Kitlelerin dünyanın birçok ülkesinde ayaklanmalarla siyaset sahnelerini işgal etmeye başlaması rüzgarın ezilenlerden yana döndüğüne dair fikirleri güçlendirdi. Hiç kuşku yok ki bu ayaklanmalar, hükümet karşıtı bu büyük eylemler egemen sınıfların, hatta emperyalist finans merkezlerinin odağında yer aldıkları gerçekten büyük bir krizin yansımalarıdır. ABD’de, Avrupa Birliği ülkelerinde, İngiltere’de, Çin’de ekonomik düzlemde yaşananlar yarı sömürge ve yarı feodal ülkelerde büyük kitlesel patlamalar, derin siyasi krizler olarak yansıma buluyor. Buralardaki büyük olayların, mevcut siyasi “şahsiyetleri” ülkeden kaçmaya zorlayan kitlesel öfkenin gerisinde tam bir dönüşüm, değişim isteğinin olduğunu inkâr etmek artık olanaksızdır. Genel sistemin ciddi bir bozulmayla yüz yüze olduğu nasıl inkâr edilemiyorsa gelecek umudunu halihazırda yönetenlere bırakma eğilimi de artık inkâr edilemez durumdadır. Ne var ki bu bir gerçeklik de olsa salt bundan ötürü kurtuluş için umutlanmak bir komünist bakış açısı olamaz. Bir komünist sadece gerçeklik eğer doğru bir siyasetin elinde ise gelecek için umutlu olabileceğini bilir. Elbette siyasetin doğru bir elde olmasıyla sürecin temel unsuru haline gelmekte olan sözünü ettiğimiz kitlesel öfkenin ilişkili olduğu gerçeğini unutmadan bunu ileri sürdüğümüz ihmal edilmemelidir. Çağımızın temel karakteri olarak yönetilmek istememe tavrının bir esas tavır olduğunu asla göz ardı etmemek gerektiğini de buna eklemeliyiz.
Mevcut krizin aşılabileceğine yönelik görüşlerin bir dönemde hayli revaçta olduğunu takip edenler bilir. Bu görüşlerin terk edildiğini ileri sürmek iddia sahiplerinin kimliğinden bihaber olmaktır. Onlar bu iddiayı güncelleyerek tekrar etmektedirler ve edeceklerdir. Bu iddia önceleri bilişim alanındaki gelişmelerle bağlar kurularak, bilgi ekonomisinin hâkimiyeti ile açıklanmaktaydı. Gelir dağılımındaki eşitsizliğin bu ekonominin içerdiği olanaklar ile azalacağı, böylece talep yetersizliğinin ve finansal istikrarsızlığın da giderileceği öngörülüyordu. Kapitalizmin “ihtiyaç duyduğu” yeni fikirleri mutlaka üreteceği anlayışına dayanan bu görüşlerin sözü geçen “üstün” gelişmeler karşısında hükümsüz kaldığı ortadadır. Bugünlerde duyduğumuz çözüm ise kapsamlı bir yıkım eşliğinde yeni bir “kapitalist” düzenin inşa edileceğidir. Tabii yıkım dendiğinde kitlelerin kabaran ve yer yer de patlayan öfkesi de kastedilmiş oluyor. Şöyle de söylenebilir: karşı karşıya olduğumuz yeni “devrim dalgası” sonuçta egemen kapitalizmin biçimlendirdiği yeni sürecin ana unsurlarından biridir. Bunları da nihayet bir avuç üstün beyin tasarlamıştır…
Bu gibi görüşlerin birçok kez tartışıldığı, gündeme geldiği, savunulduğu bilinir. Hatta Marksizmin içinden de “kriz çözümlerini” içeren iddialar dile gelmiştir. Kautsky’nin Ultra Emperyalizm teorisi böyle bir çözümü içeriyordu. Kapitalizmin dünya çapında gelişmesini sağlayacak emperyalizm, ileri bir aşamasında yerini zorunlu olarak sosyalizme, tabii ki uluslararası düzeyde inşa edilecek bir sosyalizme bırakacaktır. Bu iddia sadece burjuva demokratik devrimlerin proletarya önderliğinde gerçekleştirilmesi ve durmaksızın sosyalizme yönelmek anlayışını reddetmekle kalmıyor, bununla birlikte hatta bundan daha da uç biçimde emperyalizme karşı mücadeleyi salt ekonomik temelde bir mücadeleye indirgeyerek doğrudan sosyalist devrim mücadelelerini olumsuzlamayı içeriyordu. “Dönek Kautsky” adlandırmasıyla Lenin belirttiğimiz sonuçları da açıklayarak onun emperyalizme hizmet eden bir anlayışla hareket etmeye başladığını ileri sürmüştü. Söz konusu iddiaların genel niteliklerini kavramak bakımından Lenin’in hem “Emperyalizm” adlı eseri hem de “Dönek Kautsky” adlı eseri önemli derecede yardımcı olacak niteliktedir. Günümüzü anlamak bakımından da bu eserler temel önemde olmayı sürdürmektedir.
