[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle”]
19. Astana görüşmeleri katılımcı ülkelerin, iç politikada yaşamaya başladıkları siyasi krize paralel faşist politikalara yoğunlaştıkları ve savaş borazanlığına başvurdukları bir süreçte gerçekleşti.
İran’da Jîna Emînî’nin öldürülmesinin ardından başlayan eylemlere devletin tolerans tanımayan saldırıları sonucunda yeni katliamları gündeme getirmiş, eylemlerin özellikle yoğunlaştığı İran Kürdistanı bu saldırıların öznesi haline getirilmişti.
İran’ın saldırılarının yanında TC de “Pençe-Kılıç Hava Harekâtı” adıyla Kobâne ve Rojava’ya yönelik bombardımanlara yöneldi. Bombardıman yerleşim yerlerini hedef aldığından buranın Kürt halkı da katliam niteliğinde saldırılara maruz kaldı.
“Suriye’de güvenliği sağlama” gündemiyle bir araya gelenler Astana’daki görüşmeden önce başladıkları saldırılarla bu görüşmenin niteliğini açığa vurmuş oldular. Bu iki ülkenin ortaklaştığı nokta hiç şüphesiz kendi “üniter” yapılarını korumak adına gerek İran Kürdistanı, gerek Suriye Kürdistanı ve gerekse de Irak Kürdistanı’ndaki direnen, mevzilerini koruyan, hak arayışında ileri bir tutum gösteren halkların ulusal haklar temelindeki mücadelelerinin karşısında konumlanmalarıdır.
İran ve TC’nin dışında diğer katılımcı Rusya ise bir taraftan saldırılardan önceden haberdar edilmediğini ve Kürt halkına yönelik saldırıları kınadığını belirtse de Kürt halkının katilleri ile anlaşmanın yeni yollarını arıyor. 19. Astana görüşmesi tam da bu niyete uygun olarak (!), İran ve TC’nin Kürt bölgelerine yönelik saldırıları sırasında ve Rusya’nın olaylarda “bihaber olduğu” bir ortamda gerçekleşti. Nitekim Vladimir Putin’in Suriye Özel Temsilcisi Aleksandr Lavrentyev, Türkiye’nin Rojava’ya yönelik son hava saldırılarının Rusya’nın bilgisi ve rızası dışında gerçekleştiğini belirterek TC’nin saldırılarından haberdâr olmadığını ve “rıza” vermediğini söyledi.
SAVAŞI KÖRÜKLEYENLERİN “BARIŞI”
Astana görüşmelerinin sonuç bildirisinde, Suriye krizinin barışçıl çözümünde Astana sürecinin “öncü rolü” vurgulandı. Bildiride toplumsal alanlara yönelik saldırılar kınanırken TC’nin reddettiği sivil ölümlerinin taraf ülkelerce bilindiği bir kez daha görüldü. Görüşme sonrası Suriye’de gerilimin artırılmayacağına ve savaş politikası yürütülmeyeceği konusunda anlaşmaya varıldığı ifade edilse de TC’nin “kara harekâtı” tehditleri devam ediyor.
Son süreçte ekonomik kriz yanında iktidar odağının konumunu koruma telaşından kaynaklanan bir siyasi kriz ve karmaşa da yaşayan TC’nin bu krizli ortamda nefes alma, ekonomik kriz gündemini değiştirme ve “milli değerler” üzerinden siyasi argüman üretmede başvurduğu argüman gene Kürt düşmanlığı olmuştur. Taksim’de gerçekleşen ve sivilleri hedeflediği açık olan bombalı saldırıda kanıtlar tam tersini söylese de sorumluluğu Kürt hareketine, özellikle de Rojava merkezine atmak için yoğun çaba sarf edildiğini gördük. Saldırının kanıtları aksini gösterse de önceden belirlediği ve bu gibi zamanlarda bildiği o tek yolda yürümekte ısrarlı davranan TC, saldırıyı ulusal Kürt hareketine dayandığını halka kabul ettiremediği halde alelacele özellikle Kobâne’yi hedef göstererek Rojava’ya bombardıman gerçekleştirdi. TC’nin saldırı sonrası somutlaştıramadığı suçlamaları ve gerçeklerle örtüşmeyen ifadeleri, onun Kürt mücadelesine ve halkına yönelik saldırılarını da pervasızlaştırdı. Astana’da gündeme gelen “toplumsal alanlara yönelik saldırıların” faili olan TC’nin aynı zamanda Suriye’de güvenliği sağlayacak masada yer alması görüşmenin çelişkilerini derinleştirmiştir. 19’uncu Astana görüşmesinin ardından konuşan Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın üst düzey danışmanlarından Buseyna Şaban, TC’nin saldırıları üzerine “Hiçbir ülkenin kendi güvenliğini başka ülkenin sınırları içinde koruma hakkı yoktur” diyerek tepki gösterdi. Suriye basını ise TC’nin saldırılarını “Türk işgalinin Suriye’nin kuzeydoğusunda kendi şemsiyesi altında faaliyet gösteren teröristlerin varlığını meşrulaştırmak için dayanaksız bahaneler kullandığı” ve Türkiye’nin “Rusya’ya verdiği taahhütlerine bağlı kalmadığı” açıklamalarıyla verdi. Gazeteler manşetlerinde özellikle bu saldırılara yer verdiler. Öte yandan Suriye’de rejime karşı savaşan ÖSO’yu kendi himâyesinde özellikle Kürt güçlerine karşı kullanan TC, huzuru sağlamak bir yana savaştaki aktif rolünü kaybetme endişesiyle bombardıman ile saldırısını bir ileri seviyeye taşımış durumdadır.
