Rus emperyalizminin Ukrayna işgali, emperyalist savaş kışkırtıcılığında yeni bir durumun oluşmasına neden olmuştur. Bu işgal, ABD ve NATO’nun Rusya ile olan çelişkilerinin hem bir sonucu hem de bu çelişkilerin daha fazla tırmanmasının bir nedeni olmuştur. ABD emperyalizmi, “Batı emperyalist bloku” içindeki çelişkileri ve tartışmalı hale gelen önderlik-jandarmalık rolünü lehine olacak şekilde konsolide etme sürecine adeta ivme katmıştır. Bir bütün kıta Avrupası şimdi güvenlik sorununu daha geniş çerçevede ve daha fazla önceleyerek ele alan bir şekillenişe girmiştir. Bu durum saflaşmayı belirginleştirme eğilimini de güçlendirmiştir.
Rus emperyalizminin Ukrayna işgali, ilk olarak NATO sınırlarının genişletilmesini hızla gündeme getirmiştir. Rusya’ya yönelik ekonomik-politik yaptırımlar sürekli ve tırmanarak hayata geçerken, Rusya temkinli ve acele etmeksizin Ukrayna’nın tüm siyasi haritasını fiilen değiştirmektedir. Donbass ve Kırım sınırlarını genişletmeye, Ukrayna’nın Karadeniz bağlantısını koparmaya yönelik adımları sürece yayarak hayata geçirmektedir. NATO sınırlarının genişletilmesi ise Kuzey-Batı’da İsveç ve Finlandiya’nın üyelik başvurusu ile tartışmaya açılmıştır. Bu iki ülkenin katılımıyla sağlanacak genişlemeyi, Türkiye’de bir fırsata çevirerek fiili işgal ile güney-doğu hattında sağlamaya çalışmaktadır.
Peki nasıl? Elbette Kürt düşmanlığına dayalı politikayla. Faşist diktatörlük, Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliğine “PKK, YPG, PYD” destekçiliği ve aranan kişilerin iade talebini reddetmesini gerekçe göstererek üst perdeden itiraz etti. Tayyip Erdoğan bilindik, o içi boş “iddialı” retoriği kullanmaktan da geri durmadı: “Tayyip Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti’nin başında olduğu sürece, teröre destek veren ülkelerin kesinlikle NATO’ya girmesine biz ‘evet’ diyemeyiz” (29 Mayıs, Azerbaycan dönüşü açıklaması). Yakın tarihte Rahip Brunson ve Deniz Yücel için de böylesi iddialı açıklamalar sonrası uşağı olduğu ABD ve Alman emperyalistleri bastırınca geri adım atmak zorunda kaldığını anımsatmakta fayda var.
Ancak asıl mesele faşist diktatörlüğün NATO sınırlarının genişlemesi meselesini Kürt düşmanlığına tahvil etmesi ve Rojava işgalini genişletme zeminine çekmesidir. Süreç bu eksende içerde ve dışarda bir kampanyaya dönüşmüştür. Rojava’nın doğusunda “güvenliği sağlamak” için 30 km içeriye doğru işgali gerçekleştirerek 1 milyon Suriyeli sığınmacının bu bölgelere yerleştirileceği ve böylece “vatanlarına” dönüşlerinin sağlanacağı propaganda edilmektedir. Ümit Özdağ’ın bilerek ve esasen danışıklı tırmandırdığı ve AKP-MHP ile adeta bir kayıkçı kavgası eşliğinde sürdürdüğü “mülteci düşmanlığı” şıpınişi NATO üyelik tartışmasına ve buna içkin şekilde Suriyeli göçmenlerin geri gönderilmesi “projesine” ve sonuçta da işgal hevesinin körüklenmesine, Kürt ulusal direnişine karşı düşmanlığa dönüştürülmüştür. Böylece bir taşla hem şoven histeriyi tırmandırmayı hem de şoven dalgayı Kürt düşmanlığıyla yükseltmeyi amaçlamıştır.
