[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
*Bu yazı 6 Şubat Pazarcık merkezli depreme Hatay İskenderun’daki evinde yakalanan ve enkazda kalan bir Partizan okuru tarafından kaleme alınmıştır. Yazıda kullanılan görselde yaşadığı evin enkazının fotoğrafı kullanılmıştır.
Ölümü bin kere tattık
Bin kere soldu çiçeklerimiz
Bir kere daha tattık ölümü
Bir kere daha açacak çiçeklerimiz
Öncelikle belirtmeliyim ki her ne kadar, burada depreme ilişkin yaşananları aktarmaya çalışacak olsam da ne aktaracaklarım ne de sosyal medyada ve televizyonda karşılaşılan manzara-edinilen bilgiler deprem bölgelerinde olmayan okuyucunun, depremin gerçekte nasıl bir bilançoya yol açtığını bütünlüklü bir şekilde anlayabilmesi için yeterli olmayacaktır. Ne var ki deprem bölgesinde olanlar-olmayanlar, hepimiz; mevcut süreç içerisinde şu ya da bu şekilde çeşitli birçok şeyi deneyimlemiş olduk. Deneyimlerimizi sınıf mücadelesine mal etmek, “Tek Çare Demokratik Halk Devrimi” şiarıyla burjuva-feodal sisteme ve onun açmazlarına karşı halkın örgütlü mücadelesini tesis etmek ve yükseltmek bakımından devrimciler için olmazsa olmaz bir görevdir. Dolayısıyla bu yazıdaki aktarımlarımın da bu minvalde ele alınması, sınıf mücadelesine mal etme düşüncesinden hareketle bilince çıkarılması gerektiğini unutmayalım.
Kadim halkların farklı kültürleriyle ve yaşam tarzlarıyla bir arada yaşadığı, harmanlandığı, ortak değerler geliştirdiği koca bir kent: Antakya. Amanoslar artık kekik kokmuyor, deniz göğün mavisini kucaklayamıyor, artık sokaklarımız binlerce yıllık tarihe kapı aralamıyor; artık acı ve ıstıraplardan damıtılmış ölüm ve moloz kokularıyla perçinliyor tarih, bu dönemecini. Olsun, halkız biz! Ölümü bin kere tattık, bin kere soldu çiçeklerimiz; bir kere daha tattık ölümü, bir kere daha açacak çiçeklerimiz…
6 Şubat – 04.17 İskenderun
Saatler 04.17’yi gösterdiği sırada tüm ev ahali uykudaydık. Hayatım boyunca böylesine denk gelmediğim bir sarsıntıyla uyandım. Uyku sersemliğiyle, içerisinde bulunduğum maddi gerçekliği ayırt edemediğim kısa bir an yaşadım ve hızlıca durumu idrak edip cep telefonumun ışığıyla önümü aydınlattım; evet, büyük bir depreme yakalanmıştık ve bina çökmeye başlamıştı. O sırada kardeşimin ve annemin çığlıklarını duydum. Sesin geldiği tarafa yöneldim. Ancak depremin şiddeti gittikçe artıyordu. Odadan çıkmak için çabaladıkça şiddet artış gösterdi. Işık kaynağına sahip olmam, durum ve yön tahlili yapabilmemde önemli bir etken oluyordu. Duvarların ve kolonların döküldüğünü, koptuğunu elimdeki ışık kaynağının yettiği kadar görebiliyordum. Depremin şiddeti bambaşka bir boyut kazanmıştı. Şiddetin hangi yönden seyrettiğini tayin edemiyordum. Dört bir yandan sürekli artan, çalkalayan, karmakarışık bir şiddet gerçekliği vardı. Yalpalayarak, bir yerlere tutunmaya çalışarak sonunda odadan çıkabilmiştim. Ailemin sığındığı odaya geçmek için yöneldiğim sırada bizi ayıran ağır bir cismin (duvar ya da kolon olduğunu tahmin ediyorum) önüme düştüğünü fark ettim. Hemen sonra zeminin ayaklarımın altından kaymakta olduğunu hissettim. Hızlı bir şekilde kardeşimin kaldığı odada pencere kenarında bulunan bazanın başucuna savruldum. O esnada bina tamamen üstümüze çöküyordu. Bina yıkılırken gözümü kapattım ve “sona geldik” düşüncesiyle ölümü karşılamak için beklemeye koyuldum.
