[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle”]
Yeni bir dünya inşa etmenin ilk koşulu eski olanın yıkılıp, arkasında bıraktığı enkazın titiz bir devrimci pratikle ortadan kaldırılmasıdır. Proleter ideoloji bu yıkımın zorunluluğunu çekinmeden dile getirir. Marks’ın, felsefeyi idealist prangadan kurtararak “anlamak yetmez değiştirmek gerekir” çıkışıyla ona yeni bir anlam kazandırarak işlevsel hale getirmesi devrimci düşüncenin öğretilerini yaratmıştır. Sanatın özgürleşmesi, emperyalist tahakküm altında tutulan eskiyi yıkarak proleter ideolojinin hâkim olduğu yeni bir yapının yaratılmasına bağlıdır.
Sanat, insanlık tarihinin ilk dönemlerinden bugüne sınıfların karakterine göre kümülatif ilerlemeye sahiptir. Sanat üzerine gerçekleştirilen okuma ve açıklamalarda siyasi ve ekonomik koşulların dışarıda tutulması, sanatın uğradığı veya uğrayacağı değişimlerin ortaya çıkarılmasını imkânsız hale getirecektir. Bu imkânsızlık, metafizik yöntemlerle açıklanmaya çalışılarak idealist bir tutumun sergilenmesine ve böylece gerçeklikten daha da uzaklaşılmasına yol açacaktır. Oysa biz, her şeyde olduğu gibi sanatın da sahip olduğu hareketi ve bu hareketin farklı koşullarda ilerici-gerici özellikler kazanabileceğini biliyoruz. Öyleyse “eski”nin sanat anlayışının durağan, gelişmeye kapalı ve durumları açıklamaktan aciz olduğunu söyleyebiliriz. “Yeni” sanat ise açıklamalarında temel olarak değişimi ve hareketi görür. Sanat üzerine birbirinden tamamen farklı bu iki temellendirme, özgürlüğün ilk şartının hareket olduğunu göz önünde tutarsak, sanatın özgürleşmesine yönelik pratiklerin anlaşılmasını kolaylaştıracaktır.
SANATIN ÜZERİNE ÇÖKEN ‘ESKİ’ ANLAYIŞIN PRATİĞİ
Sanatın yapısı kitle hareketine uygun olmalıdır. Bununla beraber yığınların politik durumu sanat anlayışıyla uyumlu haldedir. Denilebilir ki burjuva-feodal düzene ait olan sanat ürünleri, kitleleri manipüle etmede kullanılmak için önemli bir araçtır. Yığınlar politikleştiği düzeyde sanat da politik, ilerici bir nitelik kazanır. “Eski” sanat anlayışı, sanatı kitlenin değil “ayrıcalıklı” küçük bir zümrenin sanatı olarak görür. Burjuva sanat ve sanatçıları toplumun büyük parçasını oluşturan emekçi-proleter sınıfın ilgi ve beklentisine göre değil, toplumun azınlığını oluşturan burjuva sınıfın taleplerine göre eserler ortaya koyarlar. Burjuvazinin sınıf çıkarlarına hizmet edecek bu eserlerde özgünlük ve özgürlükten bahsedilemez. Burjuva sınıfın sanatı, kapital için üretir, kapitalin pazarında yer almak için can atar ve eserlerini yalnızca kapitalin ona biçtiği maddi değer ile benimser. Eski sanat, düşünceyi ve yaratımı metalaştırır ve proleter sınıfa ait olanı sömürerek pazarlar. Bu pazarı, sanatın asıl yaratıcıları emekçi sınıftan küçümseyici bir tavırla uzaklaştırır. Emperyalist kuşatma altında, yarı sömürge-yarı feodal konumunda yer alan ülkemizde eski sanat anlayışı hâkimdir ve bu egemenlik sanatın özgürleşmesinin önündeki etkin bir engeldir. Eski sanat anlayışı, emperyalizmin hizmetinde, onun varlığını korumak için yoğun bir çaba sarf etmektedir. Lenin’in “kapitalizmin en yüksek aşaması” olarak açıkladığı emperyalizm, kuşattığı ülkenin üretimiyle kendisini doyurur. Sanatın ekonomik ve siyasi koşullara bağlı olduğundan bahsetmiştik. Sanatın işlevi de bu koşullarla belirlenir. Sanatın insan üretimi sonucunda ortaya çıkması doğrultusunda emperyalist kuşatma altındaki ülkemizin sanatsal üretiminin egemenler tarafından belirlendiğini ve onları doyuracak şekilde yaratıldığını söyleyebiliriz. Eski düşüncenin sanatsal yaratımda etkin olması, eski olandaki siyasal ve ekonomik sonuçların devamlılığına ve korunmasına neden olur. Yeninin yaratılmasının uzlaşmaz koşulunun eskinin yıkılması olmasını böylelikle daha da somutlaştırabiliriz. Eski olan yıkılmadıkça, eski anlayışın gerici etkinliğini varlığını sürdürecek ve sanatın özgürleşmesinde “yıkılması gereken” bir duvar rolünü görecektir. Bu duvar, yanına yaklaşıldığında ezici güç olarak görülebilse de yanına yaklaşılmadığında da varlığını yitirmemektedir.
Yarı feodal, yarı sömürge ülkelerde sanat için gözle görülmeyen sınırlar çizilmiştir. Sanatın özgürleşmesi, bu sınırların ortadan kaldırılmasıyla mümkünken; sınıra yaklaşan düşünceler baskıyla ve yasaklamalarla karşılaşmaktadır. Yasaklama ve baskı pratikleri ise siyasal koşulların belirlediği farklı pratikleri içerir. Burjuva demokrasisinin hâkim olduğu toplumlarda baskının yansıması daha az görülür, yasaklar daha esnek özelliğe sahip olsa da bizim gibi yarı sömürge-yarı feodal toplumlarda egemenlerin baskısı zorbalıkla pratikleşir. Siyasal ve ekonomik şartlar eski anlayışın pratiklerini farklılaştırsa da eskinin devamlılığını koruyan egemenliğin ve onun yarattığı burjuva-feodal düzen olduğu gerçeği görmezden gelinemez. Egemenlerin yüzüne taktığı “özgürlük” maskesi ve tasarladığı “burjuva demokrasisi” ya da sürekli üzerimizde gezdirdiği “sopası” proleter sınıfın özgürleşmesini değil, tahakküm altında tutulmasını amaçlar. O halde sanatı özgürleştirmek, maskeyi indirmekten ve eskinin yıkılarak yeni demokratik kültürü ve sanatı örmekten geçmektedir.
(Bir Yeni Demokrasi Okuru)