[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle”]
Devrim bir sınıfın iktidar aygıtını kendi çıkarları doğrultusunda ele geçirmesi ve kendisi için yeni bir sistem kurması eylemidir. Sınıfların oluşmasıyla birlikte gerçekleşen tarih bütünlüklü bir incelemeye tabi tutulduğunda görülecektir ki esas olarak sınıf savaşımlarının ve bu savaşımın özel kesitleri olan devrimlerin ürünüdür. Dünya devrimler tarihi incelendiğinde insanlığın gerçek ve genel gelişim biçimi ve dolayısıyla seviyesi de anlaşılır. Her ne kadar günümüzde devrimler “terörizm” yaftasıyla “insanlık dışı” süreçlermiş gibi gösterilmek istense de insan hakları olarak hukuk literatürüne geçmiş ve bugünün hemen tüm siyasetçilerinin bir argümanı da olan kavramlar bütünü bu devrimlerin ürünüdür. Kuşkusuz sadece kavramlar değil, aynı zamanda bugün sahip olduğumuz maddi olanaklar, teknoloji, bilimsel olanaklar ve bilimin seviyesi de devrimlerin açtığı yolun üzerinde gerçekleşmiştir. Özetle diyebiliriz ki insanlığın sınıflar mücadelesiyle oluşan tarihinde ilerlemeyi içeren, ilerlemeyi savunan, toplumlar geliştikçe beliren gereksinimlere karşılık veren güçlerle mevcut olanakları ve ilişkileri kendi çıkarları öyle gerektirdiği için yeterli gören, muhafaza eden güçler nihayetinde devrimle sonuçlanan mücadeleler vermişlerdir. Devrimler bu mücadelelerin sıçramalı ilerleme anlarını ifade eder. Devrimler muhafaza edenlerin koydukları engelleri ortadan kaldırmıştır.
Tarihimizin son devrimleri proletaryanın çıkarları doğrultusunda, onun siyasi öncülerinin önderlik ettikleri ve böylece proletaryanın diktatörlüğü ile sonuçlanan proleter devrimlerdi. Bu devrimlerin ekonomik ve siyasi kazanımları o kadar büyüktü ki dünyanın hemen her ülkesinde komünist partileri kurulup devrim süreçlerine önderlik etmeleri için onları muazzam derecede teşvik etti. Sadece proletarya değil ezilen ülke halklarının bütün kesimleri bu süreçlere anti emperyalist ve anti feodal doğalarından ötürü aktif biçimde katıldılar.
Bugün de aynı sürecin içerisindeyiz; bununla beraber ciddi farklılıklar içeren bir dönem de yaşamaktayız. Neoliberal politikaların dünya çapında egemenleşmesine, uygulanmasına da denk gelen bu dönem sınıf savaşımının bir sonucu olarak sosyalist ülkelerde geriye dönüşlerin yaşandığı bir dönemdir. Geriye dönüşlerin en büyük etkisi komünist harekete güvensizliğin önemli bir nedeni olmasıdır. İlkeleri, genel teoriyi, tayin edici kavramları uzun denemeyecek bir zaman dilimi içinde terk edenler oldu. Kuşkusuz bu terk edişlerin doğru çizgiden kopuş olduğunu düşünmüyoruz. Marksizmin etkisinin zayıflamasından ibaret bu terk edişlerde konu edilen hareketler zaten MLM hatta olmayan, Marksizmin etkisinde olan hareketlerdi. Marksizmin Leninizme ve devamla Maoizme doğru gelişmesinin bir sonucu olarak sözünü ettiğimiz yeni dönemde proleter hareketin gelişmesinin koşulları yaratılmış olmakla beraber bunun iradeleşmesini sağlayacak bir süreç yaratılamadı. Buna karşın Maoizme evrilmiş haliyle komünist bilinç birçok ülkede sınıf mücadelesini geliştirmeyi başardı; akıntıya karşı yüzme cesaretiyle emperyalizme ve onun her türden iş birlikçisine karşı halk savaşı stratejisini uyguladı ve uyguladığı ölçüde de başarılı sonuçlar elde etti. Halihazırda proleter hareketin birikiminde Halk Savaşıyla devrim anlayışı güçlü bir şekilde vardır. Zincirin zayıf halkaları olarak yarı sömürge ve yarı feodal ülkelerdeki devrimlerin dünya devriminin gelişmesi, olanaklı hale gelmesi bakımından önemi elbette tartışılmazdır.