Evimizin bulunduğu binada yıkım, depremin ilk saniyelerinden son saniyelerine dek, depremin artan şiddetiyle paralellik arz ederek gittikçe artış gösterdi ve toplamda 2 dakikaya yakın sürdü. Sarsıntılar ve çökmelerden kaynaklı ağzımın içine kum dolmuştu. Öksürüp tükürerek kumu dışarıya attım. Kısa bir süre hareketsiz bekledim. Elimdeki ışıkla etrafıma bakıp durumu kavramaya çalıştım. Tavan üzerimdeydi fakat muhtemelen bazaya ve odada bulunan gömme dolaba tavanın ağırlığı bindiği için hareket alanım tamamen kısıtlanmıyordu. Daha sonra arkamdan sırtıma vuran soğuk havayı hissettim. Dikkatlice arkama döndükten sonra önümde takriben 50 cm genişliğinde bir gedik açıldığını gördüm. Enkaz altında olan bir kimse için hava faktörü yön gösterici niteliktedir, bunu anlamış oldum. Temkinli bir şekilde çıkmam gerektiğine kanaat getirdikten sonra sağlamlığından emin olduğum moloz parçalarına tutunup tırmandım. Gediğe çıktığımda zemini kontrol ederek bir ayağımı dışarıya atıp önümdeki molozlara bastım. Hava soğuktu ve karla karışık yağmur yağıyordu. O anda bir artçı deprem daha oldu. Kısa bir süre bekledim. Etrafıma baktığımda evimizin bulunduğu binanın öne doğru yıkılmış olduğunu gördüm. Biz, deprem esnasında binanın konumuna göre arka tarafta kalmıştık. Dolayısıyla arka tarafta kalmış olmamız, binanın yıkılma yönüne göre enkazdan çıkabilmemiz için elverişli bir ortam yaratarak gedikler açmıştı. Binanın konumuna göre ön taraflarda yer alanlar için ise dezavantajlı bir durum söz konusuydu. Molozlara tutunarak bahçe duvarına indim ve aileme seslendim ancak ilk başta hiçbir ses alamadım. 112’yi aradım ancak hiçbir şekilde ulaşamadım. Enkaza dönüp tekrar seslendim ve ancak o zaman ailemin sesini alabildim. Onların da önünde gedik açılmıştı ve çok sürmeden çıkmayı başarmışlardı. Hemen sonra komşularımızın yardımına koştuk. Enkaz altından gelen yardım çığlıkları kesilmiyordu. Arkadaşlarımıza, dostlarımıza; ilk başta da yoldaşlarımıza ulaşmaya çalışıyorduk. Depremin yarattığı şiddeti düşündükçe aynı alanda olduğumuz yoldaşlarla o anda iletişim kuramamak endişelenmemize yol açıyordu. Baz istasyonları zarar görmüş olacak ki, telefonlarda sinyal yoktu. 3 saate yakın soğuk ve yağışlı hava koşulları altında ev haliyle çıplak ayak, kısa kol ortada dımdızlak kaldık. Bir süre sonra ayaklarımızı ve ellerimizi hissetmemeye başladık. Donma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştık. Donmayı geciktirmek için sürekli hareket etmeye çalışıyorduk. İskenderun şehir merkezinde oturan bir dostumuza ulaşmaya çalıştığımız sırada bir araç geldi, önümüzde durdu. İçinden orta boylu bir erkek çıktı. “Merhaba, ben polis memuruyum. Burada yıkılan başka bir bina var mı?” diye sordu. Görünürde yıkılan başka bir bina olmadığını, enkaz altında insanlar olduğunu ve bizim de kendi imkanlarımızla enkazdan çıktığımızı, enkaz altındakiler için yardım gerektiğini söyledik. Polis ise “ha, iyi o zaman” diye karşılık verdi. Mahalleli olarak polisin bu lakayt sözlerine karşı tepki gösterdik ve korkup araca bindi, hızlıca oradan uzaklaştı. Faşist devletin silahlı bekçileri afet koşullarında dahi halk düşmanlığından taviz vermiyordu. Belliydi, enkaz için yardıma kimse gelmeyecekti. Akabinde öyle de oldu. Mahalle halkı, yıkım anında ve daha sonra enkaz altında kan kaybından, hipotermiden yaşamını yitiren insanların cenazelerini kendi imkanlarıyla çıkarmıştı.
