Türk hakim sınıfları, Ortadoğu’da “Yeni Osmanlıcılıktan”, “Misak-ı Millî” sınırlarını güvence altına almaya odaklı siyasete yoğunlaşmış durumda. Ortadoğu politikasındaki “Yeni Osmanlıcılık” fantezisi, “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) eş başkanlığı, sonra “İslamcı ama laik rejim” ile model ülke ve daha sonra Arap baharının heyecanı ile Sünni Arap-Türk-Kürt ittifakının önderliği şeklinde bir silsile ile devam etti. Türk devletinin, yüzünü doğuya dönerek bölgede lider ülke olma hevesi kuşkusuz ABD emperyalizminin ajandasına uyum içerisinde ilerledi. Yumuşak güç ile başlayan süreç; batıya dönmüş yüzü ile AB politikalarına tam uyumluluk, emperyalist sermayeye tam bağımlılık, Ortadoğu’da ihtilaflı her meselede ara buluculuk ve hatta ABD’nin Ortadoğu elçiliği gibi çalışma ve de içerde Kürt meselesinde uzlaşmaya dayalı bir çözüm şeklinde içerik ve biçim buldu. Bu eksende “kardeşim Esat” politikası ve Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olarak her fotoğraf karesine girmeye çalışan “güleç yüzü” önemli semboller olarak anımsanmalıdır. Yine Ortadoğu hamlesinin bir gereği olarak, Kürt meselesinde, Kürt ulusunun rızasını almaya odaklanan ve içerdeki sorunu faşist sistemini değiştirmeden kısmı ulusal haklara razı etmeye dayalı bir “çözüm süreci” uzun bir süreç boyunca hayata geçti.
Ortadoğu’da Girilen Kriz, Küçülen Hedefler Ve Savrulmaktan Kurtulamama Halleri!
İşte bu “Osmanlıcılık” hülyaları ve hayali, Suriye’deki karmaşa ve devamında ortaya çıkan “vekalet savaşıyla” TC’nin eline geçirdiği eğri cetvelin çizdiği, yalpalayan çizgileri ortaya çıkardı. Faşizm, özellikle Suriye’de yaşanan iç karmaşa ve devamında çıkan savaş koşullarını Suriye rejiminin uzlaşmayla başkalaşım yerine, daha büyük bir kazanımla yıkılmasına ciddi bir yatırım gözüyle baktı ve yaklaştı. Ancak kısa sürede dayandığı “savaş ağaları” ve “çetelere” yapılan yatırımın “kediye yüklenmiş sermaye” olduğu anlaşıldı. Ancak egemenler, Suriye üzerindeki hesaplarını terk etmek yerine daha riskli ancak daha realist girişimleri sürdürdü. Selefi yapılar diğer bir deyişle “cihadist” hareketlerle ilişkisini derinlemesine ve “bilinen bir sır” olarak geliştirdi. Bu durumun gerçekliği, bu kesimlerin bu topraklarda dayandığı bir taban olmasından ve gerçekten bir güç olarak konumlanmasından kaynaklıdır. Riski ise emperyalizmin öngördüğü Ortadoğu sisteminde sadece kullanışlı aparatlar olmanın ötesinde rol verilmeyeceği gerçeğidir. Ancak faşist diktatörlük, bu kesimler üzerinden belli bölgelerde bir sistem kurulabileceğine ve yönetilebilir bir durum yaratacağına inanma “gafletine” düşmekten kurtulamamıştır.
Onu, bu ve öncesinden ve daha bir dizi meselede sürekli yanlışa yönelten etkenler ve yönlendirici çıkarlar söz konusudur. Faşist Kemalist diktatörlük, Suriye’yi Ortadoğu’ya açılmanın giriş kapısı görmüştür ve tanımlamıştır. Bu fırsatın kapıyı çaldığını ve bunu kaçırmamak gerektiğine büyük bir inançla bağlanmıştır. Türk hakim sınıflarının, Kürt ulusal meselesinin tarihsel eğiliminin “Kendi Kaderini Tayin Hakkı” ekseninde olacağını bildiği, gerekirse kısmı haklarla var olan faşist statükoyu esnetmeye dair gösterdiği emarelerde yine bu çıkarların yönlendirici etkisi altında şekillenmiştir. En azından Kürt meselesinin ayrılma eğilimini öteleyecek, erteleyecek bir “çözüm politikasını” örgütlemeye yönelmiştir.