Devrimlerin dünya halklarının bir talebi olmaktan çıktığı görüşünün yaygın olduğunun farkındayız. Bunun, yüzeysel ele alındığında gerçekçi göründüğünü de kabul ettiğimizi söylemeliyiz. Ne var ki devrimin talepten önce bir ihtiyaç olduğunu hatırlatmamız gerekir. MLM toplumların gelişimini sonuç olarak devrimlerle açıklar. Devrimler, zamanı geldiğinde tüm tıkanmış sistemlerin, çökmüş değerler bütününün toplumların bağrından sökülüp atılması için zorunlu hareketlerdir. Bunun kendiliğinden gerçekleşmesi toplumların sınıflı yapısından ötürü olanaksızdır. Sonuçta bütün sistemler belli sınıfların varlığını koşullayan üretim tarzlarına sahiptir. Üretim tarzlarının ürünü olan sistemler bu belli sınıfların egemenliğini ve dolayısıyla ideolojik, politik, ekonomik kültürel kurumlarının hegemonyasını içerirler. Bunlar sistem içinde kaçınılmaz olarak gelişmekte olan yeni güçlerin üzerinde baskılar meydana getirirler. Baskının hem rıza üretmeye hem de gerektiğinde şiddetle dizginlenmeye dayandığını biliyoruz. Bundan ötürü yeni güçlerin gelişmesinin şartı devrimdir: Egemen sınıfları ellerindeki tüm güç ve olanaklardan mahrum edip yok etmek üzere onları devirmek ve yerine kendi egemenliğini kurmaktır.
SÖMÜRÜ SÜRÜYOR
İçinden geçtiğimiz sürecin tam da burada açığa çıkarılması gereken özelliği egemen sınıfların, dolayısıyla onların her türden aracının eskinin öldüğünü gizlemesidir; eskinin öldüğünün gizlenmesi yeninin doğmasının bir engelidir aynı zamanda. Gelişmeler bize aynı sorunların, aynı kısır döngünün içinde debelenmekte olan uluslararası bir toplumsal düzeni aşamadığımızı gösteriyor. Kuşkusuz her şey değişmeye devam ediyor. Bununla beraber her değişim aynı üretim tarzının, aynı mülkiyet ilişkilerinin, aynı yönetme biçimlerinin içinde gerçekleşiyor ve bunlar bir avuç egemenin çıkarlarının korunmasını teminat altına almaktan öte bir işlev taşımıyor. Bir avuç egemenin dünya halklarına sunduğu şeyler bu yüzyılın başında olan şeylerden nitelik olarak ne kadar farklıdır? Milliyetçilik, din bezirganlığı aynı derecede gündemdedir. Yarı sömürgelerin emperyalist tahakküm altında kalması, borçlanmaya dayalı ekonomi modeli, uluslararası iş bölümü adı altında bu ülke kaynaklarının talana açılması, tüm ülkelerde kamusal alanların şirketlerin rant yaratma alanlarına dönüştürülmesi vs. aynı sömürü biçimlerinin, kuşkusuz daha da boyutlanarak, derinleşerek sürmesi gene gündemdeki sorunlardır. Yarı sömürgeler kendi sanayilerini geliştirirken emperyalist sermayenin ağına takılmaya devam ediyorlar.
