[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Uzun bir süredir gündemde olan ve kentlerde halkın can yakıcı sorunlarından birine dönüşen “kentsel dönüşüm” saldırısı bugünlerde yeniden kapsamlı bir yıkım planı olarak halkın önüne çıkmış durumda. Nüfus ve yerleşim yoğunluğunun had safhaya ulaştığı İstanbul egemenlerin iştahını kabartarak yoksul ve emekçi kesimlerin “merkezi” alanlardaki yerleşkelerini kentsel dönüşüm saldırısının hedefi haline getirmektedir. Bu durum İstanbul’un turizm ve dünya pazarındaki yeri nedeniyle de önemsenir hale gelmiştir. İstanbul tarihi boyunca Ortadoğu ve Balkanların en büyük pazarlarından ve Türkiye’de sanayi yoğunlaşmasının merkezlerinden biri olmuştur. Neoliberal politikalarla ve tarımın emperyalistlere peşkeş çekilmesiyle başta T. Kürdistan’ı olmak üzere Türkiye’nin dört bir yanından önemli oranda göç almış, almaya devam etmektedir. Ek olarak mülteci akını yaşanan Türkiye’de, İstanbul mültecilerin de esas yerleşim alanına dönüşmüştür. Her geçen gün nüfus yoğunluğunun arttığı ve dışa doğru genişleyen bir İstanbul karşımıza çıkmaktadır. Bu boyutuyla Türkiye komprador burjuvazisi ve emperyalistlerin önemli ölçüde sermaye yatırımının da başlıca adresi haline gelmiştir. Kuşkusuz emperyalistler ve Türkiye kompradorları İstanbul’un bu misyonuyla yetinmeyecek, ihtiyaç ve talepleri doğrultusunda her türlü dönüşümü sağlamaya çalışacaklardır.
“Kentsel dönüşüm” esas olarak gündemde mekânsal bir dönüşüm biçiminde yer tutsa da ekonomik, siyasal ve ideolojik bir dönüşüme de kaynaklık etmektedir. ’90’lı yılların ortalarından sonra İstanbul’a hangi blokun ideolojik ve kültürel damgasını vuracağı tartışılır hale gelmiş ve devamında AKP iktidarıyla birlikte Osmanlı’da İstanbul’un oynadığı ticaret merkezi rolüne kavuşturulması gerektiği yönündeki anlayış hâkim hale gelmiştir. Neo-Osmanlıcılık fantezisiyle soslanmış ve Arap sermayesi açısından gözde hale getirilme çabası yoğunluk kazanmış yoksul ve emekçi kesimler şehir merkezlerinden atılması gereken “çöpler” olarak görülmüşlerdir.
Dolayısıyla sermayenin ihtiyacına uygun yeni ve modern iş merkezlerinin bu çöplüklerin yerini alması kaçınılmaz olmuştur. Günümüze geldiğimizde “çılgın projeler” ve gökdelenlerle bir kısım emekçi barınma alanlarından edilerek kentin “dış” taraflarında ikame edilmişlerdir. Türkiye’de özellikle son yıllarda yoğunlaşan Arap sermayesi belli bir yatırım sonrası vatandaşlık alma hakkına da sahip olunca, yatırımların yönünü Türkiye’ye çevirmiş durumdadır. Dünya çapında yaşanan ekonomik krizin bizim gibi yarı feodal, yarı sömürge ülkelere yansıması çok daha ağır yükleri beraberinde getirirken TL’nin diğer para birimleri karşısında değer kaybetmesi de buralara yatırımın cazip hale gelmesinin bir başka koşulunu oluşturmuştur. Kent merkezlerinden yoksul ve emekçi kesimler sürülürken yerlerine burjuva kesimler yerleştirilmektedir. Kent merkezlerinin yeniden düzenlenmesi şeklinde ifade edilen ve “soylulaştırma” adı verilen bu politikayla egemenler bir yandan emekçilerin barınma alanlarını gasp ederken diğer yandan da “aşağılayan” tabirler kullanarak var olan sınıfsal ayrışmayı mekânsal ve sosyal anlamda da ifadelendirmektedirler. Bu hem ideolojik hem siyasal hem de sosyal bakımdan İstanbul’un yapısını değiştirmenin aracına dönüştürülmüştür. Aynı zamanda Neo-Osmanlıcılık fantezisinin de belli bir versiyonu olarak değerlendirilebileceği açıktır. Özellikle Arap sermayesi İstanbul’a çekilerek ideolojik, siyasal bir bağlam oturtulmaya gayret edilmektedir.
