[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle”]
Dünya sigorta tekellerinden Allianz’ın şirketleri uyarmak için hazırladığı “Yaşam Pahalılığı Krizi ve Sivil Huzursuzluk” başlıklı raporda şu başlıklar öne çıkıyordu: “Sivil huzursuzluk birçok şirket için terörizmden daha tehlikeli; Covid-19’un artçı sarsıntıları, yaşam maliyeti krizi ve ideolojik değişimler nedeniyle toplumsal huzursuzluk vakaları sürecek; orta gelirli ülkelerdeki risk yükselecek; işletmeler tetikte olmaya devam etmeli, işe ve mülke zarar verme potansiyeline karşı gerilimi önleyen ve müdahale eden yollar belirlenmeli…”*
Allianz’ın şirketlere yaptığı uyarı, dünya kapitalizminin içinde bulunduğu durumun da özeti niteliğinde. Dünyada Rusya-Ukrayna savaşının etkileri sürerken açık ya da gizli bir biçimde küresel sermaye savaşları ekonomik bir belirsizlik olarak kendini göstermeye devam ediyor. Rusya, 104 yıl sonra ilk kez bir borç ödemesinde temerrüde düştü. Ülkenin yaklaşık 100 milyon dolarlık 27 Mayıs vadeli iki eurobond kupon ödemesinde 1 aylık ek süre doldu ve bu ödemeler için temerrüt ilan edildi. Rusya son kez dış borcunu ödeyemediğinde yıl 1918 idi ve Lenin önderliğindeki Ekim Devrimi, Rus imparatorluğundan kalan borçları ödemeyi reddetmişti. Kimi yazarların üçüncü büyük buhran olarak (birincisi; 1873-1896, ikincisi; 1929-1945) nitelendirdiği günümüz ekonomik krizine dair sıklıkla Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı yıllarına atıf yapılması da bir benzerliğe işaret ediyor. Aslında Ekim Devrimi ve onun dış borçlara dair tutumu, bu benzer koşullara dair müdahale ve çözümü içermesi bakımından da bir manidarlık taşıyor.
Şirketler cephesinde korkular depreşirken işçi sınıfı ve halk nezdinde de dünya çapında işaretler kendini gösteriyor. Sadece mayıs ve haziran aylarında İtalya, İspanya, Belçika, İngiltere, Sri Lanka, Fransa, Almanya, Güney Kore, Tunus, Hindistan, İskoçya, İsrail, Kanada, Portekiz, Arjantin, Yeni Zelanda, İran, Sudan, Yunanistan ve birçok ülkede büyük çaplı grev ve yürüyüşler gerçekleşti. Yine başka birçok ülkede daha lokal bir biçimde irili ufaklı yüzlerce eylem kendini gösterdi. Bu grev ve eylemler ulaşım, sağlık, demir-çelik, enerji, maden, inşaat gibi iş kolu çeşitlilikleri gösterirken grev ve eylem sebepleri ise enflasyon karşısında eriyen ücretler, hayat pahalılığı, çalışma şartları ve çalışma süreleri, toplu sözleşmelerin tıkanması, işten çıkarmalar, akaryakıt fiyatları olarak ortaya çıktı. Yani grevlerin sebepleri tümüyle ekonomik ve sınıfsal sebeplerdi. Gelişmiş kapitalist ülkeleri içine alan bir grev ve eylem dalgası gelişme gösterirken yarı-sömürgeler için sınıfsal eşitsizlikler daha da keskin bir hal alıyor. Diğer yandan Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) faiz artışları yapması ve bilançosunu küçültmesi dünya çapında likiditeyi azaltarak komprador sermayeyi olumsuz etkileyecek şekilde döviz finansmanına erişmeyi de zorlaştırıyor.
Türkiye’deki komprador sermayenin, döviz sıkıntısı ve dibi gören Türk lirası gerçekliğinde benimsediği ihracata dayalı büyüme modeli son sınırlarına yaklaşmaya başladı. Emperyalist sermayeye göbekten bağlı Türkiye ekonomisi, uluslararası sermayenin yaşadığı her değişim ve sarsıntıdan daha büyük oranda etkileniyor. Döviz kuru yükseldikçe Türkiye’de üretilen artı-değerin büyük kısmı yabancı sermayeye aktarılıyor. İhracat rakamları övünçle ortaya konulurken ithalat rakamları ise sessizlikle geçiştiriliyor. İhracat yapan firmalar, dövizle hammadde ve ara malı ithalatı yapmak zorunda olduğu gibi elde ettikleri dövizin yüzde 40’ını da Merkez Bankası’na satmak zorundalar. İhracatçı firmalar nezdinde her ne kadar yüzde 250-300’lere ulaşan kârlardan bahsedilse de gerçekte emperyalist sermaye kazanıyor. Kompradorlar ise ileride karşılaşacakları daha ciddi sorunları ötelemeye çalışıyor.
Sadece nisan ayında, yabancıların Türkiye’deki sabit sermaye yatırımlarında net 124 milyon dolarlık bir tasfiye yaşandığı belirtiliyor. Daha önce de vurguladığımız gibi ihracatçı firmalarda dahi bir üretim yavaşlaması ve küçülme eğilimi kendini gösteriyor. Yüksek işsizlik rakamlarına rağmen özellikle ihracatçı sektörlerde benimsenen “düşük ücret-yüksek istihdam” politikası bu durumda tıkanmaya gidiyor. Hükümetin TÜSİAD’la arasındaki tartışmaların hızlanması da bu durumun bir sonucu olarak görülebilir. Kapitalist mantıkla, döviz finansman krizine karşı Merkez Bankası’nın faizleri artırması beklenirken Erdoğan ise daha da düşürmekten bahsediyor. Hâkim sınıfların farklı kesimleri arasında derinleşen bu çelişkilerde hükümetin seçim politikası belirleyici oluyor.