Tarımda da özellikle teknolojik gelişmelerin sonucunda bağımlılık ilişkilerinin derinleşmesi bu ülkeleri çok daha derin, mevcut üretim ilişkileri ve mülkiyet biçimleri nedeniyle de aşılamaz sorunların içine sokmuş durumdadır. Bundandır ki Türkiye vb. ülkelerde tarım ülke ekonomisinin esaslı sektörü olmaktan uzaklaşmış, köylüler borçlanma tuzağına düşmüş, ülke ekonomisinin çürük dokusundaki dökülmeler kendini özellikle tarım sektöründe göstermiştir. Bunlar öteden beri varlığını sürdüren aynı egemen sınıfların sökülüp atılmak zorunda olduğunu gösteren durumlardır. Bu ancak mevcut yapının ölü, çürümüş, geleceği olmayan, ilerlemeye katkı sunamayacak bir yapı olduğu kavrandığında mümkün olacak devrimci eylemdir. Tek tek ülkelerdeki sorunlar da bize emperyalizm şartlarındaki tüm eski sorunların, açmazların devam ettiğini gösteriyor. Avrupa ülkelerindeki, ABD’deki, İngiltere’deki sorunlar, çelişkiler de emperyalizmin bilindik çıkmazlarını içeriyor. En somut biçimleriyle ekonomik kriz şartlarında görünen çelişkiler, politik açmazlar dünkülerden ne kadar farklıdır? Hemen hemen hiç! Parlamenter sistemin kitleler nezdinde değersizleşmesi kadar örneğin Fransa’da ya da daha yakın zamanda yaşanması nedeniyle Hollanda’da çiftçilerin sorunları ve maruz kaldıkları devlet şiddeti bize mevcut yapıların çözümsüzlük içinde debelendiğini göstermektedir. Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesiyle sonuçlanan emperyalistler arası çekişmelerin kaynaklarının yüzyılın başındakilerle aynı olması o günden bugüne yaşanan ekonomik gelişmelerin, teknolojik ilerlemenin, özellikle de bilişim alanında ulaşılan teknolojik seviyenin ülke ekonomilerinin temel karakterinde hiçbir dönüşüme neden olamadığını gösteriyor. Teknolojik üretimin, bilimsel ilerlemenin önünde durulamıyor kuşkusuz; bununla beraber bunlar aynı üretim ilişkilerinin, aynı sınıf çelişkilerinin, mülkiyet biçimlerinin cenderesi altında gerçekleşiyor. Uzaya, evrene dair bilgimiz olağanüstü derecede gelişmişken ve bu bilginin gelişme potansiyeli her gün için varlığını koruyorken milliyetçilikle, din bezirganlığı ile sınırlı politik kavgalar içinde boğulmak, savaşlara girişmek, borçlu ekonomilerin enflasyonla, durgunlukla yüz yüze kalması bir şeylerin temelden değişmesi gerektiğini gösteriyor. Sorunlar, açmazlar aynı sınıfların yarattığı sorunlar ve çıkmazlardır.
Dünyadaki bütün politik sistemler aynı sınıfların egemenliğini kaçınılmaz kılan sistemlerdir. Bu anlamda hiçbir sistem halk için demokrasi içermemektedir. Halklar egemen sınıfların demokrasisinde aynı türden egemen kliklerinden birini seçme “hakkına” sahiptir sadece. Bunlar arasındaki kavganın hiçbir yerinde halkların çıkarına sistem değiştirmek çabası yoktur. Türkiye’deki seçimlerin ne büyük kavgalarla gerçekleştiğini bilmeyen yoktur. Son zamanlarda bu kavgaların daha da önemsenir olması dikkat çekicidir. Öyle ki devrim iddiasının bile hükümetin “yıkılmasına” endekslenmesi ilkesel düzlemde savruluşların boyutunu göstermektedir. Bir zamanlar ilkesel düzlemde Marksizme daha yakın duranlar devrim iddiasında da güçlü bir duruşa sahiptiler. Ulusal hareketlerin de hemen hepsinde devrim iddiası güçlüydü. Oysa bugün bunlar için “eskinin ölümü” bile bir rivayet gibidir.