Günümüzü Lenin’in yaşadığı dönemden ayırt etmek birçok bakımdan tabii ki mümkündür. Ne var ki üretim biçimi ve bu üretim biçiminin ürünü olan sınıf mücadelelerinin niteliği, gelişim olanakları ve olası sonuçları bakımından değişen hiçbir şey yoktur. “Neoliberal” ön adıyla yeni bir kapitalizmden söz edilir görünse de aslında içinde olduğumuz koşullar merkeziyetçiliğin veya merkeziyetçiliği dayatan tüm koşulların ağırlaştığı bir dönem olarak ilk dönem kapitalizminin çok ötesinde tekelcidir ve daha da tekelci davranmaya güdümlüdür. Yakın zamanda denetimli, kontrollü, planlı, tam merkeziyetçi, hatta mülksüzleşmeci kapitalizmden söz edilse şaşırmayacağız. “Liberalizmle” taban tabana zıt argümanların zorunlu bir ihtiyaç olarak kapitalizm zemininde savunulması geçmişte olduğu gibi, hatta bugün daha fazla mümkündür. Çünkü “neoliberal ekonomi iflas etmektedir.”
Arasında Parçalanmamak İçin O Dişleri Sökmek Gerek
Bu “neoliberal” adla tüm dünya ülkelerine dayatılan ekonomi politikaları sermayenin önündeki tüm engelleri kaldırmakla, metalaşmayı tüm alanlara en meşru hallerde kabul ettirmekle her ülkeye, her zihne, insanlar arasındaki her ilişkiye egemen hale getirildi. Bunun planlı bir uygulama olduğu yanılgısına düşülmemelidir. Bu kapitalist sermayenin gelişmesinin kaçınılmaz sonucudur, dolayısıyla olmak zorundadır. Sıkça karşılaştığımız patron, şirket, hükümet hatta devlet suçlamaları bu sistem olgusunu küçümseyen, göremeyen ya da görünmez kılan türden suçlamalardır. Kuşkusuz tüm bu yapılar insanlığın kurtuluşunu koşullamakla, yani kurtuluşu gerektirecek biçimde esareti korumakla ilgili suçlar işlemekteler. Ancak bunların bu suçu işlemek zorunda olduğunu da bilmeliyiz. Zaten yukarıda değindiğimiz “çözüm” beklentilerinin temel “yanılgısı” ya da manipülasyonu da burada başlıyor. İlgili suçları üretim tarzının sonuçları olarak kavramadıkça bu üretim tarzının devamı olmaktan ibaret bölüşüm veya gelir dağılımında eşitsizlik, yoksulluk, işsizlik, sömürünün dizginsiz yükselişi, ülkelerin talanı, savaşlar vb. asla kavranamaz ve kavranamayan da alt edilemez.
