Türkiye’de hemen her zaman çeşitli ittifaklar ve devrimci, ilerici kurumların oluşturduğu stratejik ve programatik birliktelikler tartışmalara vesile olmuşlardır. Bu birlikler özellikle iktidar aygıtının kriz koşullarındaki pervasızlığında yeni bir gelişme ve çıkış olanağı olarak güçlü ve tek doğru siyaset gibi sunulmuştur. Bu birliklerdeki en bariz şekilleniş sistemin açmazını onun araçlarıyla kendi lehine kullanma çabasıdır; bu çabanın özü sistem içerisinde devrimci çalışma için zemin olduğu “yanılgısı”dır. Haliyle ölü doğan bu birlikler her ne kadar ilgili hareketlerin pragmatist hesaplarının ürünü olarak karşımızda dursalar da manipüle ettikleri halk kitlelerini sistemin dişlileri içerisinde öğütmekte ve Türkiye komprador burjuvazisi ve toprak ağalarının değirmenine su taşımaktadırlar. Bunların doğru bir ele alış ve mücadele anlayışı ile tartışılması gerekmektedir.
Bizim açımızdan tüm birlikler stratejik ve taktik birlikler olarak iki ana grupta ele alınabilir.
Başkan Mao, ezilenlerin kurtuluş mücadelesinde proletaryanın üç silahı olduğunu söyler: parti, ordu, cephe. Bu üç silah devrimin stratejik aygıtlarıdır. Bizimki gibi yarı feodal, yarı sömürge ülkelerde devrim hedefine ulaşmakta birleşik cephe stratejisi özel bir önemdedir. “Cephe komünist partisinin önderliğinde ve işçi köylü temel ittifakı üzerinde, bütün devrimci sınıf ve tabakaların emperyalizme, feodalizme ve komprador kapitalizme karşı birleşik olmalarını ifade eder.” (İbrahim Kaypakkaya, Bütün Eserler sf. 531) Başkan Mao’nun formüle ettiği cephe politikasını İbrahim yoldaş böyle ifade etmiştir. Buradaki temel kıstas önderliktir; ancak komünist partisinin geliştirebileceği cephe siyasetiyle devrim yürüyüşünün güçlenmesi, burjuvazinin geriletilmesi mümkün olacaktır. “Birleşik cepheyi” devrim sürecinin bir aşaması, ama ileri bir aşaması olarak ele almak yanlış olmayacaktır.
Kızıl siyasi iktidarların gerçekleşmesiyle olanaklı olabilen birleşik cephe zayıf olan üretici güçlerin geliştirilmesine ve demokratik halk iktidarının parça parça kurulmasına işaret eder.
KP cephe veya genel olarak halkın birliğine kendi isteğine göre, kafasına estiği gibi yaklaşamaz; onun görevi devrimi geliştirmek üzere bunun siyasetine karar vermektir. Dolayısıyla daima objektif olmakla yükümlüdür. Aksi bir tutum devrim hedefinden, iddiasından sapmanın ve uzaklaşmanın göstergesi olur. Bu da başka sınıf veya katmanların peşi sıra sürüklenmekle açıklanabilir bir sonuçtur.
Taktik birlikler ise devrimin üç stratejik silahına bağlı olarak, bunların gelişmesine hizmet etmek üzere ele alınmalıdır. Burada da objektif şartlara, yani kitle hareketinin ve bu hareketin kaynağı olan çelişkilerin niteliği esastır. Bunlara bağlı olarak saptanan politikaların devamında taktik birlikler şekillendirilir. Burjuva demokrasisine dahi ulaşamamış bizim gibi yarı feodal, yarı sömürge ülkelerde taktik politikalar kitlelerin en geniş anlamda demokrasinin gereklerini yerine getirmeleri ve bu bağlamda sistemden, yani faşizmden kopmaları için belirlenip geliştirilmelidir.
Bu temelde eylem birliklerinin örgütlenmesi, dost güçlerle ve geniş kitlelerle buluşulması, çeşitli sınıf ve katmanların örgütlenmesi, tarafsızlaştırılması ve düşman güçlerinin zayıflatılması temel politik hedeflerimizden biridir. Faşist kurumların, yasaların, ideolojinin yıkılması, politik özgürlüklerin gerçekleştirilmesi bu hedefe uygun görevlerdir. Eylem birliklerini de genelde bu eksende tanımlarken “ajitasyon ve propagandada serbestlik, eylemde birlik” ilkesiyle donanmış bu birlikleri faşizme karşı savaşın bir parçası olarak görmekteyiz. Çizgisi, niteliği, misyonu ve sınırları belli olan bu birlikleri reddetmeyeceğimiz gibi kurmak ve geliştirmekten de imtina etmeyiz.