2022 asgari ücret politikası, asıl yıkıcı etkisini asgari ücretin üstünde ücret alan işçiler üzerinde göstermiş ve milli gelir içerisinde toplamda emeğin payı görülmedik oranda aşağı çekilmişti. Hükümet, benimsediği ekonomi politikasıyla 2023 seçimlerine gitmeyi ve bu arada seçim öncesinde bazı toplumsal rüşvetlerle seçimleri manipüle etmeyi hesaplıyordu. Ancak dünya çapında hızlanan ekonomik süreçler evdeki hesabın çarşıya uymadığı bir tabloyu ortaya çıkardı. Hükümetin elinde asgari ücret ara zammı, emekliye zam, EYT, 3600 ek gösterge, sözleşmeliye kadro gibi ekonomik taktikler bulunsa da bunların hem ekonomik olarak ne oranda karşılanabileceği hem de geniş halk kitlelerini memnun edip etmeyeceği belirsizliğini koruyor.
Ülkede işçi ücretleri, en alt seviyelerde; açlık sınırında sabitlenirken büyük, orta ve küçük sermaye arasındaki gerilimler de artıyor. Ekonominin ve demokrasinin dayanağı olarak gösterilen “ara sınıflar” hızlı bir biçimde krizin içine sürüklenirken bir tarafında komprador-bürokrat sınıfların diğer tarafında işçi sınıfı ve yoksul emekçilerin bulunduğu toplumsal ayrışma daha da belirginleşiyor. İşçi ücretlerindeki kötü tabloya paralel özellikle mazot, gübre gibi girdi fiyatlarındaki olağanüstü artışla beraber yoksul köylüler ve tarımsal üreticilerin durumu da keskinleşen çelişkilere işaret ediyor. Aynı dünyada olduğu gibi ülkemizde de her alanda sınıfsal çelişkiler açık bir biçimde kendini gösteriyor. Fakat işçi sınıfı ve tüm halk kesimleri için kapitalist-emperyalist ülkelerdeki gibi bir grev ya da eylem dalgasından bahsetmek mümkün değil. Böyle bir dalganın ya da toplamda sınıf mücadelesinin yükseliş ve inişlerinin, her ülkenin özgün koşullarına bağlı olduğunu biliyoruz. Bu anlamda hiçbir zaman idealist, kendiliğindenci tespit ve beklentiler içerisinde olmamalıyız. Ancak objektif koşulların sunduğu keskin ekonomik-sınıfsal çelişkiler de ortadadır.
Ülkemiz işçi sınıfı ve emekçi halkı üzerinde, devlet baskısının yanı sıra aynı sömürü amacına hizmet eden ve bunu bugünden uygulayan düzen muhalefetinin manipülasyonu önemli bir etkendir. Fakat objektif koşullara öznel müdahalenin yani devrimci bir etkinin güçsüzlüğü temel problem olarak görülmelidir. Örneğin, ülkemizde fiili baskı ve engelleri bir yana bırakalım yasalar neticesinde de işçilerin sendikalaşma, toplu sözleşme ve grev hakkı gerçekte ellerinden alınmıştır. Ülke işkolu barajı, patronların çoğunluk tespitine itiraz hakkı, yıllarca süren mahkemeler, yasal grevlerin imkansızlaştırılması veya yasaklanması gibi onlarca yasal engel, bırakalım devrimci bir işçi hareketi yaratmayı sendikal örgütlenmeyi bile engelleyen en önemli nedenler arasındadır. Bu durumda doğal olarak faşist yasalarla sınırlı kalmayan fiili-meşru mücadelelerin yükseltilmesi; işçi sınıfının birliğinden, örgütlülüğünden ve en önemlisi üretimden gelen gücünün açığa çıkarılması gerekmektedir. Buna karşı mücadeleyi yükseltmesi “beklenen” sendikalar büyük oranda iş birlikçi ve sarı-bürokrat konumdadır.
Asıl devrimci öznelerin ise sınıfla bağları, sınıf içindeki çalışmaları en alt düzeylerde; sınıfın bütününe etki edecek bir düzeyden uzak durumdadır. Sonuçlarından bağımsız olarak 2022’nin ilk üç ayındaki fiili grevler ve yakın zamanda Ağaç A.Ş. ile Smart Solar işçilerinin fiili grev ve eylemleri, aslında işçi sınıfında izlenmesi gereken çizgiyi de göstermiş oldu. Sarı-bürokrat sendikaların kontrolü dışında bir sınıf hareketi yaratma ya da sendikal bürokrasiye karşı etkili mücadeleler geliştirmenin yolu da bu fiili-meşru mücadele çizgisinden ve sınıfın üretimden gelen gücünün açığa çıkarılmasından geçmektedir. İşte geliştirilmesi ve önderlik edilmesi gereken de bu çizgidir. Bu bir sınıf çizgisi ve aynı zamanda kitle çizgisidir. Aynı kitle çizgisi, kendi özgün koşullarının analizi üzerinden birçok sınıfsal ve toplumsal çelişkide de hayat geçirilmek zorundadır. Bunu başardığımız oranda nesnel koşullar karşısındaki öznel rolümüzü daha iyi yerine getirecek ve devrimci çalışmayı gerçek ayakları üzerinde; sınıfsal çelişkiler temelinde yaşama geçirebileceğiz.
*“Kusursuz bir hoşnutsuzluk fırtınasına hazır olun”, Bahadır Özgür, Birgün, 23.06.2022