Abdullah Öcalan, bundan 19 yıl önce 15 Şubat 1999 yılında tutsak düştü. A. Öcalan Kürt ulusunun geleceğinin gasp edilmesine, boyunduruk altında tutularak milli zulüm ile inletilmesine, bayrak açmış bir ulusal kurtuluşçu, Kürt ulusal kurtuluş önderidir.
Öncelikle A. Öcalan’ın faşist Türk devleti marifetiyle değil, dünya karşı-devrim cephesinin işlettiği bir süreç ve saldırı sonucu tutsak edildiğini belirtelim. Suriye devletinin sıkıştırılması, Hafız Esad’ın A. Öcalan’dan Suriye’yi terk etmesini istemesi sonu esaretle bitecek sürecin ilk adımı oldu.
Öcalan 9 Ekim 1998’de Şam’dan Atina’ya geçti. Yunanistan devleti davet etmiş olmasına rağmen Yunanistan’da kalmasına izin verilmedi, Atina’yı terk etmesi istendi. Rusya-İtalya ve tekrar Yunanistan olmak üzere çeşitli denemelerde bulundu. Bu ülkelerin hukuku ve parlamentoları onay vermesine rağmen ABD’nin başını çektiği gerici dünyanın müdahalesiyle hiçbirinde kalamadı. 2 Şubat 1999’da Yunanistan devleti eliyle Kenya’ya geçip, Yunanistan Büyükelçiliği’nde kaldı. 15 Şubat 1999’da Hollanda’ya götürüleceği bahanesiyle bulunduğu mekandan çıkarıldı. Nairobi Havaalanı apronunda Yunanistan-Kenya istihbaratının da katkısıyla CIA ve MİT operasyonuyla tutsak alındı.
“15 Şubat Komplosu”nun Yerleştiği Siyasal Çerçeve
Öcalan, başta ABD emperyalizmi olmak üzere birçok devletin yer aldığı bir saldırı sonucu tutsak düşmüştür. Saldırının kazandığı bu uluslararası özelliğin III. Enternasyonal’in 2. Kongresi’nde Lenin’in yaptığı konuşma hatırlanırsa eğer, tesadüf olmayıp genel bir saflaşmanın yansıması olduğu anlaşılacaktır. Lenin konuşmasında dünyanın geri dönülmez bir biçimde ezen ve ezilen uluslar olarak ikiye ayrıldığını söylüyordu. Kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizm, kendi gelişim yasası sonucu bu ayrımı zorunlu kılıyordu. Proletaryanın devrim ve sosyalizm mücadelesi gibi, ezilen ulusların yükselttiği kurtuluş mücadelesi de “doğrudan ya da dolaylı” emperyalizme yönelen özelliğinden dolayı aynı cephede, dünya devrim cephesinde buluşuyordu. Lenin bu objektif durumdan hareket ederek “bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halkları birleşin” diyordu. Kürdistan coğrafyası emperyalistler eli ile dört parçaya bölünmüş ve her bir parça farklı siyasal, tarihsel ve ekonomik koşullar altında ulusal gelişim kaydetmiş ve dört parçada bu uluslaşma var olmuştur. Ezilen uluslar dünyasından yükselen ulusal kurtuluş savaşları 20. yüzyılın son çeyreğine kadar dünyayı kasıp kavurmuş, dünya karşı devrim cephesine esaslı darbeler indirmiştir. Bu mücadeleler sonucu birçok sömürge ezilen bağımlı ulus ayrı devletlerini kurarak kendi kaderlerini tayin etmişlerdir. Günümüzde ilhak altında olan kendi kaderini tayin edemeyen birkaç ulus kalmıştır ve her paçadaki Kürt ulusu bunlar arasındadır. A. Öcalan’ın önderlik ettiği Kürt Ulusal Hareketi emperyalizme bağımlı, emperyalizme kan taşıyan bir ülkede ulusal kurtuluş ekseninde işbirlikçi sınıfı ve devleti hedefliyor. Öncelikle KUH’un dünya devrim cephesini güçlendiren bu niteliği nedeniyle A. Öcalan uluslararası saldırının dünya gericiliğinin hedefi olmuştur. Burada KUH’un silahlı mücadele ile yol aldığına ve dağlara yaslanarak yürüdüğüne işaret etmemiz gerekiyor. Ortadoğu coğrafyasının emperyalistler için tekin olmayan özelliği güçlü, yaygın ve etkili bir hareket olan silahlı KUH gerçekliği ile çok daha tehdit edici, uyandırıcı ve uyarıcı olduğu için de bu hareket ve önderi A. Öcalan uluslararası saldırıya hedef olmuştur.