Oysa halihazırda eylem birlikleri yer yer kendi misyonunu aşan ve ilkelerden, taktik birliklere ilişkin bağlam ve misyondan koparılan bir zeminde vuku bulmaktadır. En nihayetinde burjuva parlamentarizmine demir atan ve bu düzlemdeki savruluşları meşrulaştıran bir karaktere dönüşmüştür. Öyle ki devrim ve demokrasi mücadelesindeki muğlak anlayış ve tutumlar taktik politika adı altında gerçekleşmekte; ama bunlar sisteme karşı sinek gücünü aşamamaktadır. Bu gücü geliştirmenin tek yolu olmuştur: kitle hareketi içinde olmak, bu hareketin çelişkilerinden hareketle taktikler belirlemek. Devrim gerçek bir ihtiyaç olarak kendini orada var etmektedir, bundan uzak kafalarda değil!
Bunlar ışığında burjuva, küçük burjuva akım ve düzen partilerinin birlik, ittifak tartışmalarına göz atmak yerinde olacaktır.
VARLIĞIMIZ EFENDİLERİMİZİN BİZE ARMAĞANIDIR!
Türk egemen sınıflarının zayıf ve bağımlı sermayesinden doğan kaçınılmaz ekonomik ve siyasal kriz her geçen gün halkın omuzlarındaki yükü büyütmektedir. Vergilerle, temel ihtiyaç maddelerine yapılan zamlarla ve gelirlerdeki gerilemelerle somutlaşan bu yük krizin çözümü olarak artırılmaktadır. Emperyalist merkezlerin bugüne dek özellikle yarı sömürgelere ikame ederek “çözdükleri” kriz sorunu karşısında fena sıkıştıkları aşikardır. Bu durumun bizim gibi ülkelerde daha sarsıcı etkiler yarattığı, halkı daha fazla açlığa, yoksulluğa ve sefalete sürüklediği görülmektedir. Her ne kadar AKP hükümeti iktidarı boyunca emperyalist efendilerinin haylaz çocuğu olarak, emperyalist politikalara uyum ve Türk komprador burjuvazisi ve toprak ağalarını palazlandırmada TC tarihinin en başarılı iktidarlarından biri olsa da ekonomik ve siyasal kriz karşısında beli bükülmüş ve bükülmektedir.
Geniş bir ittifakın ürünü olarak Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) eş başkanı olarak pazarlanan, emperyalist efendilerinin “yürü ya kulum” dediği AKP hükümeti zaman içerisinde iç çatışmalarla, dünya ölçeğindeki ekonomik krizin de katkısıyla sürekli irtifa kaybetmektedir. Bu koşullarda her gerici iktidar odağının yaptığı gibi çıkış yolunu halka ve tüm muhalif güçlere pervasızca saldırmakta, özel olarak da şoven sulara demir atmakta, yeni ittifaklarla yerini tahkim etmekte bulmuştur. Özetle kısmen de olsa demokrat olan herkesin inkâr edemeyeceği bir azılı faşist güruh yönetimdedir! AKP, MHP ve BBP ile bir araya gelerek Cumhur İttifakı’nı kurmuş ve “seçilerek” emperyalist efendilerine hizmete ve temsilcisi olduğu kompradorları palazlandırmaya devam etmiştir. Bu süreç boyunca Cumhur İttifakı’nın attığı her adım onun halkla arasındaki uyumsuzluğu derinleştirmiştir. Haliyle krizin üstesinden gelmek bir yanda dursun, zaman kazanarak varlığını sürdürme siyaseti bu sürecin en belirgin özelliği olmuştur. Batan gemiden kaçanlar, ittifakın yarıklarından düşenler, özeleştiri mekanizmasına “disiplinsizce” başvuranlar siyaset sahnesinde boy göstermekteler. Cumhur İttifakı’nın doğuşunda AKP iktidarını sağlamlaştırmayı, MHP çatlaklarını onarmayı, BBP ise iktidara yaslanarak palazlanmayı hedeflerken mevcut durumun hiç de aynı seyirde ilerlemediği görülmektedir. Bu durum dağılmaya yüz tutmuş bir iktidar bloku imajı vermektedir.
Bu noktada emperyalist efendiler ve geniş bir koalisyonun ürünü olan AKP gözden düşerken CHP ve İYİP’in öncülük ettiği Millet İttifakı gözde bir pozisyon kazanıyor.