KAYBEDİLECEKLER KAYBEDİLDİ…
1950’li yıllar itibariyle başta İstanbul olmak üzere kentlerde nüfus ve yerleşim yoğunlaşması başlamıştır. Bu yoğunlaşma devamında konut ihtiyacını gündeme getirirken, devletin bu soruna yanıt olmadığı ve halkın kendi çözümünü ürettiği gecekondulaşma sürecini getirmiştir. O dönem İstanbul’un dışı sayılabilecek yerleşkeler, İstanbul’un gelişimine paralel olarak merkezi alanlar haline gelerek ciddi rant alanlarına dönüşmüşlerdir. Yoksul ve emekçilerin yerleştikleri araziler ciddi değerler kazanarak mülksüzleştirilmelerinin nedeni haline gelmiştir. Her dönem “kentsel dönüşüm projeleri” farklı bir içerikle gündeme gelmiş, emekçiler yerleşkelerinin dışına atılmıştır. 70 ve 80’li yıllarda faşist çeteler yoluyla emekçiler barınma alanlarından atılmak istenirken, 90’lı yıllarda depreme dayanıklı alanlar yaratılması gerektiği, 2000’li yıllar başlarında ise gündemden düşmeyen kaçak bina yıkımları bu sürecin bir parçası olmuştur. İstanbul’un ilk göç aldığı dönemlerde işgal yoluyla ya da uygun fiyatlara alınan araziler kaçak yapıların yıkımıyla değersizleştirilmek istenmiş ve çeşitli saldırıların hedefi haline gelmiştir. Gerçekleştirilen yasal düzenlemelerle de her geçen gün “kentsel dönüşüm” süreci yoğunlaşmaya devam etmektedir. En son hali devlet zoruna dayalı bir biçim de içermektedir. Acele kamulaştırma kararları günümüzde “kentsel dönüşüm” saldırısının başlıca dayanağı haline gelmiştir. Acele olması herhangi bir hukuksal sürecin dahi işletilmesinin önünü almaya dönüktür. Halkın barınma alanları birçok bahaneyle yıkılarak arazileri kamulaştırılıp değerinin altında bir meblağ ödenerek halk mülksüzleştirilmektedir. Esasta saldırıların mahiyetini halkın direnç ölçüsüne paralel belirleyen egemenler yıkım ve mülksüzleştirmeye farklı biçimler kazandırmaktadır. Halkın direncinin kırılamadığı ölçüde zamana yayılan veya ertelenen bir politika izlense de nihayetinde hedeflenen yıkım ve barınma hakkı gaspı değişmemektedir. Fetihtepe’nin ardından Tokatköy, Hacıhüsrev ve Tozkoparan mahallelerinde yapılan tam da budur. Halk zorla yaşam alanlarından çıkarılmakta, gözaltına alınmakta ve polis eşliğinde yıkım başlatılmaktadır.
1980 ortalarından itibaren peyder pey TC’nin bu sürecine yön veren ve yasal dayanaklarla donanan TOKİ sosyal konut projesi işlevli bir misyonla ortaya çıksa da halkın yıkım ve mülksüzleştirme sürecinin esas aktörü haline gelmiştir. Toplu konut kanununda yapılan değişikliklerle istediği her alanda dönüşüm projelerini yönetebilen ve özel sermaye ile iş birliği yapmasının yolu açılan TOKİ, Arsa Ofisi Genel Müdürlüğünün görev yetkisini devretmesiyle arsa stoku, devlet arazileri ve özel arazilere ilişkin geniş yetkilerle donatılmıştır. Gerçekleştirilen birçok yasal değişiklikle TOKİ özel bir kurum halini kazanmış, istediği alana ve araziye ilişkin değişiklik ve değerlendirme yapabilen sermayenin çıkarlarını koruyan devlet kurumu olarak özel bir konum kazanmıştır.
Egemenlerin “dönüşüm projeleriyle” hedefledikleri tablo şudur: İstanbul’da yaşayan emekçiler, buradan sürülmek istenmektedir. Barınma alanları talan edilerek, arazilerine el koyularak yüksek borçlarla TOKİ ve ortaklığındaki müteahhitlerin yapacağı konutlara atılacaktırlar. Yoksul ve emekçiler için düşünülen esasen üretim alanlarına yakın konumlandırılarak iş güçlerini daha uygun-ucuz bir biçimde satmalarını sağlamaktır.
EMEKÇİLERİN KÂBUSU EGEMENLERİN YIKIMI OLACAK!
Dünyada sarsıcı etkiler yaratarak devam eden ve her geçen gün yeni yıkımlara gebe olan ekonomik kriz egemenleri yeni arayışlar, rant alanları yaratmaya zorlamaktadır. Elbette tüm saldırıların hedefine halk oturtulmakta, kriz emekçilere fatura edilmek istenmektedir. “Kentsel dönüşüm” saldırısı da bu sürecin bir parçası olarak karşımızda durmakta, sınıf mücadelesinin çelişkilerini keskinleştirmektedir. Rant, vurgunculuk ve yağma ile talan edilmeye çalışılan emekçilerin alın teridir. Dolayısıyla tüm saldırılar karşısında bir direniş kaçınılmaz olacaktır. Yıkıma karşı direniş duvarları inşa etmek bugünden görev olmalıdır. Keskin bir mücadele sürecinden geçildiği kuşku götürmezdir. Haliyle saldırının en fazla hedefi olanlar devrimci çalışmanın da esas hedefi olmalıdırlar.