Kendinin Özgürlüğünü Ulusal Özgürlükte Aramak
Öcalan “önderlik” olarak KUH ile özdeş bir kimlik kazandığı andan itibaren fiziki varlığının bizzat kendisi bir savaş cephesi halini almıştır. Faşist TC devleti A. Öcalan’ın esir alınması ya da öldürülmesi için saldırılar örgütlemiş ve her başarısız saldırısı sonrası yenilerinin peşinden koşmuştur. Faşizmin bu ısrarı A. Öcalan’ı savaş dışı bırakma sureti ile kazanacağı zaferi, savaşın bütününe yaymak KUH üzerinde bir zafere dönüştürmek içindi. Duran Kalkan aynı konu ile ilgili olarak: “Komplonun asıl amacı A. Öcalan’ı imha, PKK’yi tasfiye etmek, Kürt soykırımını gerçekleştirmekti” diyor. Bugün A. Öcalan koyu bir tecridin içerisindedir. Avukatları ile Temmuz 2011 tarihinden bu yana görüştürülmüyor. Yine ailesi ile İnfaz yasasının verdiği haklar temelinde bir görüşme geçmişten bugüne hiç olmamıştır, son süreçte ise tümüyle bu görüşler engellenmektedir. Milletvekillerinden oluşan siyasi heyet ile olan son görüşmesi 5 Nisan 2015’tir. A. Öcalan orijinli açıklamalarda görüyoruz ki, o kendi özel koşullarına değil siyasal sürece KUH’a ve KUH’un sorunlarına odaklıdır. Dışarıya dönük çağrısında şöyle diyordu: “Sen önce halkını, toplumunu özgürleştir. Bunu yaptığında ben zaten özgürleşmiş olurum”
Türk hakim sınıfları, A. Öcalan’ı esir alarak KUH’u tasfiye etme PKK’yi teslim alma gibi hedeflerine ulaşamamıştır. KUH daha da örgütlü ve kurumsallaşmış, daha etkin ve yaygınlaşmıştır. A. Öcalan hareketin örgütsel, askeri sorunları yerine ideolojik-politik sorunlarına yoğunlaşmış bu alana müdahale ederek sürecin önünü açmaya çalışmıştır.
Politik Çizgi Değişikliği
Kürt Ulusal Hareketi bugün dünya devrim cephesinin bir parçası, devrim ocağını körükleyen bir güç olma özelliğini koruyor. Bununla birlikte “paradigmasal” değişim olarak belirtilen KUH’u ulusal devrimci çizgiden, ulusal reformist çizgiye taşıyan bir değişimi de yaşamıştır. Bu değişimin adımları 90’lı yıllarda atılmış fakat esas olarak İmralı koşullarında biçimlenmiş, sistemli hale gelmiştir. Ulusal sorunun çözümünde özgürce ayrılma hakkı “UKKTH”dır. A. Öcalan özgürce ayrılma hakkını reddederek günümüzde bu ilkenin yanlış ve geçersiz, doğru çözüm yolunun ise özerklik olduğunu içerden, anayasal sınırlar içerisinde mücadele ve zorlamalarla devletin demokratikleşeceğini söylemiş, savunmuştur.
KUH A. Öcalan’ın ideolojik-politik önderliği altında devrimci çizgiden reformcu çizgiye geçerken, ezilen ulusun haklı ve meşru temsilcisi olarak ulusal demokratik hareket özelliğini korumuş, her türlü saldırıya rağmen bu niteliğine ısrarla bağlı kalmıştır. KUH’un yaşadığı politik dönüşümde iç ve dış koşulların rolü büyüktür. KUH 90’lı yıllardan itibaren zirve noktasına doğru çıkan neo-liberal yeni dünya düzeni içerisinde yani “dünya gericiliğinin baharı” diyeceğimiz dönem içerisinde o paradigmasal değişimi yaşamıştır. Bu özgün dünya koşulları ile birlikte KUH’da ki değişimin esas nedeni sınıfsal niteliğidir. KUH küçük burjuvazi ve ulusal burjuvazinin özlem ve beklentilerine sahip olarak Marksizm, Leninizm’i savunmuş ve yorumlamıştır. Değişen dünya koşulları KUH gibi ara sınıf önderliğine ve bu sınıfın gelecek teyahülüne sahip yapılara daha hızlı nüfuz etmiş ve sol omuzdaki tüfeğin sağ omuza alınması biçiminde politik bir rota değişimine götürmüştür.