Tabii ki şunu unutmuyoruz: bunlar her ne kadar ilkesel düzlemde devrim iddiasında olmuşlarsa da temelde proleter çizginin dışında olmalarından ötürü güdük bir devrim anlayışına sahip olmuşlardır. Sınıf karakterleri bakımından bunun nesnel bir sonuç olduğunu vurgulamalıyız. Dolayısıyla buradaki tespitimiz bir suçlama değildir veya bir suçlama olarak değerlendirilmemelidir. Ulusal hareketlerin devrim anlayışının nihayet güdük olması bunların devrimin dostları olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Devrim bu hareketlerin, bu hareketlerin seslendiği geniş ezilen ulusal kesimlerin çıkarlarını gerçekleştirme amacına sahip olduğu ölçüde onların da devrimi olarak değerlendirilmelidir. Bu bakımdan “devrim için halkın birliği” dediğimizde ezilen ulusların, bulundukları ülkelerdeki komünist parti önderliğinde gelişecek devrimlerin önemli parçaları olduklarını ve olmaya devam edeceklerini asla ihmal edemeyiz.
DEVRİMİMİZİN NİTELİĞİ KAVRANDIKÇA HAREKETİMİZ BÜYÜYECEKTİR
Burada tartıştığımız konunun bahsedilen türden hareketlerin, yani Marksizmin etkisinde olup onun ilkelerinden hareketle konumlanma çabasında olanların özellikle son zamanlarda biraz daha belirgin biçimlerde bu ilkelere rağmen yol almasıdır. Devrimin, devrim ilkelerinin, koşullarının, biçimlerinin, pratiklerinin, politikasının vb. pek tartışılmaması; buna rağmen hükümet değişikliğiyle sınırlı gündemlerin devrim düzeyinde değerlendirilmesi bunun vardığı bir sonuçtur. Halktan kesimlerin gündeminde devrimin olmaması; ama hükümet sorunlarıyla ilgili gündemlerin geniş yer kaplaması hiç kuşkusuz bu sonuçta bir etkendir. Ne var ki temel etkenin bu olmadığını bilmeliyiz. Temel etken komünist çizginin devrimi somutlaştırmaktaki başarı düzeyidir. Devrim meselesini gündemleştirmek devrimin niteliğini açıklamakla, devrimin güçlerini somutlaştırmakla, devrimin önündeki engelleri göstermekle ilgilidir. Yapacağımız her inceleme, her tartışma, her eylem vs. nihayetinde devrimin içeriğini göstermelidir ki devrimin gündemleşmesi olanaklı olsun.
Marksizm-Leninizm-Maoizm sonuç olarak bir tarih öğretisidir ve tarihin temel ilerleme biçimi devrimdir. Nitel dönüşümlerin belirleyici olduğu tüm tarihte halkların çıkarlarını gerçekleştirmek üzere sağlanan her ilerleme ya devrimi koşullamış ya da devrimle gerçekleşmiştir. Devrimsiz nitel dönüşüm her düzende var olan “sınıf tahakkümü” nedeniyle olanaksız olmuştur. Nitel dönüşümden kastımız sınıf çıkarlarının gerçekleşmesinden ibaret ilerlemelerde hangi sınıfların çıkarlarının gerçekleştiği sorusunun yanıtının temelden değişmesidir. Belli bir sınıfın ya da sınıfların tahakkümü altındaki bir toplumsal düzende diğer sınıfların çıkarlarının gerçekleşmesi olanaklı olmaz. Tahakküm gücüne sahip olanlar bunun önünde engeldirler. Dolayısıyla tarihsel ilerlemenin gerçekleşmesi belli bir gelişmeden sonra tahakküm eden sınıfların değişmesini gerektirir. Aynı sınıfların tahakkümü altındaki niteliksel gelişmeler bu sınıfların çıkarlarını inkâr etmeyi içereceğinden bunlar gerçekleştirilemezdir. Kendiliğinden ekonomik ve politik ilerlemelerin bunu sağlayacağını ileri sürmek sonuç