha yüksektir. Ezilen sınıfların zararları az gibi görünebilir ama onlar için bu küçük kayıplar daha yıkıcı, daha hayatidir ve kendilerini yeniden onarma süreçleri çok daha zorlu ve uzun süreler gerektirir. Tekrar altını çizmek gerekirse afet, doğada oluşan ve aniden başımıza gelen bir olgu değil, inşa edilen toplumsal bir olgudur.
Bu anlayış, nihayet 1970’lerde genel bir kabule ulaşmıştır. Afetler, artık bu genel kabule dayanarak, doğal sistem ile insani sistemler arasındaki çarpık ilişki olarak tanımlanmaya başlamış ve doğal olayların afetlere dönüşmesinin temel nedeninin toplumsal sistemlerdeki uyuşmazlıklar olduğu kabul edilmiştir. Bir doğa olayı, insan yerleşimleri, toprak kullanımı ve sosyo-ekonomik organizasyon düzeniyle ilişkisi sonucu tehlike olarak tanımlanır. Bu ilişkiler, “dirençlilik” ve “kırılganlık” kavramlarını ortaya çıkarmıştır. Afetlerde dirençlilik; bir tehlikeye maruz kalmış bir sistemin ya da toplumun, temel yapılarının korunması ve yenilenmesi de dahil olmak üzere, tehlikenin etkilerini zamanında ve etkili bir şekilde soğurma, eski hale dönüş ve iyileşme kabiliyetidir. Genel bir sistemin, akut veya kronik bir strese ters yönde tepki vermesiyle, yeni bir denge durumuna erişebilme yeteneğidir. Konfüçyüs’ün (M.Ö. 551-479) “Rüzgârda kıvrılan yeşil kamış, bir fırtınada kırılan meşeden daha güçlüdür.” sözü dirençlilik kavramını pekiştirmek için kullanılmaktadır. Özetle, dirençlilik bir topluluğun ve sistemin sosyolojik, psikolojik ve fiziksel kapasitesiyle, afetlerin ve acil durumların üstesinden gelebilme, en az zararla atlatabilme ve denge durumuna tekrar ulaşabilme yeteneğidir.
Afetlerde dirençlilikten bahsederken kırılganlık kavramını da iyi algılamak gerekmektedir. Dirençlilik ve kırılganlık birbirlerinin karşıtı kavramlar gibi görünseler de bazı durumlarda farklılık gösterebilmektedir. Kırılganlık; bireyin, topluluğun veya sistemlerin tehlikelerin etkilerine duyarlılığını, hassasiyetini artıran fiziksel, sosyal, ekonomik veya çevresel faktörlerdir. Kırılganlık, insanlığın doğal tehlikeleri algılaması, kontrolü ve adaptasyonu ile nitelendirilir. Ancak genel anlamda şunu söyleyebiliriz ki; bir toplumun ya da bireyin afetlere karşı dirençliliği ne kadar fazlaysa ve kırılganlığı az ise; afetlerle başa çıkabilme kapasitesi o oranda yüksektir.
Dirençlilik ve kırılganlık kavramlarını, Türkiye’de yaşanan ve ağır kayıplara neden olan Maraş depremleri ile ilişkilendirerek bir sonraki sayımızda incelemeye çalışacağız.