Radikal Demokrasi/Radikal Reformizm
KUH’un da yürüdüğü bu yeni yol, yeni rota burjuva demokrasisinin kapsamını olabildiği kadar genişletmek anlamına gelen “radikal demokrasi”dir. Lenin’in eleştiri oklarından nasibini almış bu kavram, günümüz biçimiyle anarşizmle desteklenip yenilenmiştir. A. Öcalan’ın başta Kürt ulusal sorunu olmak üzere tüm temel toplumsal sorunların verili yapı içerisinde anayasal değişimlerle çözüleceği bu demokratik dönüşümler değişimler eşliğinde demokratik cumhuriyete doğru gideceği savı radikal demokrasi anlayışı içerisinde geliştirilmiştir.
Siyasal bir program olarak radikal demokrasi başta işçi sınıfı olmak üzere, ezilen yığınların ekonomik kurtuluşunu değil ama bütün bir toplumun politik kurtuluşuyla ilişkilidir. Politik egemenlik ekonomik egemenliğin doğurduğu bir sonuçtur. Ekonomik kurtuluştan dıştalanmış bir kurtuluş, gövdeden ayrılmış bir kafaya benzer. Türkiye gibi burjuva demokratik devrimin gerçekleşmediği, dolayısıyla ulusal, inançsal, siyasal gibi temel sorunların en yakıcı biçimde çözüm beklediği, çözüm dayattığı faşizm ile yönetilen ülkelerde Yeni Demokratik Devrim’in demokratikleşme için yegane yol olmadığını düzen sınırları içerisinde kalarak, anayasal değişimler zorlanıp anayasal reformlarla da demokrasinin kazanılabileceğini savunan görüşler ve toplumsal hareketler mevcuttur. Bu teorik olarak olasılık dahilinde bir görüş olmasına rağmen modern toplumdaki sınıfların mücadelesi tarihi; toplumsal hareketin yasaları bu olasılığı pratik olarak dıştalamış, imkansız saymıştır. Sınıfların mücadelesinin tarihi içerisinde savunulan, denenen olmasına rağmen yanlışlığı sayısız kez ispatlanmış bir anlayış, radikal demokrasi olarak elverişli dünya koşulları içerisinde yeniden pazarlanırken gerçeğe ve bilim dışılığına bir kez de ülkemizde tanık olduk.
2009 yılında başlayan ve kesintiler ile birlikte 2015 yılına dek devam eden çatışmasızlık süreci KUH cephesinde radikal demokrasi anlayışı doğrultusunda tanımlanıyor, içerik kazanıyor ve sürdürülüyordu. KUH’un girdiği siyasal doğrultuya yönelik olarak komünistlerin eleştirileri ve uyarıları oldu. Bu eleştirilerde özetle Türkiye gerçekliğine dikkat çekiliyor, emperyalizme bağımlı, feodalizmin tasfiye edilmediği, devlet biçiminin faşizm olduğu bir ülkede demokratikleşmenin devrim ile geleceğini, devrimsiz bir demokratikleşme beklentisinin ütopik yanılsamalardan ibaret olacağının altı çizildi. Türk devletinin “masayı” dağıtarak çatışmasızlık sürecini sonlandırması, vahşet saldırılarına yönelmesi ve diğer tüm saldırılar komünistlerin yaklaşımını doğruladı. Kaskatı faşist bir devletin –ki bu gelip geçici bir durumdan değil, iktisadi ve sosyal yapının getirdiği bir sonuçtan kaynaklıydı- böyle bir devletin demokratikleşmesi, onun kırılması yani yıkılması demektir. Bunun tek yolu Yeni Demokratik Devrim’dir. Yaşananları AKP ve Erdoğan kişiliği ile açıklamak yüzeysellikti büyük yanılgıydı.
