[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
İşçi ve emekçiler yüksek enflasyon sonucunda alım güçlerinin düşmesi sorunuyla boğuşurken egemen sınıfların ücret ve vergi konusundaki düzenbazlıkları da onları doğrudan kurban haline getirmektedir. Ekonomik olarak dolandırıldıkları gibi seçim gündemiyle siyasi olarak da dolandırılmalarının senaryoları hazırlanıyor. Sıklıkla asgari ücrete yapılacak zammın yüksek olacağı ve AKP hükümetinin bunu seçim yatırımı olarak kullanacağı dillendiriliyor. Sadece asgari ücret de değil; son torba yasa ve düzenlemelerde görüldüğü gibi EYT, KYK borçları, icra ve haciz borçları gibi birçok başlık, seçim politikaları etrafında tartışılıyor. Hükümetlerin ekonomik-sosyal birtakım uygulama ve manipülasyonları seçim yatırımı olarak da ele aldığı bilinmiyor değil. Doğal olarak bunu “keşfetmenin” ve dillendirmenin sanıldığı gibi büyük bir önemi bulunmuyor. Oysa ekonomik ilişkilere dayalı olarak işçi ve emekçilerin dün ve bugün yaşadıklarını, gelecekte de yaşayacaklarını siyasi seçimler etrafında tartışmak belli darlıklar içeriyor. CHP, İYİP gibi muhalefetteki düzen partileri ve her şeyi AKP’den ibaret gören birtakım odaklar meseleyi böyle ele alabilirler. Fakat biliyoruz ki ekonomik alandaki ilişkiler nihayetinde siyasetin ta kendisidir ve bu siyasi gerçeklikten düzenin parçası tüm egemen kesimler nasiplenmektedir.
PATRONLAR SİSTEMİ
İktidardaki AKP-MHP’nin ekonomi politikalarını mümkün olduğunca temsil ettikleri kliklerin faydaları yönünde kullandıkları doğru olmakla birlikte, işçi ve emekçilere karşı uygulanan politikaların bir sistem sorunu olduğu unutulmamalıdır. Hem bu öyle bir sistemdir ki CHP-İYİP gibi partilere bağlı patronlar ve aslında onları doğrudan temsil eden belediyeler de söz konusu yoğun sömürü politikalarını gayet mutlu-mesut hayata geçirmektedirler. Sürekli olarak AKP’nin ekonomik kıskacından yakınan CHP’nin, belediyelerde neden SODEMSEN gibi işçi düşmanı bir patron örgütü kurduğunu sormak yeterlidir sanırız. Açık ki CHP’nin derdi de işçileri kıskaca almak ve temsil ettiği sermaye kesimlerine kazandırmaktır ki seçimler ve hükümet olma konusu, bunun daha genelde hayata geçirilmesinden başka bir şey değildir. Tekrar etmek gerekirse asgari ücret, vergi, borçlar gibi konuları seçimlerin ve siyasi rekabetin malzemesi olarak kullanmak veya gündem etmek egemen sınıf klikleri açısından olağandır. Olağan olmayan, işçi ve emekçileri her gün ve doğrudan etkileyen bu gibi temel konuların düzen partilerinin yarattığı siyasi atmosfer çerçevesinde önemsenmesi ve gündeme alınmasıdır. Halk kapsamındaki siyasi, demokratik ve sendikal güçler açısından bu durumun kafası aşağı durmak gibi bir anlamı vardır. Sorunun ve çözümün kaynağına sistemi, sömürü ilişkilerini ve ona bağlı olarak ekonomi politikalarını koymayan bir yaklaşımın doğal olarak siyaseti de doğru temeller üzerine oturtması beklenemez. Daha da önemlisi seçimlere ve düzenin hükümet değişimlerine bağlı olarak tartışılan bir konunun, bugüne dair olumlu sonuçlar üretmesi de beklenemez. Oysa hemen bugün, acil olarak ele alınması, üzerine politika ve pratik üretilmesi gereken konular bu konulardır: İşçiler kölece çalıştırılmakta, üstüne üstlük ücret, vergi, fiyat oyunlarıyla düne nazaran iki-üç kat daha fazla sömürülmekte ve hatta iş cinayetlerinde katledilmektedir.