olarak sınıf mücadelesiyle gerçekleşen tarihsel ilerlemenin bu temel özelliğini yadsımakla aynı anlama gelir. Bu noktada yapılan temel hata üretim tarzlarından, mülkiyet ilişkilerinden ayrı olarak teknolojik ilerlemeleri, ürünlerdeki çeşitlenmeleri, artışları vs. toplumsal düzeni belirleyen unsurlar olarak görme hatasıdır. Oysa tarihsel dönüşümlerin temeli bunlar değildir; bunlar tarihsel dönüşümlerin sonuçlarıdır. Kapitalist üretim tarzının sürekli yeniden üretimi gerçekleştirme zorunluluğu, sermayenin sürekli büyüme dürtüsü bu zenginleşmeyi, çeşitlenmeyi ve dolayısıyla bununla sınırlı ilerlemeyi içerdiği açıktır. Ne var ki bunun dünyanın herhangi bir yerinde toplumsal dönüşüme neden olacağı fikri, yani belli sınıfların tahakkümünü ortadan kaldıracağı fikri özneldir; egemenlerin fikridir. Onların ilerlemeci retoriği tam olarak bunu içerir. Devrimleri gereksiz ve hatta olanaksız gören anlayışların da bundan beslendiğini biraz MLM bilimi bilgisi olanlar iyi bilirler.
Devrimimizi tartışmak bugün her zamanki gibi zorunludur. Neden güçsüz, yetersiz, başarısız olduğumuzun açıklaması da devrim anlayışımızın eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Karşımızdaki üç büyük ve egemen güç devrimi tüm insanlık tarihinden silmek için çabalarken, halkları sürükledikleri derin ekonomik çıkmazlar ve zorluklar bu çabaları boşa düşürecek düzeye varmıştır. Tarihin gördüğü büyük krizlerden biri uzun bir zamandır dünya halklarının yaşam koşullarını giderek daha fazla bozmaktadır. Kuşkusuz halklar her zaman büyük yokluklar içinde yaşamanın tek yolu olarak sömürü ağına girmekte, ekmek uğruna çalışmaktadırlar. Çocuk emeğinin dahi sömürülme düzeyi eskilerle kıyaslanamayacak düzeydedir. Bununla birlikte çalışma zorunluluğuna dayalı yaşama olanaklarının da azaldığı, bozulduğu zamanlara girmiş durumdayız. Bir süre sonra kapitalist sistemin sunduğu sınırlı insanca yaşama olanaklarının da yaratılamadığı, bunun sonucu olarak kitlesel hareketlerin artacağı koşullar içinde düşünmeye, hareket etmeye başlayacağız. Devrimi tartışmak artık yeni şartlar içinde gerçekleşecektir. Hükmedemediğimiz zamanlar kaçınılmaz olarak güçlü olanların lehine sonuçlar doğuracağından halkların lehine düşünenlerin ilkeleri hatırlaması ve ilkelerden hareketle devrimci süreçleri örmek üzere tartışması büyük öneme sahiptir.
Önümüzdeki süreç devrimlerin daha fazla gündemleşeceği, halkların çıkarlarını gerçekleştirmek üzere bir şekilde harekete geçeceği, toplu hareketlere kalkışacağı bir süreç olacaktır. Bunun istisnai bir süreç olacağı doğru değildir. Ekonomik kriz uzun zamandır bir gerçekliktir. Finansal genişleme adımları krize karşı bir “çare” olarak atıldı. Bugün tüm dünyada yaşanan yüksek enflasyon oranları bu genişlemenin bir sonucudur. Özellikle yarı sömürgelerdeki borçlanma açmazı aynı politikanın bir başka sonucudur. Türkiye’de AKP hükümetinin politikaları olarak değerlendirilen, bu anlamda ekonomik çürümeyi, yozlaşmayı onda somutlaştıran analizler emperyalist merkezlerin “krize çare” politikalarının üzerinden atlamakla zaaflıdırlar. Oysa çürümenin, yozlaşmanın kaynağı emperyalist merkezlerdir.