“Cumhurbaşkanlığı sistemini” ve AKP, MHP, BBP ittifakını doğuran süreç, beraberinde CHP ve İYİP öncülüğünde başka bir ittifakı yarattı: Millet ittifakı! Bu ittifak seçim yeterliliğine kavuşması için CHP’nin 15 millet vekilini istifa ettirerek İYİP’e geçirmesiyle başlamıştı. Sistem kliklerinin beslendiği olağan kaynaklar bu kez CHP ve İYİP şahsında Cumhur İttifakına karşı harekete geçirildi ve bunun için gerekli olanaklar sağlanarak bu ittifak yaratılmıştır. Millet ittifakı aynı pragmatizm ve omurgasızlıkla Kemalizm diye adlandırılan kodlara “güçlü dönüşü” muştulayan bir propaganda ile “sistemin devamı için” gerçek bir aday durumuna gelmiştir. Sistem içi her ittifak veya birlik gibi o da faşist sistemin bekasını kendi iktidarları altında sağlamayı hedeflerken emperyalist efendilerine ve onların uşakları kompradorlara sermayelerini koruma garantisini vermek zorundadır. AKP’nin tam da bu güvenceden sorumlu bir aygıt olarak muhalefete saldırdığını da görüyoruz. Sistemin olanaklarına dayanan her parti bu güvencenin sorumlusu olmaya aday olmaktan başka bir şey olamaz, olamamaktadır.
Elbette sistem partilerinin de kendi içlerinde temsil ettiği klikler vardır. Bu kliklerin temsiliyetlerini sağladıkları oranda iktidardan daha fazla nemalanma olanağına da sahip olurlar. Bu tür ittifakların esas dayanakları aynı olmakla birlikte farklı olmadıkları söylenemez. En nihayetinde biliyoruz ki, her iktidar, koalisyon ya da ittifak miadını doldurduğunda yerine emperyalistler ve uşaklarının ihtiyaçlarını karşılayacak yeni iktidarlar gündeme gelir. Mevcut gelişmeler ve ittifaklar da bu sürecin parçasıdırlar.
TC iktidarlarının en belirgin özelliklerinden biri de halkın açlığını, yoksulluğunu, genel olarak yaşamsal sorunlarını dillerine pelesenk ederek “halkçı”, “özgürlükçü” söylemlere başvurmalarıdır. AKP ilk döneminde olabildiğince “liberal”, “özgürlükçü” ve “halkçı” söylem ve politikalara dayanıyordu; şimdi Millet İttifakı’nın demir attığı siyaset bu eksendedir! Millet İttifakı’nın da emperyalizme bağlılık, devletin bekası ve halka düşmanlıkta Cumhur İttifakı’ndan aşağı kalır olmadığı önceki dönemlerde bulundukları iktidar ve koalisyon ortaklıklarından bariz şekilde görülebileceği gibi Türkiye tarihi boyunca TC iktidarlarının analizinden de görülebilir.
HASAT YAPILAMAYAN TARLA: HDP VE SEÇİMLER
Krizin etkisiyle Türkiye halkının hoşnutsuzluklarının arttığı ve yeni arayışlara, alternatiflere yöneldiği herkes tarafından saptanan bir olgu. Sistem partileri bu arayışları doğal olarak sisteme yedeklemeye çalışmaktalar. HDP’nin dahil edilebileceği bir seçim denklemi kurmak görevi onları zorlamaktadır. Esas olarak Kürt düşmanlığında somutlaşan şoven tutumlarıyla HDP ile ortaklık kurmak arasında sıkışmaktadırlar. Tüm uzlaşmacılığına rağmen HDP’yi “demokrasi arenasına” sığdıramamaktalar! Demokratik siyasetin baştan güdük demokrasi arenasında zor bir iş olduğu anlaşılıyor: Arenanın kapısı HDP’ye bazen aralansa da açılmamaktadır.