-Uzun uğraşlar sonucu ulaşabildiğimiz dostumuz aracıyla bulunduğumuz mahalleye geldi. Ve nihayet kısıtlı da olsa yoldaşlarla iletişim kurabilmiştim, herkes iyiydi. Enkaza göz attığımda tablo korkunçtu. Yıkılan duvarlar ve kolonlar arasında sıkışmış onlarca insan vardı ve onlar için yapabileceğimiz pek bir şey yoktu. Kardeşimin sırt bölgesinde ağrılar olduğu için araçla İskenderun devlet hastanesine gitmiştik. Acil servise girdiğimizde durumun vahameti ortadaydı. Acil servis ağzına kadar ceset ve yaralı insanlarla doluydu. Kalabalık-panik halinde olan hastane ortamına yoğun ve keskin bir kan kokusu hakimdi. Kardeşimde ciddi bir yaralanma olmadığını görünce hastaneden çıkıp İskenderun şehir merkezinde tur atmaya başladık. Sokaklarda soğuktan tir tir titreyen, bağırıp çağıran, sinir krizi geçiren insanlar vardı. Biraz sonra insanların toplandığı açık bir alana geldik. Gün ağarmaya başlayınca depremin yol açtığı yıkım ortaya çıkmıştı, şehir tanınmaz hale gelmişti. İskenderun şehir merkezi neredeyse yok olmuştu. Binaların enkaza dönmesi yetmezmiş gibi bir de yangınlar çıkmıştı. Birçok enkazın altından sesler duyulabiliyordu. Ancak “Türkiye yüzyılı” söylemiyle sahneye çıkan, eğitim, sağlık, ekonomi vd. birçok alanda geliştiğini, rakipsiz olduğunu iddia eden “devlet baba”dan herhangi bir ses yoktu. Saatler ilerledikçe radyolardan ilk “resmi” veriler gelmeye başlamıştı: “Hatay’da 200 bina zarar gördü.” Oysa sadece İskenderun’da dahi bu sayının 200’ün çok üstünde olduğu çıplak gözle görülebiliyordu. Devlet işlediği suçu hasıraltı etmeye çalışıyordu. Bir yandan da “AFAD ekiplerimiz görevleri başındadır” gibi söylemlerle deprem bölgeleri ile dışarısında kalan halkımızın dayanışma içerisine girmesini baltalamaya çalışıyordu. Gerçeklerle bağdaşmayan veriler ve yalan-yanlış bilgilerle halkımızı kandırmaya çalışan devlet, birçok yönden teşhir olmanın, halk düşmanlığını gizlemenin, halkın öfkesini perçinlemenin önüne geçemedi.