KUH’un “çatışmasızlık” gibi süreçler başlatması, barış görüşmelerine oturması kendi başına eleştirilecek, mahkum edilecek gelişmeler değildir. Burada belirleyici sorun söz konusu gelişmelerin hangi politikaya bağlı olarak gerçekleştiğidir. İçeriğini radikal demokrasinin belirlediği hamleler kısa vadede kazanımlar getirse bile stratejik olarak kaybettiren “pahalıya mal olan” hamlelerdir. 19. Yılında 15 Şubat günlerine geri döndüğümüzde A. Öcalan’ı başka alanlar değil de Avrupa’ya götüren nedenlerin aynı yanlış politikadan kaynaklandığı söyleyebiliriz. A. Öcalan ve KUH Avrupa’ya gidiş nedeni olarak barış sürecini başlatmak, doğrudan görüşmeler için Türk devleti üzerinde baskı oluşturmak, diye ifade etmiştir. Bu doğrultuda Avrupa’nın tercih edilmesi bazı diplomatik girişimlerin ve vaatlerin sonucu olmuştur. Sürecin Nairobi Havaalanı’nda A. Öcalan’ın tutsak alınması biçiminde sonuçlanması barış eksenli bütün vaatlerin uluslararası “komplo”nun bir parçası olarak kullanıldığını göstermektedir. A. Öcalan Avrupa yerine yüzünü gerillanın tuttuğu güvenli bölgelere çevirebilirdi. Ulusal devrimci çizgiye tabi kılacak biçimde barış politikaları geliştirebilir, faşist Türk devletini bunun için zorlayabilirdi. Abdullah Öcalan bu tercihi yapabileceğini, ancak bunun sonucu olarak çok kapsamlı ve büyük bir savaşın çıkacağı, kanlı bir sürecin başlayacağını söylemiş ve bu koşulları oluşturmak istemediği için diğer yolu tercih ettiğini belirtmiştir. Kuşkusuz bu öngörü bir gerçeği işaret etmektedir. Emperyalist komplonun büyüklüğü Kürt hareketini bir şekilde zayıf düşürmek üzerine kurulmuştu. Faşist diktatörlüğe böylesi büyük çaplı bir savaş izni çıkabilirdi. Ancak o dönemin koşuları içinde olgunlaşan ve biçimlenen bir siyasi çizginin önünde iki seçenek vardı, Öcalan bu iki seçenekten Diplomasi yoluyla barışı inşa etmeyi tercih etmiştir. Sonucu ise Komplo ile tutsak düşmek olmuştur. Bu konular halen üzerinde tartışılması gereken pratiğe ışık tutacak nitelikte olmasına rağmen burada sadece konu üzerinde değinmekle sınırlı tuttuk.
Yenilgilerden zaferler filizlendirmek
15 Şubat saldırısı gerici dünyanın A. Öcalan şahsında Kürt ulusuna karşı gerçekleşmiştir. A. Öcalan’dan ihanet, PKK’den teslimiyet beklenmiş/umut edilmiştir. Bu karşı-devrimci, gerici dünya boyun eğmiş, ele geçirilmiş önder ve örgüt aracılığıyla güç gösterisinde bulunacak bu sayede bütün ezilenlere, onların savaşçı güçlerine teslimiyet mesajları göndereceklerdi. Kürt ulusunun fedakar, yiğit evlatları “güneşimizi karartamazsınız” dedi ve birçok ülkenin meydanlarını bedenleriyle tutuşturdular. Faşizmin propagandalarına asla prim vermediler, inanmadılar. KUH kurşun geçitleri içerisinde büyük kayıplar vererek “sınır dışı” üslerine doğru bir daha geri dönmek üzere çekildi. Nitekim döndü de 1 Haziran 2004’de daha yetkin, daha gelişmiş ve bileylenmiş bir gerilla gücü olarak Türkiye Kürdistanı’na Oramar, Dağlıca ve diğer baskınlarla merhaba dediler. Ve sonraları tüm düşmanlarına “15 Şubat Komplosu”nun yenildiğini ilan ettiler. Düşman hedeflerine ulaşamamış, 15 Şubat ile başlayan süreci Kürt halkının A. Öcalan’ın ve KUH’un büyük direnişi sonucu zaferle taçlandıramamıştır. Sınıflar mücadelesi ve onunla ilişkide her cephede KUH da yenilgi-zafer-tekrar yenilgi-zafere kadar savaş sarmalı içerisinde devinir. 15 Şubat saldırısı ve A. Öcalan’ın tutsak düşmesi KUH açısından bir yenilgiydi. Fakat A. Öcalan ve KUH yenilgiye yenilmemiş, yenilgi koşullarında zaferi filizlendirebilmiştir. Bugün Rojava koşulları özgülünde aynı diyalektik süreç işliyor. Faşist Türk devletinin S. Kürdistan’ı özgülünde güttüğü politikalar KUH’un büyük savaşı karşısında yenilgiye uğramıştır. TC’nin Cerablus işgalinden Efrin’e taşırdığı saldırı hareketi yenilgi içerisinde zafer kazanmak içindir.
