[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Kentler genel olarak üretim ilişkileri içerisinde belirlenmektedirler. Günümüzde ağırlıklı olarak sanayi üretiminin ihtiyaçlarına göre şekillenen ve zamanla devasa boyutlara ulaşan kentler, kapitalist üretim ilişkilerinin bir aynası gibidir. Sermaye kendini sürekli olarak büyütebilmek için emeği kendine çeker. Kapitalist üretim için vazgeçilmez bir zorunluluk olan iş gücü üretim merkezlerinde, başka bir deyişle kapitalist merkezler etrafında yoğunlaşır. Şehirler üretim merkezleri olarak büyürken yeni üretim alanları da hızla şehirleşir.
Kapitalist üretimin ihtiyaç duyduğu iş gücünün hazır bulunabilmesi için üretim merkezlerine yakın yerlerde -kent içerisinde veya çevresinde- konut olanağı sağlamak gerekir. İşçi konutları ister burjuvazi tarafından planlı bir şekilde oluşturulsun isterse işçinin kendisi tarafından inşa edilsin her durumda bu emeğin yeniden üretiminin ve dolayısıyla ücretin bir parçasıdır. Belli bir kent veya bölgede işçilerin konut ihtiyacının giderilmesi geçici veya kısmi bir çözümdür. Ancak kapitalizmin dengesiz gelişimi, aşırı üretim krizleri, rekabet, konut spekülasyonları ve sınıf mücadelesinin dolaylı ve dolaysız etkileri konut sorununu artırarak devam ettirir.
Sömürü ve sefalet kendini sadece üretim alanında göstermez. İşçi sınıfı bu baskı ve sömürüyü hem fabrika ve atölyelerde hem de yaşam alanlarında birlikte yaşar. İşçi sınıfının ortak hareket edebilmesindeki en önemli etken bu özdeşliktir. Toplumsal kesimler arasındaki sınıfsal ayrılık yerleşim alanlarında da kendini gösterir. İşçi sınıfının yaşam alanları yoksullukla, sefaletle belirlenmiş bir yalıtılmışlıkla karakterizedir. Yalıtılmışlık kontrolden görece uzaklığı da beraberinde getirerek özgün örgütlenmelere olanak sağlar.
Kentler ve özel olarak emekçilerin yoğunlaştığı yaşam alanları aynı zamanda iş gücünün yeniden üretim alanlarıdır. Asgari yaşam ihtiyaçları karşılanarak işçinin üretim sürecine hazır bulundurulması ve aynı zamanda yeni nesil işçilerin (çocukların) yetiştirilmesi, işçiye ödenen ücreti belirleyen temel zorunluluktur. Aynı zorunluluk kent hizmetlerinin şekillenmesinde de geçerlidir.
Sermayenin emeğe duyduğu ihtiyaç, iş gücünün yeniden üretiminde devlete de görevler yüklemiştir. Kuşkusuz devletin bu tip görevleri üstlenmek zorunda kalması işçi sınıfının yürüttüğü mücadeleden kopuk olmamıştır. Tersine onun güç ve etkinliğine bağlı olarak artmıştır. İlerleyen süreçte, sermayenin ihtiyaçlarına paralel olarak, devletin bu talepleri geriye iterek kazanılmış hakları tırpanlamaya başlaması kentlerdeki çelişkileri de geliştirmiştir. Diğer yandan sermayenin gelişimi ve çok daha büyük boyutlara ulaşmasıyla birlikte kentler pazar ve tüketim merkezleri olarak da büyümüş oldular. Aynı zamanda sermaye birikiminde yeni roller kazanarak kentin kendisi özde sınıfsal olan özgün çelişkileri de geliştirir.
TÜRKİYE’DE KENTLEŞME…
Türkiye’yi incelediğimizde kent olgusunun büyük oranda 1950’li yıllarla birlikte tartışma konusu olduğunu görürüz. 1950’li ve ’60’lı yıllar kırdan kente kitlesel göçlerin yaşandığı yıllardır. Kırdan göçlerin yanında başta Balkanlar olmak üzere ülke dışından göçler de yaşanmıştır. Bu yıllar aynı zamanda Türkiye ekonomisi ve siyasetinde çeşitli değişimlerin yaşandığı yıllardır. ABD başta olmak üzere emperyalist devletlerle yoğunlaştırılan ilişkiler, ABD merkezli “Marshall yardımı” bünyesindeki sermaye ihracını içeren yatırımlar, ithal ikame politikalarının hayata geçirildiği ekonomide belli bir ilerleme sağlamıştır. Bu dönemki kentleşmeyi Türkiye’de belli bir gelişme gösteren kapitalist üretim ve bu üretimin ihtiyaç duyduğu iş gücü kaynağına bağlı olarak ele almak gerekir. Söz konusu olan nicelik olarak gelişen Türkiye işçi sınıfının konut ihtiyacının dolaysız bir yansımasıdır. Başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlere göç devam ederken 1970’li yılların ilk dönemlerinde devletin gecekondu yerleşimlerine küçük çaplı müdahaleleri de başlar. Bu dönemin sonlarına doğru sadece kırdan kente göçler değil kentten kente göçler de başlıca biçimlerden biri haline gelir. Devletin çözüm üretemediği koşullarda, artan konut ihtiyacını halkın kendi olanaklarıyla çözme eğilimi ağır basar.