“Devletimiz güçlüdür”
Akşama kadar bekledik ve ailemi güvenli bir yere bıraktıktan hemen sonra Antakya’ya yoldaşların yanına dönme düşüncesiyle şehir dışına çıktık. Şehir dışında bir süre kaldıktan sonra yoldaşlara ulaşma arzusuyla Antakya’ya gitmenin yollarını aradım. Ancak bir yolunu bulamadım. Yolların deprem nedeniyle çöktüğü söyleniyordu ve bulunduğum yerden Antakya’ya giden herhangi bir araç yoktu. Daha sonra yoldaşlardan iyi haberler aldığım için deprem bölgelerinden hangisi olursa olsun gitmem gerektiği yönünde karar kıldım. Çünkü devrimcileşip mücadeleye atılmamız ne kadar tarihsel bir sorumluluksa, zor zamanlarında halkımızın yanında olmamız da devrimci bir sorumluluktur. Bir yolunu bulup deprem bölgelerine gidecek olan yoldaşlarla nihayet Adıyaman’da buluşmuş olduk. İvedi bir şekilde çalışmalara başladık. Tırla gelen malzemeleri Kahta’da bir tekstil atölyesinde istifledik. İhtiyaçlar ve kendi olanaklarımız dahilinde halkımızla birlikte çadırlar kurduk. “Devletimiz güçlüdür” riyakarlığından mustarip devlet kurumlarının ulaşmadığı bölgelere zorlu kış koşullarında imkanlar dahilinde erzak ve kıyafet götürmeye çalıştık. Çadır kurmak için gittiğimiz Sincik bölgesinde 50 kişilik bir köyde 41 kişi deprem vesilesiyle yaşamını yitirmiş, 2 kişinin ise cansız bedeni kurtlar tarafından parçalanmıştı. Enkaz altında kalan köylüler için dışarıdan yardım getirmeye giden köylülerin buzlu ve karlı yollarda donarak yaşamını yitirdiği söyleniyordu. Kış bütün külfetiyle yüklenmişti Adıyaman’a. Erişemediğimiz köyler oluyordu, yetersizliklerimiz olmuştu ancak olumlu gelişmeler de olmuştu. Tüm zorluklara rağmen burjuva-feodal sistemin açmazlarını halkımıza teşhir etmeyi, çeşitli doğal afetlerle kapitalizm arasındaki dolaysız ilişkiyi açıklamayı, nasıl, niçin, neden ve neye karşı mücadele edilmesi gerektiğini şöyle ya da böyle, halkımızla tartışmayı başarmıştık. Adıyaman, Partizancıları tanımaya, merak etmeye başlamıştı. Devlet üstündeki yükü atabilmek için “yağmacılar” demagojisini piyasaya sürdü ve halkın patlamaya hazır öfkesini, kendisine muazzam ucuz işgücü yarattığı Suriyelilere karşı şiddet ortamı yaratıp şovenizme kanalize etmeye çalıştı. Ordu-polis gücüne “yağmacılar” için görüldüğü yerde “vur emri” veren devlet, kaos ortamını derinleştirerek işin içinden sıyrılmanın yollarını aradı. Antakya ve Adıyaman gibi deprem bölgelerinde havadan nem kapan sivil faşist unsurların silahlanarak “yağmacılara”, daha doğrusu halkımıza karşı saldırılarda bulunduklarına, kimi olaylarda bu saldırıların ölümle sonuçlandığına şahit olduk. Yargısız infazlarla cinayetler işleniyordu ama sözde “hukuk devleti” olan TC ortada yoktu. Deprem bölgelerinde bulunan halkımızla özellikle bu konu üzerinde tartışmalar yürütüp devletin şoven tuzaklarına düşmemeleri, öfkelerini Suriyelilere değil, örgütlü bir şekilde burjuva-feodal sisteme kusmaları gerektiğinin altını çizdik. Halkımız örgütsüz ve dağınık olmasına rağmen büyük bir dayanışma örneği sergiledi. Yaşadığımız deprem felaketi karşısında devlet çaresiz kaldı ve bu felaket burjuva-feodal sistemin açmazlarını en yalın haliyle görünür kıldı.
Yoldaşlar, dostlar…
Bize düşen üzülmek, ağlamak, yas tutarak sınıf kinimizi dindirmek değildir. Egemenler gözü dönmüş rant ve kâr hırsıyla tüm dünya halklarını doğaya tabi olmayan “suni dengeyle” çeşitli biçimlerde katlediyor. Bize düşen temel bir görev vardır; sistemin açmazlarını her koşulda teşhir etmek, ona saldırmak, halkın kendiliğinden gelen öfkesini burjuva-feodal sisteme karşı örgütlenmiş sınıf kinine dönüştürmek ve bu örgütlenmiş sınıf kinine önderlik edebilmektir. Şimdi, halkın öfkesini burjuva-feodal sisteme yöneltmesi için çabalama, öfkeyi sınıf kinine dönüştürme, “Tek Çare Demokratik Halk Devrimi” şiarını pratiğe geçirme zamanıdır!