[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Ve ölüm uykudan uyandı bir gün doğumunda. Bugünün isyanı dünden de cüretliydi… Bir düşünce gibi atıldı ortaya. Büyüdü ve boy verdi zindanlarda. Geçmiş ile gelecek arasındaki köprüye uzanırken serpildi dört bir yana…
Bir Güney Amerika ülkesinde dört aydın ve sanatçının bir hapishane hücresinde yaşadıkları işkencelere, baskılara, hak gasplarına karşı yürüttükleri mücadeleyi ve bunlara karşı başlattıkları ölüm orucu sürecini anlatan bir hikâye: “Ölüm Uykudaydı”.
Bu; zamanın bir şey ifade etmediği, gün ve gece döngüsünün silikleştiği, mevsimlerin kendini yinelemediği küçücük bir koğuşta insanlık onuru adına verilen direnişin ve mücadelenin hikayesi.
Tiyatro yazarı Cuma Boynukara tarafından yazılan “Ölüm Uykudaydı” tiyatro oyunu Bilim Eğitim Estetik Kültür Sanat Araştırmaları Vakfı’nın (BEKSAV) bünyesinde yer alan Tiyatro İmge tarafından sahneye taşınıyor. Oyunun yönetmenliğini Onurcan Çelebi yapıyor. Tiyatro İmge oyuncusu olan Ahmet Uçar tarafından da tek kişilik olarak sahnelenen oyunda; 4 tutsağın hapishaneye ve faşist saldırılara karşı verdiği mücadele canlandırılıyor.
TANIK OLDUĞUMUZ BİR GERÇEKLİK
Arjantin’de yaşanan darbenin ardından kurulan ve “Ben buraya bir türlü kâğıda dökülmeyen, gözden kaçan ayrıntıları anlatmaya geldim.” diyen Araştırma Komisyonunda bulunan tiyatrocu Mauricio
Varella’nın kurula (seyirciye) anlatımlarından oluşan oyunda; bir hapishane hücresinde gördükleri işkenceye karşı yazar, ressam, müzisyen ve tiyatrocu olan 4 tutsağın verdiği mücadele anlatılıyor. Oyun dünyada yaşanan birçok örneğinin yanında Diyarbakır 5 No’lu Hapishanesinde yaşananlara da ayna tutuyor.
Oyunda adı geçen tüm karakterler tek bir oyuncu üzerinde somutlaşıyor ve bütünleşiyor. Yaşanan olayın “Latin Amerika ülkelerinin birinde…” geçtiği söylense de oyunun bütününe baktığımızda aslında hiç de yabancısı olmadığımız bir olay örgüsüne tanıklık ediyoruz. Sahne dekorunda yer alan tek bir sandalye var; etrafında dikkat çeken herhangi bir öğe öne çıkmıyor. Karanlık bir hücreye benzeyen atmosferde tek bir oyuncu sahnede. Spot ışıkların altında yer değiştiriyor, anında başka bir karaktere bürünüyor oyuncu. Hızlı karakter geçişleri arasında duraksama yok denecek kadar az. Akışın dinamiği içinde seyirciyi diri tutan bir performans sergileniyor.
KÂĞIDA DÖKÜLMEYEN ŞEYLER…
Oyun Mauricio’nun Galileo olayını anlatmasıyla başlıyor. Ardından Bruno’nun yakılışı, Rozenberglerin elektrikli sandalye ile katledilişi gibi tarihi anlarla yüzleşiyor seyirci. Fakat nedenler üzerinden biçimlenmiyor. Somut bir gerçeklik var ve bu gerçeklik ön plana çıkıyor.
Anlatıcının hikayesi tek kişilik bir hücrede başlıyor. Dünyayla iletişimi kesilmiş adeta bir kutunun içinde yaşamaya mahkûm edilen bir yaşam… Mauricio’ya bir görüş günü kendini temizlemesi için gazete parçası veriliyor. Aylardır tek bir iletişim kanalı olmadan yaşayan Mauricio, eline ulaşan bu parçayı bir hazine gibi saklamaya çalışıyor. Aylardır okuduğu tek şey bu. Satır satır ezberliyor her kelimesini. Gazete parçasının arka ve ön yüzündeki tezatlıkla bulunduğu yeri sorguluyor. Tecrit altındaki yalnızlığında kafasında kurguladığı bir duvar sineması var. Yaşadıklarını yansıtıyor bu duvar sineması. Her gün yeni bir görüntü canlanıyor perdede. Perdeye yansıyan hayatıyla yaşatmaya çalışıyor benliğini. Sağlam ve dirençli kalması gereken beyninde işkencenin izlerini tekrar tekrar döndürüyor. Unutulmaması gereken psikolojik ve fiziksel işkenceler sahneleniyor. Bir gün bu tecrit son bularak koğuşa 3 kişi geliyor. Ressam, yazar ve müzisyen 3 aydın. Son bulan tecridi, bu koğuşta başkalaşıyor. Bir gün verilen bir kararla tek tip giysi dayatması baş gösteriyor. Dayatmayla başlayan bu süreçte işkencelerin ardı arkası kesilmiyor. Faşist başgardiyan Adolfo’nun insanlık dışı olan darp etme, diş sökme, vücudun belli organlarına elektrik verme, cinsel taciz gibi işkenceleri ona yardımcı gardiyanlarla uygulamasına karşı, tutsaklar buna son verme adına bir karar alıyor ve tek tek ölüm orucuna başlıyorlar. Bu direniş tüm hapishaneye yayılıyor. Hapishanedekiler kapıları dövüyor, ses çıkarıyor, destek oluyordu.
“… Zaman durmuştu, yine o lanet koku kendini hissettiriyordu. Ölüm kokusu.”
Günler geçtikçe eriyen bedenlerle bu mücadeleden artık geri dönüş yoktu. Bu işkence bir gün son bulmak zorundaydı ve onlar haklarını bu direniş ile geri alacaktı. Ki öyle de oldu elbet “…O kadar insanın ölmesine izin verilemezdi. Kabul etmek zorundaydılar.” Bu mücadele içinde ölümsüzleşenler olsa da irade, kararlılık ve direnişle onlar kazanmıştı. Tutsaklar kararlarını ve tavırlarını ölüm orucuyla somutlaştırmış “Evet, biz kazandık!” diyebilmişlerdi.
“Bir zamanlar Latin Amerika’da bir ülkede…” diye başlayan bu hikâyede bütün insanlık dışı saldırılara, uygulamalara, baskılara karşı verilen mücadeleler evrensellik gösteriyor. Çünkü faşizm; dil, renk, coğrafi konum vb. gözetmeden dünyaya yayılmış durumda. Uygulamalar, yaptırımlar birbirine paralel hayata geçirilmeye çalışılıyor. Hapishanelerde hemen hemen her gün karşılaştığımız, duyduğumuz tutsakların sesini duyurma gayretinde olmalı, içeride taşıdıkları bu iradeyi kuşanmalı ve verdikleri mücadeleyi daha görünür kılmalıyız.