Türkiye’de yaşananlar finansal genişlemenin bizim gibi ülkelerdeki kaçınılmaz sonuçlarından biridir. Aynı egemen sınıfların, aynı mülkiyet ilişkilerinin ve aynı bürokratik aygıt parçalarının finansal genişlemeden yararlanma biçimi yaşanandan farklı olamazdı. Kuşkusuz farklı suretler ve söylemler mümkündür. Fakat ülkeye akan finansın üretken sermaye olarak tarımda, sanayide üretimi teşvik edeceği iddia edilemez. Bu finans türünün en kısa yoldan en büyük vurgunları gerçekleştirme amacı güttüğü bilinmez olmamalıdır. Türkiye’de tarımın bağımlı hale getirilmesi bugünün değil 1980’lerde özellikle dayatılan politikaların sonucudur. Enflasyon bizim gibi ülkelerde genelde yüksektir; çünkü bu dışarıya sermaye transferinin temel biçimlerinden biridir. İnşaat, turizm gibi sektörlerin öteden beri revaçtaki sektörler olduğu on yılların bilgisidir. Cemaatlerle kurulu ilişkiler, mafya ile yönetilen alanların varlığı hiçbir zaman gerçek sır olmadı. Örneğin Gülen Cemaati üzerinden koparılan fırtınada -ki bu fırtına doğrudan bu cemaatin iktidar ortağı olmasını içeriyordu- herkes açıkça öğrendi ki uzun yıllardır her hükümet bu cemaatle içli dışlı bir ilişki sürdürmüştür. Elbette bu ilişki her biri için özeldir; ama hiçbiri için bu ilişki gayrimeşru da olmamıştır. Çünkü cemaatler, feodalizmin bu en çürük, ölü oluşumları/artıkları olarak toplumsal düzenin gerçeğidir. Bunlar ülke tarihinin hiçbir zamanında kökünden sökülüp atılmamışlardır. Gülen cemaati herkese söz konusu oluşumların “dini bir çevre” olmaktan ibaret olmadıklarını da göstermiştir. En son “iktidar ortağı” olarak halkın karşısına bir “iktidar tercihi” olarak çıkmaları ise bu yapıların gerçek dayanaklarını, maddi olanaklarını, uluslararası güçlerle ilişkilerini deşifre etmiştir. Aynı şeyleri mafya örgütlenmeleri için de ifade edebiliriz. Mafya denen örgütlenmelerin gücü bunların beslendiği kaynakların ilgili ülkelerdeki en güçlü rant kaynakları olmasından gelir. Sanayileşmiş ülkelerde bu kaynaklar hiçbir zaman en güçlü nitelikte olmazlar, olamazlar. Hatta bu ülkelerdeki mafya örgütlenmelerinin gücü de sanayileşememiş ülkelerdeki veya bazı sanayileşememiş bölgelerdeki aynı örgütlenmelere dayanır. Feodal ilişki türlerinin bu örgütlenmelerdeki ağırlığı herkesin malumudur. Bunun nedeni de aynı durum, yani sanayileşme öncesinin korunan ilişki ağıdır. Bu artıklar gerçek anlamda ölü yapıların devamından ibarettir. Bu yapıların egemenliğinde finansal genişlemenin üretken sermayeyi harekete geçireceği, sanayileşmeye dayalı modeli benimseyeceği düşünülebilir mi? Böyle olamayacağı tarihsel olarak da günümüzde pratik olarak da açıkça görülmüştür. Türkiye’deki mafya örgütlerinin en son 3 büyük demir-çelik sanayi işletmesini ele geçirmiş olması ve yönetiyor olması söz konusu feodal artıkların gücünü; ama her alanda, “sanayi” alanındaki gücünü de ortaya sermiştir. Bu işletmelerde üretimin neye hizmet ettiği, nasıl gerçekleştiği bundan daha iyi ortaya konamazdı herhalde!