Bu durum karşısında talihsiz kaygılarını ve hezeyanlarını seslendirdikten sonra, kapanan kapıları da açacağı umuduyla, “farklı” dinamiklerle ittifaka yönelen HDP çeşitli küçük burjuva, reformist hareketlerin sistem içi eğilimlerine büyük ortak olarak demir atmıştır. Bu durum esas olarak Kürt milli burjuvazisinin ve küçük toprak ağalarının temsilcisi HDP ile küçük burjuva, reformist yapıların yeni bir ittifak oluşturmalarını sağlamıştır. Hepsi nihayet aynı kapıya çıkan bir yol daha “demokrasi ittifakı” adıyla kamuoyuna lanse edilmiştir. Her ne kadar demokrasi yanlısı güçlerin yan yana geldiği bir ittifak söz konusu olsa da, HDP Eş Başkanı Pervin Buldan’ın ittifak öncesindeki açıklamaları bu birliğin, demokrasi arayışından ziyade sistem içi bloka yedeklenememenin sonucu bir hamle olduğunu göstermektedir. Kendisini faşist blokla aynı denklemde ele alan diğerlerini 1. ve 2., kendilerini ise 3. Yol olarak nitelendiren bir yaklaşımın ilkelerini, konumunu, tutumunu değerlendirmek gerekmektedir.
Bu ilkeler, konumlanma ve tutum açısından belirsizliklerle doludur. Buna rağmen hangi limana demir atıldığı bellidir. Faşist ittifaklar karşısındaki siyasal konum muğlaklığını koruyor. Burada bir handikapın olduğu bilinmektedir. Bir faşist iktidarı devirmek ile faşist bir ittifaktan medet ummak veya kendine duyulan ihtiyacın farkında olup karşılık bulamamak handikap değilse nedir?! 7’li ittifak bu handikapla iç içe var olmuş ve sürmektedir. İnkâr edilemez bu gerçeğin gölgesi ittifak üyelerinin üzerindedir.
Çeşitli tutarsızlıklara sahip 7’li ittifak (3. Yol) faşist kliklerle arasındaki mesafeyi belirsiz bırakan HDP’nin büyük ortaklığında özellikle CHP ve İYİP’in öncülük ettiği Millet İttifakı’yla uzlaşma olanağı sayesinde sistem içinde denge siyasetine demirlenen bir çizgi ve anlayışla şekillenmektedir. Sınıf karakteri gereği HDP bu bağlamda kendisi açısından “olabilirler” yaratırken Demokrasi İttifakının diğer bileşenlerinin durumu bu denklemde içler acısıdır. HDP Kürt halkını, demokrat güçleri peşine takarak sistem içi denge siyasetinin bir parçası haline getirmektedir.
Demokrasi İttifakı’nın bir kısım bileşeninin geçmişten bugüne benimsediği siyaset esasen parlamenter mücadeleye dayalıyken, bir kısmı ise devrimci dinamiklere sahiptir. AKP-MHP karşıtlığı üzerinden şekillenen muhalif ittifak ise devrimci dinamikleri törpüleme işlevi görmektedir. Devlet karşıtı bir siyasetin yaratılmadığı, dolayısıyla sistemi iyileştirmenin ötesine gidemeyecek bir zeminde hayata geçirilen ittifakı “seçimde birlik” olarak tanımlamak abartılı olmayacaktır. Haliyle bütün bileşen reformist bir siyasal çizgi üzerindedir. Yadsınan devrimciliğin iz düşümü bu birliğin üzerindedir.
HER ŞEYLE, HERKESLE, NE PAHASINA OLURSA OLSUN!
Demokrasi İttifakı içerisinde ayrıca değerlendirmeye tabi tutulması gereken bir başka anlayış ise her şeyle, herkesle, nasıl olduğuna bakılmaksızın aranan birlik anlayışıdır. Sosyalist Meclisler Federasyonu bu noktada belirgin bir siyaset izlemektedir. Diğer bileşenlerin tanımlamaları ile kendi tanımları arasındaki farklı anlayışlarını olduğu gibi ele vermektedir. Farklı telden çalıp da aynı ezgide birleşmek siyaseti diyebiliriz buna. Sorumluluklar, hedefler, ilkeler başka söylüyor, SMF’de politika başka…
SMF’nin kendisine biçtiği misyonu, ideolojik konumunu ve MLM ilkelere dayandırdığı birlik anlayışını Demokrasi İttifakı’nda görmekteyiz. Bu sebeple kısa da olsa değinmek yerinde olacaktır.
HDP, genel siyasal çizgisi ve sınıf karakteri bakımından sisteme alternatif bir çizgi üretemeyeceği gibi mevcut ideolojik yapısı onu var olandan faydalanmaya yönlendirmektedir. Dolayısıyla HDP’nin geliştirdiği ve geliştireceği siyaset sistemi iyileştirmek, sistemle köklü bir bağ geliştirerek Kürt milli burjuvazisi ve toprak ağalarının çıkarlarını gerçekleştirmek olmaktadır.