Ancak mesele şovenizm dalgasıyla kitlelerin yönetilmeye çalışılmasından ötedir. Faşist diktatörlük Finlandiya ve İsveç’in NATO için üyelik başvurusunu açık bir biçimde “pazarlık” konusu yapmıştır. Bu Türk devlet geleneğinin bir rutinidir. 2003’te ABD’nin Irak işgali sürecinde talep edilen hibeler ve düşük faizli krediler, işgalde alacağı konum üzerine yapılan pazarlık yöntemi ile tarihe “at pazarlığı” olarak kaydedildi. Yine özellikle konunun hassasiyeti, doğuracağı sorunlar ve NATO güçleri ve klikleri arasında oluşan çelişkilerin bir uzantısı olarak TC sorunu açık bir pazarlık unsuruna çevirmiştir. Rusya’nın bu genişleme karşısında nasıl bir reaksiyon göstereceği batılı emperyalistler için kestirilebilir değildir. Tırmanan ve büyüyen savaş kışkırtıcılığının bu hamleyle daha da kapsamlı hale geleceği açıktır. Özellikle Rusya’nın sınır komşusu olan Finlandiya’nın NATO üyeliği, Rusya’nın Ukrayna işgalinin gerekçelerinden birisidir. Bu durum hiç kuşkusuz NATO’nun kolay bir karar vermesine engeldir. Bu da meselenin NATO bileşeni emperyalist devletler arasındaki gerginliğin yeni bir parçası olmasını getirmektedir. Çözümü kolay olmadıkça gerginlik de NATO’nun güvenilirliği de olumsuz yönde ilerleyecektir.
Bu zorlu mesele karşısında TC’nin pazarlıklı konumlanışı NATO’nun iç çelişkilerinin yoğunluğuna da işaret etmektedir. TC bir yanıyla bu çelişkiye dayanarak pazarlık gücü oluşturmaktadır. Bu pazarlığı ise Rojava işgaliyle birlikte NATO sınırlarını genişletmeye götürecek bir hamleyle yapmaktadır. Zira şunu biliyoruz ki TC, NATO ve özelde ABD desteği olmaksızın Suriye ve Rojava’da bir karış toprağı askeri-ekonomik anlamda işgal edecek güce, olanağa sahip değildir. Ancak desteklendiğinde bu hareket onun için olanaklı hale gelmekte ve o ancak bu durumda bu yönde adımlar atabilmektedir. Faşist diktatörlük belirlenmiş sınırlar dahilinde, esas olarak ABD ile Rusya arasındaki çelişkiler uyarınca ve bunların bölgeye dair planları içinde hareket edebilmektedir.
NATO sınırlarının genişlemesini kendisi için varoluşsal bir sorun olarak gördüğü Kürt ulusunun ulusal haklarının gasp edilmesi, ulusal hareketin dağıtılması, bu sorunda kendi tercihlerinin belirleyici olması için pazarlık konusu haline getirmektedir. Kuşkusuz bu, pazarlığın en üst perdeden açılmasıdır. Nihayetinde NATO’lu emperyalistlerin ve bilhassa ABD’nin Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliği için alacakları tutumun kararlılık düzeyi TC’nin de konumlanışını belirleyecektir.
Rojava’daki TC işgalinin genişletilmesi talebinin dinamikleri bölgesel dengelerle ilintilidir. Kuşkusuz ABD ve Rusya arasında Ukrayna ile tırmanan gerginliğin bu bölgede yerinde sayacağını beklemek mümkün değildir. Özellikle ABD açısından Rusya’nın etki gücünün olduğu her yerde zayıflamasını içerecek hamleler beklenmelidir. Rojava ve Suriye’de TC’nin verili dengeyi değiştirme talebi, ABD açısından Rusya’nın başını ağrıttığı oranda işlevli, Rusya için ise TC’nin NATO-ABD ile çelişkileri kaşıdığı ve kendi hamleleri için olanak yarattığı oranda kabul edilebilirdir. Burada görülmesi gereken nokta emperyalistler için egemen ve daha güçlü olan TC’nin gerekirse Kürt düşmanlığı da beslenerek, Kürt ulusal kazanımları tehdit altına alınarak dayanılabilecek bir güç olmasıdır. Bu eksende TC emperyalistlerin çıkarlarına hizmet ettiği ölçüde gerçekleşecek Kürt düşmanlığında, katliamlarında, Kürt ulusal haklarının saldırıya uğramasında hiçbir sakınca görmemektedirler.