Tahran’da ise Jîna Emînî’nin İran “güvenlik güçleri” tarafından katledilmesiyle başlayan toplumsal ayaklanma çatışmalarla devam ediyor. Masanın bir diğer üyesi olan İran, halkın başlattığı direniş karşısında saldırılarının boyutunu genişletti ve yabancısı olmadığımız bir politika izleyerek direnişin faturasını Kürt halkına kesti. Mevcut siyasi krizde söylem ve politika olarak TC ile eşgüdümlü hareket eden Molla rejimi İran Kürdistanı’na yönelik saldırılarını artırdı. İran Kürdistanı’na yönelik bombardımanın yanında rejim tarafından kaçırılan insanlar, eylemcilere karşı silahlı saldırılar, bu bölgelerde elektrik ve internet kesintileri gibi birçok saldırı rejimin Kürt halkına karşı yürüttüğü politikayı da göstermektedir. 19. Astana görüşmesindeki “barış” güvercinlerinin kanatlarında taşıdığı kan gizlenemeyecek denli yüzlerine gözlerine bulanmış durumda.
SIĞINMACILARA SIĞINAN SİYASET
Görüşmenin sonuç bildirisinde öne çıkan diğer bir konu da sığınmacıların topraklarına geri dönüşü oldu. Bildiride katılımcı devletler “(B)u bağlamda uluslararası topluma, Suriyeli sığınmacı ve yerinden edilenlere yönelik gerekli desteği sağlama çağrısında bulunmuşlar ve Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) ile diğer uluslararası uzman kuruluşlar dahil olmak üzere ilgili tüm taraflarla teması sürdürmeye hazır olduklarını teyit etmişlerdir.” açıklamasına yer verdiler. Birleşmiş Milletler’in sığınmacılara yönelik politikasında TC’nin ücretli sığınma evi görevini görmesi, kendi iç siyasetinde “muhalif” seslerin seçim sürecinde başvurduğu ilk argüman olarak yer alıyor. Sığınmacıların “iyiliği” için seferber olan egemenlerin özünde sığınmacılara karşı baskıya ve bu insanların yaşamlarına kasteden tutumları iki yüzlü politikalarını gizleyemeyecek durumda olduğunu gösteriyor. Erdoğan için gelir kaynağı ve Avrupa ülkelerine karşı tehdit aracı olan sığınmacılar, Astana’da bir anda ulusların iyiliği ve kibarlığıyla anılmaya başlandı. Bugün muhalif partileri ekonomik ve siyasi boyutu dışarıda tutan, TC’nin sığınmacı politikasına yönelen eleştirileri gerçeklikten kopuk olduğu gibi olarak seçim vaatlerinde yararlanılmaya çalışılan bir gündem maddesi olarak güncelliğini koruyor. Bu anlamda Erdoğan’ın sığınmacı politikasının bel kemiğini oluşturan ekonomik koşulların dışarıda tutulması, diğer partilerin vaatlerinin de kemiksiz iki büklüm hâlde bırakılacağına şüphe yoktur. Astana’da gündem haline getirilen sığınmacı konusu, bugün iktidara savunduğu politikayı unutturarak tam tersi bir siyaset izlemesine yol açabileceği de beklenilen bir durum olarak karşımızda duruyor. Egemen kliklere göre şekillenen TC’nin sığınmacı politikası, ancak onların “rıza”sı ile değişebileceği gibi Erdoğan’ın kendi iktidarına yönelen eleştirilerin başında yer alan sığınmacılar konusunda bu kadar inatçı durmasının altında da egemenlerin verdiği sus payının doyuruculuğu yatıyor.
GERÇEK BARIŞ HALKLARIN MÜCADELESİNDE MÜMKÜNDÜR!
Astana görüşmelerinde katılımcıların dillerinden düşürmediği ancak zihinlerinde esamesinin okunmadığı Suriye’nin temel hak ve özgürlüklerini yalnızca özgürlük mücadelesi yürüten ezilen halklar yaratabilir. Astana’nın içinde barındırdığı çelişkili durumlar ve şu anda katılımcı ülkelerin halihazırda yürüttüğü politikalar var etmeyi değil yok etmeyi, biat ettirmeyi ve kâr elde etmeyi nihai amaç olarak belirlemiştir. Bu anlamda ne emperyalistler arası dalaşta Rusya’nın taraftar toplama gayreti, ne TC’nin ekonomik-siyasi kriz çıkmazında Kürt halkı üzerinden kendisine tekrar tekrar kurtuluş yolu yaratması ne de İran’ın meşru direniş sergileyen halkını bastırmak için Kürt halkını basamak olarak görmesi Suriye’deki krizin çözümünü barındırır. Suriye’yi özgürleştirecek olan, özgürlüğü için mücadele eden halkın kendisi olacaktır. Yok etmeyi değil, var olmayı nihai amaç olarak belirleyenler yaşanılabilir bir Suriye’yi yaratabilecektir.