İçinde olduğumuz koşullar kapitalist üretim tarzının nihai olarak varacağı sonuçların verilerini taşıyor. Daha şimdiden, değindiğimiz tüm “suçlar” artmış olmakla kesinlikle çözüm değil; ama sadece “suç” üreten bir mekanizmanın içinde olduğumuz kesindir. En gelişmiş ülkelerde de ekonomi istikrarsızlık göstererek bozulmuştur. ABD Merkez Bankası kimliği ile FED faiz artırarak enflasyonu dizginlemek istemekle beraber bunun yol açtığı ekonomik durgunlukla ilgili açmaz yaşamaktadır. Sadece kendi ülkesinde değil, ABD bu politikayla diğer ülkelerin dolara olan bağımlılıkları nedeniyle onların da koşullarını aleyhe olacak biçimde zorlamaktadır. Bunun hemen tüm dünyada ve üretimin tüm alanlarında ciddi kırılmalara, dağılmalara yol açacağı şimdiden dillendirilmektedir. Doların diğer tüm para birimleri karşısında değerlenmesi, dolar aynı zamanda rezerv para olduğu için dünya ekonomisinde, ticarette, devletler arası borç ilişkisinde, şirket ödemelerinde tıkanmaların habercisi niteliğindedir. Bunun üretime, dolayısıyla işçi sınıflarına, başka tüm ücretlilere ve dolayısıyla toplumların bütününe yansımaması olanaksızdır. Birçok devlet ve hatta şirket bu tehdidin altında, hükümetler de aynı sürecin hem parçası hem de sonucu olarak “politik çıkmaz” içinde debelenmekte.
Kapitalizmin sonuç olarak sürekli büyüme, üretimin yeniden ve daha geniş biçimde gerçekleşmesi zorunluluğu onun özel mülkiyetçilik karakterinin sınırlamalarıyla çatışmalıdır. Günümüzde daha yoğun olarak üretimin dışında biriken sermaye esas olarak ranta dayalı bir büyüme içindedir. Bu onun çürümüş bir ekonomi olduğunun göstergesidir. Bunun bizim gibi ülkelerdeki feodal yapıyla kurduğu ilişki onu tasfiye etmek üzerine değil, onunla ranta dayalı büyümenin koşullarını sürdürmek üzerinedir. Bu nedenle egemen kapitalist sistem buralardaki en geri üretim ilişkileri ve toplumsal yapılarla esasen çatışmamaktadır. Sanayileşmenin ilk dönemlerindeki üretken sermayenin ranta dayalı feodal yapıları tasfiye etmesi ile emperyalizm dönemindeki tam aksi ilişki çoğunlukla ihmal edilen önemli bir konudur. Marksizmin Leninizme ve Maoizme doğru gelişmesinde emperyalizmin henüz burjuva devrimini gerçekleştirememiş ülkelerdeki gelişimi, yayılımı belirleyici alanlardan biridir.
Kriz Koşullarında Komünistlerin Görevleri Açıktır
Emperyalizm şartlarında bu ülkelerdeki kitle hareketlerinin nedenleri ve kitlelerin talepleri, ihtiyaçları, eğilimleri bize burjuva demokratik devriminin görevlerinin güncel olduğunu her defasında kanıtlamaktadır. Egemen kapitalist sistem, yani emperyalizm bu görevlerin tamamlanması bakımından esas olarak gerici bir rol oynamıştır ve halen oynamaktadır. Bu nedenler burjuva demokratik devrimin görevlerini tamamlamak feodal kalıntılara karşı olmak kadar ve hatta daha çok emperyalizme karşı mücadeleyle olanaklıdır.