’70’li yılların sonları halkın devrimci örgütlerin önderliğinde konut sorununa alternatif müdahalelerde bulunduğu yıllardır. Gecekondu mafyasının halkın konut ihtiyacı üzerinden önemli rantlar elde ettiği, devletin, faşist grupların ve çetelerin saldırılarını yoğunlaştırdığı bir ortamda gecekondu alanları hızla politikleşmiş ve egemenler açısından ciddi tehlike olarak görülmüştür. İşçi sınıfı hareketi gelişmiş, devrimci örgütler işçi ve emekçi kitleler içerisinde kitlesel bir boyut kazanmıştır. Bu koşullarda, gelişen gecekondu hareketi artık devlet için farklı tehlikeler göstermeye başlamıştır. İlk ve en önemli örneği 1 Mayıs Mahallesi’nin kuruluşunda gözlemlenen hareket, diğer alanlarda da örnek alınmaya başlamış, birçok yerde devrimcilerin etkisi altındaki gecekondu mahallerinin sayısı artmıştır. 12 Eylül Askeri Faşist Cuntası ile birlikte devrimci örgütler büyük darbeler alırken söz konusu harekette de ciddi gerilemeler yaşanmıştır. Ancak işçi ve emekçi kitlelerin ilerleyen süreçte daha dağınık ve bireysel de olsa gecekondu yönelimi devam etmiştir.
’80 sonrası neoliberal ekonomi politikaları çerçevesinde her alanda olduğu gibi kentleşme dinamiklerinde de önemli değişimler kendini göstermiştir. ’80’li yılların sonlarına kadar görece daha yavaş ilerleyen neoliberal dönüşüm ’90’lı yıllar ve özellikle 2000’li yıllarda büyük bir hız kazanmıştır. Özelleştirmeler, esnek üretim, taşeronlaştırma, bankacılık ve finansın gelişimi, tarımda yeni biçimlerde gelişen bağımlılık ilişkileri ve bunun getirdiği tasfiyeler, doğal kaynakların talanı vb. bu dönemi tanımlayan belli başlı noktalar olarak öne çıkmıştır. Yine T. Kürdistanı’nda yaşanan savaş, ekonomik yıkım ve göç çok yönlü etkileriyle dönemin şekillenmesinde önemli sonuçlar doğurmuştur.
Kentler açısından ’80 sonrası, egemen sınıfların merkezi kontrol, planlama ve yönlendirmesinin artmasıyla öncesinden ciddi bir farklılık göstermiştir. Konut ve yerleşim politikalarında, seçim taktikleri ve yerel yönetim uygulamalarından ileri gelen belli boşluklar yaşansa da artık kentten sağlanan rantın asıl sahibi büyük sermaye (devlet/TOKİ, yerel yönetimler, şirketler) olmaya başlamıştır.