VERGİLERLE DİLİMLENEN EMEKÇİLER
Bu arada “asgari ücretliden vergiyi kaldırdık” denilerek -vergi anlamına gelecek şekilde- AGİ’yi (Asgari Geçim İndirimi) de kaldıran hükümet, asgari ücret üzerinde ücreti olan işçiler nezdinde ise görülmedik bir soygunu hayata geçiriyor. Hükümetin “Çok kazanan çok, az kazanan az vergi ödeyecek.” diye propaganda ettiği vergi dilimleri düzenlemesi, tam tersi sonuçlar üreterek işçi ve emekçiler için gerçek bir kabusa dönüştü. Örneğin 2000 yılında gelir vergisinin ilk dilimi asgari ücretin 21 katı iken 2022 yılında 4,9 katına inmiş durumda. Bugün asgari ücretin üzerinde ücret alanlar bakımından yüzde 15’lik ilk vergi dilimine girmek için ücretler toplamının 32 bin TL’ye ulaşması yetiyor. Biraz daha yüksek ücret alan işçiler ise yüzde 27’lik bir vergi ödemek zorunda kalıyor. Brüt ücreti 13 bin 43 TL olan bir işçinin eline ocak ayında net 10 bin TL geçerken aralıkta ise bu rakam 9 bin 143 TL’ye düşüyor. Bu yolla işçi yılda 6 bin 949,45 TL’yi, daha eline geçmeden devlete kaptırmış oluyor. Kuşkusuz bu, sorunun sadece vergi dilimleri kısmı. Ücret soygunu anlamına gelen gelir vergisini, harcamalar üzerinden ödenen ÖTV, KDV gibi dolaylı vergiler takip ediyor. Bu sayede yani işçi ve emekçilerden alınan vergiler sayesinde de devlet, ülke ekonomisi ve patronlar ayakta tutuluyor. Emekçilerden alınan doğrudan ve dolaylı vergilerin ülkenin toplam gelirindeki payı her şeyi açıklamaya yetiyor. Propaganda edildiği gibi çok para kazanan çok vergi ödemiyor ya da ülke ekonomisi patronlar sayesinde gelişmiyor. Her şey tümüyle işçi sınıfı ve emekçilerin yoğun bir biçimde ve zorbaca sömürüsüne dayalı şekilde işliyor.
DEVLET ÖZÜRCÜSÜ VE “ÖĞÜTÇÜSÜ” TÜRK-İŞ
Geçtiğimiz günlerde Türk-İş ve TİSK (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu) bir araya gelerek Cumhurbaşkanlığı, Hazine ve Maliye Bakanlığı ile Çalışma Sosyal Güvenlik Bakanlığına Gelir Vergisi Tarifesi’nin düzenlenmesi ile ilgili taleplerini içeren bir yazı gönderdi. Ardından ise TÜSİAD ile DİSK bir görüşme gerçekleştirdi. Bilindiği gibi işçiler için açık bir devlet soygunu haline gelen vergi dilimleri meselesi artık sendika bürokratlarının dahi durumu kurtaramadığı bir noktaya geldi. Bu konuda benzer hesaplamalar yapan Türk-İş ve DİSK gibi konfederasyonlar hükümetten beklenti ve taleplerini de ortaya koydular. Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati bu beklentilere dair daha önce bir cevap vermiş ve “Yok, yapamayız. Dışardan görüldüğü gibi değil. Onun maliyeti 200 milyar lira civarında.” demişti. Devlete maliyet olarak görülen şeyin kendisi, aslında devletin değil. Söz konusu olan işçiden vergi adıyla gasp edilen ve son dönemde görülmedik oranda artırılmış bir “gelir” kalemi. Bu yönüyle devleti temsil edenler ne yaptıklarının gayet farkında ve tüm hesaplamaları yapmış durumda. Bu hesaplamaları bugün değil; söz konusu vergi dilimi, asgari ücret gibi karar ve belirlemeler yapıldığı anda yapmışlardı. Türk-İş başkanının halen sahtekârca “son yılların en yüksek zammı” diyerek övdüğü asgari ücret düzenlemesi ve vergi gibi oyunlar, bugünkü katmerli sömürü ağının da baş düğümlerini oluşturuyordu. Çalışma Bakanı ile tabiri caizse “aşk” yaşayan Türk- İş’in, ücret ve vergi sorunlarını şimdi keşfetmiş gibi Hazine Bakanı’na veryansın etmesi düzenbazlığın dik alasıdır. Kriz ve enflasyonun dillerden düşürülmediği son bir yılda patronlar da devlet ve hükümet de fazlasıyla kazanmış ve krizin, enflasyonun yükü iki-üç misli katlarda işçi ve emekçilerin sırtına yıkılabilmiştir. Bununla da sınırlı kalmamış tüm ücretler ve haklar o kadar alt seviyelere çekilmiş ve bu durum kural haline getirilmiştir ki -işçilerin mücadelesiyle tersine çevrilmediği müddetçe- daha uzun süre bu sömürü ağı tüm egemen sınıflara hizmet etmeye devam edecektir. Kısacası iş işten geçmiş, olan olmuştur. Bu saatten sonra Türk- İş ya da diğer sendika bürokratlarının söylemleri, devlet özürcülüğü ve “öğütçülüğünden” öteye anlam taşımamaktadır. Aksi halde bugüne kadar bunun neden gündem edilmediği, bunun için harekete geçilmediği, eylem, miting vs. düzenlenmediği sorulmalıdır ki artık günümüz hâkim “sendikacılık” anlayışında bunların çağ dışı ve işe yaramaz yöntemler olarak lanetlendiğini de biliyoruz. Bu bakımdan devletin de sendika bürokrasisinin de rolü nettir. Net olmayan ise her biri egemen sınıflar ve onların doğrudan ya da dolaylı temsilcileri, iş birlikçileri tarafından belirlenen fakat en başta işçi sınıfı ve emekçileri ilgilendiren yaşamsal konulara dair sınıfın iradesi ve eyleminin nasıl harekete geçirileceğidir. Bu noktada işçi sınıfı ideolojisini temsil etme iddiasındaki politik güçlere asıl görev düşmektedir. Siyaset, ekonomik temellerine dayandırılmalı; üretim ilişkilerindeki ve sınıf sömürüsündeki gelişmelere göre dizayn edilmelidir.