HALKIN BİRLİĞİ SAĞLANMALIDIR
Sözünü ettiğimiz gerçeklik dünya çapında yaşanan ekonomik ve politik olayların kökeni hakkında doğrudan bilgiler vermektedir. Daha önce vurguladığımız gibi kriz koşulları bu gerçekliklerin üzerindeki örtüleri çürütmekte, dağıtmakta, savurmaktadır. Böylece kriz koşulları gerçeklikleri daha somut ve açık biçimde görmeye olanak vermektedir. Bizim gördüklerimiz bizim görme biçimimizden kaynaklanmamaktadır; aksine bunlar gerçeklikler olduğu için herkesin bunları aynı yalınlıkta görmesi olanağı vardır. Görülen şeylerin aynı olması bunlara karşı ne yapılması gerektiğinde de ortaklaşacağımız anlamına gelmeyecektir elbette. Bununla birlikte aynı şeyleri görmek bunlara karşı aynı biçimde hareket etmenin koşullarını sunar.
Halkımızın aynı şeyleri görmesi ya da bizim onların bunları görmelerini sağlamamız onlarla aynı biçimde hareket etmemizin koşuludur. Gerçekliklerin olabildiğince açık ve yalın biçimde ortaya konması devrimin öznel şartlarını olgunlaştırmak bakımından önemli bir aşamadır. Ne var ki tek başına bu neredeyse hiçbir şeydir. Bundan daha önemlisi ne yapmak gerektiğini bilmek ve bu bildiğini gerçekleştirmek üzere çalışmaktır. Devrimi tartışmamızın, devrimi öğrenmemizin temel nedeni budur. Halkın birliği dediğimiz şeyin devrim için çalışmakla aynı anlama geldiğini, her türden devrimci birliğin ve hatta komünistlerin birliğinin de temeli bu tartışmalarda atılır ve geliştirilir. Birçok “birlik” tartışmasıyla aramıza koyduğumuz mesafenin temel nedeninin bu olduğunu hatırlatalım. Bu yaklaşımın derinleşmesi, daha çok açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Bunun nedeni “anlaşılma” sorunumuzu çözmek isteyişimiz değildir elbette! Bunun nedeni devrim için halkın birliği konusundaki yetmezliğimizi aşmak zorunda oluşumuzdur. Halk kimlere karşı ve ne için birleşmek zorundadır ve bu birleşmenin hareket biçimleri, araçları nedir sorularının yanıtı verilmeden herhangi bir birlik sorununda “anlaşılmayı” beklemek zaten yanlış bir beklenti olacaktır.
Devrimimiz demokratik halk devrimi olarak hem milli bağımsızlık amacını hem de demokratik devrimi içermektedir. Milliden kastımız bir milletin kurtuluşuyla sınırlı değildir; aksine ülkenin sosyal, ekonomik, politik olarak emperyalizmin tahakkümünden kurtarılmasıdır. Milliyetçiliğin de bir argümanı olarak bu devrim görevinin milliyetçi bir temelde başarıya ulaştırılamayacağı açık olmalıdır. Çünkü milliyetçilik emperyalizmle sınırlı bir mücadeleden yanadır, onunla ilişkiyi kökünden söküp atmak yerine koyacağı güçlü bir sistem olmadığından olanaksızdır. Anti emperyalist mücadele bu nedenle proletaryanın kurtuluşuna endekslenmiş bir mücadeledir. Demokratik devrim için şartların öteden beri yeterince olgun olduğunu biliyoruz. Her türden feodal artığın sökülüp atılması esasen kolaydır; bunu zorlaştıran unsur emperyalizmdir. Demokratik devrim bu nedenle sıkı sıkıya anti emperyalist mücadeleye bağlıdır. Bu mücadelenin tamamlanmasının ve hatta tam olarak savunulmasının koşulu emperyalizme uygun görülen her türden ilerlemeciliğin reddedilmesidir. Devrim bu güçlere karşı geliştirilmelidir. Şartların bunu zorunlu kıldığı her geçen gün daha güçlü bir biçimde anlaşılmaktadır…