Bu bağlamda TC’nin NATO genişlemesini pazarlığa çeviren yaklaşımı, Kürt Ulusal Mücadelesine ve Kürt ulusuna yönelik işgalci, imhacı ve inkârcı bir saldırı niteliği taşımaktadır. Yürüttüğü pazarlığın NATO’nun kararlaştırdığı stratejik adımların önünde engel oluşturması ise olanaklı değildir. TC’nin buna ne gücü ne olanakları ne de emperyalizme göbekten bağlı çıkarları elvermektedir.
Ancak AKP-MHP blokunun bu vesileyle yürüttüğü şovenist kampanya ile politik olarak belli bir rahatlama yaratma hesabı açıktır. Zira ekonomik kriz içinde debelenen sistem, bunun halk içinde yarattığı çelişki ve yoğunlaşan öfke-tepki, yine CHP önderliğindeki muhalif faşist kliğin gün gün güç dengelerini oynatmaya yönelik attığı seri adımları bu gündemle manipüle etme olanağı söz konusudur. AKP-MHP kliğinin içinde bulunduğu ekonomik-siyasi kriz iklimi ve yönetmeye dair yaşadığı sorun bu şovenist dalgayla nispeten hafifletilmeye, yön değiştirilmeye çalışılmaktadır. Halkın yaşamsal düzeye gelen ekonomik-siyasi çelişkileri içinde, şovenizm ve işgal çığırtkanlığı bu vesileyle mümkün mertebe en etkili şekilde kullanılmaya çalışılacaktır.
Ancak hiper enflasyon, zengin ile yoksul arasındaki gelir farkının krizle birlikte daha da artması, her türlü hak arayışına yönelik pervasız faşist saldırganlık halk yığınlarının sürekli maruz kaldığı ve politize olduğu, bakış açısını tepki ve öfkeyle şekillendirdiği asıl gerçeklerdir. Halkın yaşamsal sorunları, politik ihtiyaçları ve hedeflerine kilitlenmiş bir genel siyasi çizgi ve devrimci çalışma ve aynı zamanda Kürt düşmanlığı başta olmak üzere şovenist kampanyaları hedefe koyan bir yoğunlaşma mücadelenin dinamiği olmak zorundadır. Unutulmamalıdır ki kitlelerin sisteme yönelmesi için sadece ekonomik kriz yeterli değildir aynı zamanda yoğun bir politik kriz gerçekliği de olmalıdır. Faşist diktatörlük bugün sürekli yoğunlaşan bir politik kriz içindedir. Bu politik kriz içinde devrimci çalışma ve devrimci yönelim olmaksızın kitlelerin doğru hedefe yönelmesi olanaklı değildir. Bunun eksik olduğu yerde bu politik kriz gerici kliklerin birbirini zayıflatmayı içeren ve kitleleri buna yönlendiren bir kaldıracına dönüşecektir. Halkın değişim talebini gerici kliklerin karşısında kesin ve kararlı bir devrimci tutum alarak karşılamakta ısrarcı olmalıyız. Halkın ihtiyacı ve çıkarı olan değişim faşist kliklerin yer değiştirmesi ya da bu yer değiştirme mücadelesinin bir parçası olmak değildir. Bu halkın öfke ve eyleminin, tepki ve hareketinin onu boğan, yok sayan ve yaşamsal ihtiyaçlardan koparan sisteme bağlanması demektir. Halkın öfkesini, eylemini, hareketini devrim için örgütlemek, devrime yönlendirmek en önemli güncel görevdir. Bu görevi karartan, sisteme yedeklemeye hizmet eden tüm politik tutumları belirginleştirerek, bunlarla aramıza kesin çizgiler çekmeye devam ediyoruz. Görevimiz halkın değişim isteyen çelişki ve hareketini incelemek, buna yaslanarak politik güce dönüştürmek ve bunda ısrarcı olmaktır.