“KENTSEL DÖNÜŞÜM” STRATEJİSİNİN ORTAYA ÇIKIŞI
2000 sonrası kentlerin sermaye birikiminde oynadığı rol açısından yasal mevzuat ve uygulamada geniş kapsamlı örnekler ortaya çıkmıştır. “Kentsel dönüşüm” bir strateji olarak tanımlanmaya başlanmış, devlet/TOKİ, yerel yönetim ve özel sektör iş birliği hız kazanmıştır. “Kentsel dönüşüm” yasalara girmiş, “yerel yönetim reformu” adı altında tüm yerleşim alanlarında sermayenin rahatlıkla cirit atabileceği koşullar yaratılmıştır. 2004’le birlikte kentsel dönüşüm kanun tasarıları sürekli olarak gündemde kalmış ve yeni yasal düzenlemeler peş peşe gelmeye başlamıştır. “Kentsel dönüşüm” politikaları bu dönemde ya var olan kanunlarda yapılan değişiklikler ya da ayrı başlıklar altında yasa ve yönetmelik hazırlanarak devreye sokulmuştur. Daha önceki görece sınırlı uygulamaları saymazsak “Dikmen Vadisi Kentsel Dönüşüm Projesi” gecekondu bölgeleri için hazırlanan ilk kentsel dönüşüm projesi olmuştur. 2004-2005 yılları AKP hükümeti tarafından “kaçak yapılaşmayla mücadele yılı” ilan edilerek başta İstanbul olmak üzere ülke genelinde türlü gerekçelerle yıkım saldırılarının yoğunlaştığı bir dönem haline gelmiştir. Devamında farklı zaman ve bölgelerde çeşitli projeler hayata geçirilmiş ya da halkın direnişi karşısında ertelenmek zorunda kalınmıştır. Egemen sınıflar ve onların hükümetteki temsilcisi AKP tarafından sermaye birikiminin temel yöntemlerinden biri olarak görülen yıkım projeleri, 2011’e gelindiğinde artık Türkiye tarihinde işçi sınıfı ve emekçilere yönelik en kapsamlı saldırı stratejilerinden biri haline gelmiştir. Van depreminin ardından “kentsel dönüşüm” adı verilen yıkım ve rant politikalarına hız verildiği gözlemlenmektedir. Özellikle İstanbul üzerinden yürütülen tartışmalarda şehirlerin depreme hazır olmadığı en temel argüman olarak öne çıkarılmaktadır. Hükümetin halkı ikna edemediği ve uygulama noktasında ağırdan almak zorunda kaldığı bir ortamda deprem riski hükümete arayıp da bulamadığı fırsatı vermiştir. Deprem bahane edilerek yapılan yasal düzenlemelerde projeyi hayata geçirmeyi amaçlayan birçok taktik yöntem dikkat çekmektedir. Bunların hiçbirinin halkı depremden korumak amacı taşımadığı zamanla açık biçimde ortaya çıkmıştır. Halk bunu kendi deneyimleriyle öğrenmiştir veya öğrenmektedir. Fakat asıl öne çıkan ve vurgulanan noktayı “kamulaştırma” yani zor yöntemi oluşturuyor.
Son “kentsel dönüşüm” saldırısı, Türkiye’de egemen sınıfların kentleri, merkezi planlamalarla yeniden inşa etmeyi amaçlayan en kapsamlı girişimidir. En genel anlamıyla devlet, hükümet, TOKİ, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, büyük şehir belediyeleri ve yerel yönetimler bu sürecin örgütleyicileri olarak aynı zamanda kazanan tarafta olmayı hedefleyeceklerdir. Büyük inşaat firmaları ve bankalar ise sermaye yatırımlarına oranla en fazla kâr elde edecek kesimler olmaktadır. Ülkemizde kentsel dönüşümün özünde zor tehdidi ve dolaysız zor uygulamasıyla bir el koyma ve yıkım saldırısı olduğu belirtilmelidir. Bunun kapitalizm tarihindeki adı “mülksüzleştirme yoluyla birikim”dir. El konan mülkün; yani ev, arsa ya da binanın yerine verileceği söylenen ama gerçekte mülkü elinden alınanların semtlerinden sürülecekleri, borçlandırılacakları ya da kiracı konumuna düşecekleri bir model ortaya çıkmaktadır. Borçlandırma ve ipotek altına alma, el koyma ve yıkımın ardından bu modelin tamamlayanı olmaktadır. Yine ev, arsa ve kira spekülasyonlarıyla metaların gerçek değerlerinin üzerinde fiyatlandırılması önemli bir rant kaynağını ortaya çıkarabilmektedir.
Bu yolla ayrıca borç ve ipotek tehdidi altındaki işçi sınıfı ve emekçilerin üretim alanında patronla pazarlık gücünün yok edilmesi yönündeki amaç belirtilmelidir. Eğer sahip olabilmişse ipotek altındaki evine el konacağı korkusu işini kaybetme kaygısıyla birleşerek devletin ve patronların belirlediği çalışma koşulları ve ücretlere itiraz edememe gibi durumları yaygınlaştıracaktır. Özellikle de yedek iş gücünün, yani işsizlerin bu kadar yüksek sayıda olduğu bir ülkede, eğer planlandığı şekilde hayata geçerse uygulamanın nasıl sonuçlar yaratacağını kestirmek güç değildir.