Programatik ve stratejik görüşleri bakımından devrimi hedefleyen bir yapının liberal ve reformist çizgilerle kurduğu bağların bu görünen yüzü şaşırtıcıdır. Yönelimini devrimci gıda ve realiteden almayan, döneme göre karakter değiştiren, silahlı reformizmin ürünü bir anlayışla şekillenmiş ulusal çizginin legal siyaset arenası SMF’yi ilkelerinden koparmış görünmektedir. Zira liberal ideolojik konum devrimci mücadeleden köklü kopuşun kaynağıdır ve bu devrimci mücadeleye yabancılaşmanın ta kendisidir. Dolayısıyla sistem içerisine demir atmanın güçlendiği, sistem içiliğe teorik kılıfların yaratıldığı bir yaklaşım ve sürükleniş görmekteyiz. Bu bariz durumun birlik tartışmalarındaki “biz öyle görmüyoruz,” “biz taktik olarak ele alıyoruz” şeklinde açıklanması ideolojik sapmaya işaret eder ve devrimci taktik ve birlik anlayışından uzaklaşıldığını gösterir.
GİDE GİDE USANDIRAN YOL
Geniş halk yığınlarının boyutlanan ekonomik krizle yoksulluğa, açlığa sürüklendiği, sefaletle boğuştuğu bir dönemde alternatif oluşturulabildiğinde devrimci dinamiğin harekete geçmesi işten bile değildir. Dolayısıyla her politika, taktik, örgütlenme halk kitlelerinin sorunları ve çelişkilerine yaslanarak halkı sistemden koparmayı hedefleyen bir çizgide gelişmelidir. Bu minvalde, bütün siyasal süreçler, gelişmeler devrim hedefine yöneltilmeli, bunun için de tüm çalışmalara aynı hedefi geliştirecek muhteva kılavuzluk etmelidir.
Karşımızdaki tabloda, halkın umutları, sefaleti ve yoksulluğu seçim tartışmalarına indirgenerek sistem içerisine hapsedilmektedir. “AKP gitsin de….”, “tek adam diktatörlüğü bitsin de…” şeklindeki propaganda faşist diktatörlüğün niteliğini kavramaktan uzak olup, egemenlerin çarpışmasında bloklardan birinin ötelenip, diğer bloğun olumlandığı bir iradesizliği temsil etmektedir.
İşçi sınıfı ve başta Kürt ulusu olmak üzere ezilen ulus ve inançlar üzerinde yoğun bir baskı ve saldırı furyası estirilirken bu iradesizlik kabul edilemezdir. Egemenler halkın haklı ve meşru taleplerini boğmak için giriştikleri yarışta “halkın rızasını” alarak, faşist diktatörlüğe soluk boruları açmaktalar. Faşist ittifaklar yukarıda açıkladığımız üzere temsil ettikleri unsurların çıkarlarını halkın acıları, umutları ve yoksulluğuyla harmanlayarak karşılık yaratmaya çalışırlarken, bir diğer ittifak olan 3. Yol halkın çıkarlarını temsil eden bir program ve anlayış geliştirmekten uzak bir tutumla yol almaktadır. Haliyle faşizme karşı büyüyen öfke ve tepki seçimlerle sisteme yeniden kanalize edilecek, halk bir dolgu malzemesi olarak kullanılacaktır.
Devletin yapısını, bu yapıyı meydana getiren klikler ve bu kliklerin sistem partileri nezdindeki temsiliyetlerini, çatışmaların sınıf karakterini ve siyasal muhtevasını ihmal edenlerin seçimlerin hangi zemine oturduğunu ve bu zeminle tam uyumsuz olan halkın çıkarları ve taleplerini kavramaları mümkün değildir. Dönemsel ve siyasal gelişmelere paralel olarak seçimi bir araç olarak kullanmak elbette gündeme gelebilir ve bu minvalde adımlar devrimci siyasetin bir parçası olarak atılabilir. Zira sorun seçim endeksli bir tartışmadan ziyade bu siyaset ve birliklerin niteliğidir.
Biriken öfke ve tepkiyle, açlık, yoksulluk ve sefaletle boğuşan örgütsüz bir halk gerçekliğiyle yüz yüzeyiz. Halkın çaresizce yeniden sisteme yedeklenmesi karşısında egemenler arası mücadeleye yedeklenmeden, işçi sınıfı ve ezilen halkı örgütleyerek sistemden kopuşu güçlendirmeli, Halk Savaşının mevzilerini inşa etmeliyiz.