TC’nin Cerablus işgali gibi Efrin saldırısı da bölgedeki emperyalist ve işbirlikçi devletlerin ittifakı ve onayıyla gerçekleşti. İşgal saldırısının bu özelliği bizi “15 Şubat Komplosu”na götürüyor. 15 Şubat’ta Kürt ulusu A. Öcalan şahsında vuruluyor, ayağa kalkmış ve isyana durmuş varlığı A. Öcalan şahsında bir kez daha tutsak edilmek isteniyordu. Şimdi ise Efrin ile vuruluyor Kürt ulusu… Her iki saldırıda da Kürt ulusunun karşısında emperyalistlerin başını çektiği karşı devrim cephesi var. ABD’den Rusya’dan, İran, TC ve BAAS rejiminden ÖSO, HTŞ vs. besleme güçlerden oluşmuş gerici güruh demokratik Kürt ulusal hareketini yok edemeyeceklerini elbette biliyorlar. Asıl amaçları kolunu bacağını kırmak, güçsüz düşürmek, emperyalistlerin çözüm masalarına iterek demokratik karakterini geriletmek, Rojava’da inşa edilen demokratik yapıyı dağıtmaktır.
Efrin’e TC ve onun “arkasında” saf tutmuş ABD, Rusya vs. saldırdığı ve Efrin direnişi bu birleşik karşı devrimci güce dönük gerçekleştiği için tarihi bir öneme sahiptir. Efrin için yan yana gelen karşı devrimci güçler Efrin’deki direnişe çarptıkça direnişin gücüyle yüzleştikçe kendi içinde çözülecek kutsal ittifakları dağılacaktır.
Efrin için kurulu iç ittifaka da değinmeliyiz. AKP-MHP koalisyonu yanına tüm düzen partilerini almış bulunuyor. Fotokopi tarzı yayın yapan medya aynı tarz tartışan uzmanlar akademisyenler vb. bu iç ittifakın parçasıdır. Şüphe yok ki direniş bu bloğu da çözecek, dağıtacaktır.
Türkiye’nin son 3 yılı yüzyıllık tarihi içerisinde yaşanamayanların yaşanmasıyla geçmiştir. Devrimci, komünist ve yurtsever güçlerden başlayarak en geniş muhalefete kadar bütün kesimleri hedefleyen bir saldırı yaşanıyor. Kelimenin tam anlamıyla topyekûn saldırıdır bu. Görevimiz en devrimci en militan yanımızla direnmek, direnenlere omuzdaş olmaktır. Kılıçlardan kıvılcımların çaktığı zamanlardayız. Bütün detaylar silinmiş, gerekçe yerine geçen bütün anlamlar tükenmiş, yalın bir direniş kalmıştır geriye… Bu gerçeğin bilincine varması gerekenlerin başında komünistler olmalıdır. Kendi dönemsel görev ve sorumluluklarını andaki temel sorunla buluşturmak yaratıcı pratikler geliştirmek biricik doğru politikadır.
15 Şubat’tan Efrin’e bir şerit gibi uzanan direniş tarihinden öğrenmek, kendi tarihimizle buluşturup daha ileri bir bilinç yakalamak önceliğimiz olmalı. Şimdi Efrin direnişine el vermek yapacağımız her şeyi yapma zamanıdır. Faşizmi geriletecek, halkı cesaretini büyütecek olan budur. Kürdistani tarz ve ruhla Efrin için direnmeye, mücadeleye!
* Gazetemizin 4. sayısında yayımlanan Politik-Gündem yazısıdır.