Her büyük kriz koşullarında tanık olduklarımız “geri kalmış” ya da “gelişmekte olan” veya “çevre” denen ülkelerin bağımlılık ilişkilerinin bunların üretken bir sermaye yapısından tamamen uzaklaştıklarını göstermektedir. Komprador olmakla birlikte bürokratik bir karakter gösteren buralardaki egemen sınıflar kendi ayakları üzerinde durmaktan tamamen uzaklar. Kitlelerin beliren ihtiyaçları ve talepleri bize burjuva demokratik devrimlerdeki görevleri hatırlatmaktadır. Devletin buralardaki işlevi esas olarak rantın dağılımını gerçekleştirmektir. Hemen her ülkede isyanlar devleti yöneten belli zümrelerin ilişkilerini deşifre ediyor. Bunların asalak birer kan emici olmakla birlikte ülkelerdeki en gerici yapılara ve en geri üretim ilişkilerinden türeyen rantın bölüşümüne dayandıkları görülmektedir. Bu zümrelerin emperyalist devletlerle, bunların hizmet ettiği tekellerle ilişkileri birçok kez açığa çıktı. Karşımızdaki yapının ne derecede güçlü, isyanlara hazırlıklı, vahşi olduğunu elbette unutmuyoruz; ama bundan da çok bu yapının çürümüşlüğünü görmeliyiz. Dünyayı sarmakta olan kriz koşulları bu çürümüşlüğün boyutunu göstermektedir ve önümüzdeki yıllar ve hatta aylar bu çürümüşlüğün isyanlara dayanamayacağını da gösterecektir.
Krizi koşullayan şartlar uzun zamandır olgunlaşmış durumda. Üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin finansal bollaşmayla en ileri seviyeye ulaşması günümüzün toplumsal sorunlarının temelidir. Enflasyon gelişmiş ülkeler de dahil olmak üzere tüm ülkelerde artmaya devam ediyor. Faiz artırmakla önlem alınmak istense de bu artırımların yeterli olmadığı, hem gerçekleşen hem de beklenen enflasyonun yüksek çıktığı görülüyor. Önümüzdeki yıllar ekonomide durgunluğun egemen olduğu, dolayısıyla işsizliğin, yoksullaşmanın, egemenler için özellikle “rıza üretememe” koşullarının olgunlaştığı yıllar olacaktır.Emperyalist sistemin sözcüleri yüksek seyreden enflasyonun ekonomik sistem için kabul edilemez olduğunu ifade ediyorlar. Bunu ezilenlerin karşı karşıya oldukları işsizlik veya yoksulluk bakımından değil, sistemin sürdürülemeyecek oluşu bakımından ifade ettiklerini unutmamak gerekir.
Tüm sistem özel mülkiyetçi yapının sınırlarının zorlanmasını, görece hırpalanmasını, kitlelerce düşman görülmesini sağlayacak çalkantıların eşiğindedir. Yaşanmakta olanlar; bunun devasa bir sistem içinde, devletler, şirketler, ordular ve nihayet toplumlar somutunda gerçekleşmesidir. Sermaye daha yoğun bir birikimle yeniden üretilemez duruma geldiğinde görülebilecek tüm sıkışmalar günümüzde gerçekleşmektedir. Özellikle yarı feodal ve yarı sömürge ülkelerde gördüğümüz isyanlar ve direnişler aslında dünya çapında egemenlik kurmuş sermayenin asalak karakterinin neden olduğu sonuçlardır.
Bu gelişmeleri hem anlamak hem de meydana gelen koşulları toplumsal kurtuluşun olanakları bakımından değerlendirmek önümüzdeki sürecin nasıl şekilleneceğini belirleyecek tartışmaların konusu olacaktır.
Hemen belirtelim ki bu koşullar her bir ülkede özgün olacaktır ve kuşkusuz bu da birbirinin aynı olmayan taktikleri, dolayısıyla mücadeleleri ve çeşitli örgütlenmeleri gündeme getirecektir. Ne var ki bu her zaman böyleydi ve böyle olduğu halde komünistler daima ortak özelliklere dikkat çekmişlerdir. Çin devriminin, Sovyet devriminin derslerinden öğrendiği gerçeğini kimse reddedemez. İki farklı devrim süreci olmakla birlikte bu iki devrim komünist partilerinin önderliğinde ve ortak birçok mücadele ve örgütlenme biçimi ile gerçekleşti. Dolayısıyla komünistler bütün ülkelerdeki devrim süreçlerinin farklılıklar kadar benzerlikler de taşıdığını savunurlar. Bunun önemi şudur: bu uluslararası düzlemde geçerli strateji ve genel taktiklerin, ilkelerin sıkı savunucusu olmayı, bu alandaki her türden bozulmaya, sapmaya karşı uyanık kalmayı sağlar. Bu nedenle Marks’tan Mao’ya gelişim göstermiş MLM biliminin henüz değişmemiş ve savunulması ve kılavuz edilmesi zorunlu ilkelerini anlatmaya, anlamaya ısrarla devam ediyoruz.