EKONOMİK KRİZ, HIZLANDIRILAN SALDIRILAR VE DİRENİŞ
Günümüzde projelerin, planların, yasaların, yönetmeliklerin, yalan ve demagojilerin ortada bolca dolaştığına tanık oluyoruz. “Kanal İstanbul” örneğinde olduğu gibi devasa bir alanı kapsayan ve yeni kent planlarını içeren kapsamlı saldırılar ve doğa katliamları yaşanmaktadır. Bu örnek “kentsel dönüşüm” projelerinin emperyalizmin çıkarlarına da dayandığını apaçık gösteren bir örnektir. Gelişen uluslararası kriz koşullarında parasal sıkılaştırma politikalarıyla bu “devasa projenin” en azından şimdilik rafa kalktığı görülmektedir! Bunun dışında İstanbul’da Tozkoparan, Fetihtepe, Tokatköy ve Şahintepe gibi mahallelerde yaşananlar, ekonomik kriz girdabındaki egemenlerin panik halinde gecekondu sahibi halka saldırdığını göstermektedir. Bugün 1 Mayıs Mahallesi’nde de ortaya çıkmaya başlayan imar planları, egemenlerin on yıllardır başaramadıkları yıkımlarla ilgili yeni bir atak içerisinde olduğunu göstermektedir. Egemen sınıflar ve devlet “kentsel dönüşüm” saldırılarında önemli bir deneyim kazanmış ve yıkımları çok yönlü operasyonel bir strateji haline getirmiştir. Dün en fazla dillendirilen “afet riski” bahanesi korunmakla beraber buna birçok yasa ve yönetmelik eklenmiş, biri olmazsa diğerinin ileri sürüldüğü ve halkın manipüle edilmeye çalışıldığı uygulamalar ortaya çıkarılmıştır. Bu saldırılara ve saldırı planlarına karşı kimi yerlerde direnişler baş göstermiş kimi yerlerde ise halkı bilinçlendirme çalışmaları devam etmektedir.
Kentsel dönüşüm uygulamalarında öne çıktığı şekliyle sermayenin değer ölçütüne, kâr ve rant sağlama amacına karşı kullanım değeri ve halkın dolaysız barınma ihtiyacının öne çıkarılması gerekmektedir. Sermayenin belirlediği kavram ve tartışmaların dışına çıkılamadığında haklı taleplerin yeterince ifade edilemeyeceği ve halkın kendi dilinin yaratılamayacağı açıktır. Yıkımlara karşı çıkmakla sınırlı kalmayıp belli talepler ve alternatif önerilerle mücadelenin zenginleştirilmesi egemenlerin yalanlarını açığa çıkarmakta özel bir rol üstleneceği gibi koşullarının oluştuğu durumda halkın demokratik inisiyatifine dayalı çözüm örneklerini de ortaya çıkaracaktır. Merkezi planlama ve dayatmalara karşı, yaşam alanlarındaki halkın demokratik kararlarının esas alınması; deprem, altyapı ve konut sorununa halkın inisiyatifinin tanındığı “yerinde çözümlerin” savunulması mücadeleyi zenginleştirecek belli başlı talepler olarak ifade edilebilir.
Egemen sınıfların kentsel dönüşüm stratejisine karşı işçi sınıfı ve emekçilerin de kendi mücadele stratejilerini oluşturmaları zorunludur. Mücadele stratejilerinin belirlenmesinde kuşkusuz ki asıl görev devrimci güçlere düşmektedir. Ancak bu stratejilerin soyut bir biçimde belirlenebilmesi mümkün değildir. Öncelikle somut araştırmalar yapılmalı, planlar öğrenilmeli ve belirlenen yıkım alanlarıyla bağlar güçlendirilmeli veya kurulmalıdır. Halka yönelik bilgilendirme çalışmaları yürütülmeli, bu sayede alanda yaşayan halkın genel profili ve yıkımlar konusundaki eğilimleri de açığa çıkarılabilmelidir. Açığa çıkacak durum, yapılacak çalışmalarda her alan özgülünde hangi konu, araç ve yöntemlerin öne çıkarılacağına dair veriler sağlayacaktır. Yıkım alanlarıyla kurulacak somut ve canlı bağlar her bir aşamada mücadelenin hangi zeminler üzerinden yükseleceğine ışık tutacaktır. Zira egemenlerin “kusursuz” proje ve planlarına karşın yıkım saldırısının, uygulamaya geçtiğinde, sınıf mücadelesinde bambaşka bir tablo ortaya çıkaracağı görülmelidir. Bu tabloda haklı talepler, mücadele ve direniş başat bir yerde olacak ve asıl savaş o zaman başlayacaktır.