Önceki sayılarda komünist partisinin devrimdeki özel rolüne, komünist kitle çizgisinin kimi ayrıntılarına ve birlik anlayışımızın temel karakterine yönelik açıklamalarda bulunduk. Bunları yazmakla anlamış, sorunlarımızı gidermiş olmuyoruz elbette. Bunları belki defalarca konu ettik, tartıştık, dile getirdik. Tekrar etmekten çekinmeden bunları anlatmaya devam edeceğiz. Buna karşın şunu da vurgulamalıyız: devrim her zaman öznelerinden fedakâr, bilgili, öğrenen ve dolayısıyla devrim için değişen güçlü iradeler olmasını ister. Basit hataları sıklıkla tekrarlamak veya sürdürmek bu bakımdan rahatsız edici olmalıdır. Hataların basitliği ve yoğunluğu devrimin gereklerinin karşılıksız kaldığını gösterir. Tüm dünyada halklar patlak veren ekonomik ve siyasi krizlere karşı gerçek bir devrimci arayış içine girmişken basit hataları sürdürmek, yanlış ve sonuçsuz tartışmalarla zaman yitirmek, devrim için örgütlenmek niyetinden uzaklaşmak işçi sınıfının tarihsel mücadelesine karşı suç işlemek anlamına gelir. Aksine, koşullar devrimin öznelerini somut olarak sömürenlere, talan edenlere, geçmişten gelen ve geleceğin önünde karanlık bir duvar gibi dikilen tüm gerici unsurlara karşı örgütlenmeye, halkların mücadelesini anlayarak onlar için zorunlu olan önderlik görevini yerine getirmeye çağırıyor.
Daha önce vurguladığımız ve birçok kez tekrarladığımız gibi bunun birincil koşulu işçi sınıfının tarihsel bilincine sahip olmak, kapitalist üretim tarzının kaynağı olan artı değeri üreten işçi sınıfının kurtuluşuna kendini adamaktır. Sınıfsız topluma doğru ilerleyecek bu kurtuluş mücadelesi içinde olduğumuz zorlu sürecin doğru kavranmasında ve devrimci bir bilinçle yönetilmesinde belirleyicidir. İşçi sınıfı içinde örgütlenmek gerektiğini, bunun zorunluluğunu özellikle bu nedenle vurguluyoruz. Devrimimizin ancak bu bilinçle sosyalizme ve komünizme doğru ilerleyebileceğini, aksi halde devrimin yarı yolda kalacağını kesinlikle unutmamalıyız. Esas olan her zaman budur.
Öncülük görevinin somutlaştığı yerde ve zamanda disiplinli bir şekilde, örgütlü tavrın bir gereği olarak genel siyasi çizgiyi, bunun için belirlenmiş görevleri ihmal etmemeye, aynı çizginin ve aynı içeriğe sahip görevlerin devrimin, sosyalizmin kazanılması için yükümlülüğümüz olduğunu bilmeliyiz. Gerçek bir komünist partisinin inşası için, temelleri atılmış ve görece uzun bir geçmişe, dolayısıyla birikime sahip komünist partisinin başarısı için onun her bir parçası fedakâr, bilgili, disiplinli, örgüt bilincine sahip olmakla birlikte öğrenen olmayı da bilmelidir. Hatalarını tekrarlayan her bir parça, hataları sürdüren bir örgütlenmeye de neden olacaktır. İçinde olduğumuz koşullar ve yakın gelecek, kitlelerin karşı karşıya olduğu zorluklar ve devasa sorumluluklar buna tahammül göstermemizin olanaksız olduğunu göstermektedir.
Disiplinden ödün vermeden, fedakâr, bilgili ve öğrenmekte tutkulu devrimciler olmak günümüzün temel görevidir. Kitlelerin içinde bulunduğu koşulları işçi sınıfının bakış açısından incelemek ve yorumlamak bunun için yegâne yoldur.