Ancak hakim sınıflar kuşkusuz sadece Suriye ile ilgilenmemiştir. Irak ve tüm Sünni devletlerle ciddi ilişkiler geliştirmiş, her bir ülkeyle ve yer yer de halkıyla çeşitli ilişkilere odaklanmıştır. Ancak gelinen noktada Barzani üzerinden Kürt meselesine, Sünnilik üzerinden tüm bölgeye yönelik hegemonya kurma mücadelesi tam bir fiyaskoyla sonuçlanmıştır.
“Yeni Osmanlıcılık”tan, “Misak-ı Milli” sınırlarını korumaya evrilen çizgi aynı zamanda Ortadoğu’da izlediği politikanın fiyaskosudur. Türk devleti artık emperyalistler arasındaki gerginliğe dayanarak kendine alan açmaya çalışan, tüm odak noktasını Kürt kazanımlarının bölgesel ölçekte gerçekleşmemesine kilitleyen bir yönelimle, aslında daha doğru bir ifadeyle köşeye sıkışmış bir kedi gibi, iradesini kaybetmiş bir kendiliğindencilik hali içindedir. Bu durum özellikle Tayyip Erdoğan ve AKP’de cisimleşen kliğinin sıkışıklığı ve yönetme krizi içinde olmasından kaynaklı daha da derinleşmekte ve boyutlanmaktadır. Emperyalistler arası çelişkilere yönelik politikası ve yaklaşımı, kendi politikasını “elma şekeri” emperyalistleri ise “kandırılmaya hazır çocuk” muamelesinin ötesine gitmemektedir. Bu ilişkiler içinde belirleyen değil belirlenen, oyun kurucu değil oyun bozaya çalışmakla uğraşan olduğunu, aşılan her kırmızı çizgisi sonrası acı acı fark etmekte, ancak bunu yeniden yeniden denemekten geri durmamaktadır.
Ancak faşist diktatörlüğün en ciddi krizi Kürt meselesinde yaşanmaktadır. İç ve dış politikada keskinleştirip, sürekli bileylediği bir Şovenizmi Kürtlere topyekün saldırı politikasıyla temellendirmektedir. Bu durum Türk hakim sınıflarının bir bölüğünü geçici bir ittifak olarak en gerici, en çürümüş ve yozlaşmış bir blok oluşturmaya mahkum kılmıştır. MHP ve AKP’nin bugün en önemli paydaşlığı ve büyük uzlaşması Kürt politikasıdır. Bu durum toplumsal çelişkileri yönetmek açısından da önemli bir aygıt durumundadır.
Çaresizliğin Çaresi Olarak Kürt Düşmanlığı!
Devlet, özellikle Rojava’da oluşan Kürt ulusal kazanımları karşısında çaresiz çırpınmaktadır. Uzun süre Kürt hareketiyle yakaladığı uzlaşma görüşmeleri ekseninde, bir yandan Rojava’yı kendi çıkarları doğrultusunda şekillendireceği bir alana çevirmeye çalışırken, diğer yandan cihatçı güçlerin saldırılarını cesaretlendiren, onlara lojistik ve askeri takviye yaparak Kürtleri zayıflatma ve böylece kendine mahkum kılma siyaseti izlemiştir. Ancak ne Rojava’yı zayıf düşürmeyi başarmış ne de Kürt hareketini bölgedeki gerici egemenlik çizgisine ikna etmeyi. Yolunda gitmeyen işler Türk egemenlerini saldırgan, şovenist ve katliamcı çizgiye daha kararlı şekilde sürüklemiştir.
Egemen sınıflar Cizirê, Kobanê kantonlarına yönelik her ne kadar askeri saldırı planları yapsa da, ABD emperyalizmiyle olan ilişkiler ve buradan gelen koruma kalkanı karşısında söylemleri boşa giden tehditler olarak uzay boşluğuna savrulmuştur. Ancak, Efrin’i tecrit etme ve boğma siyasetini süreç boyunca örgütlemiştir. Özellikle İran ve Rusya ile geliştirdiği ilişkiler, teslim edilmesinde kolaylaştırıcı rol üstlenilen Halep, Hama karşılığında Fırat Kalkanı ile Rojava’nın kantonlarının birleşmesine bir set kurmuştur. Şimdi Efrin o bölgede TC için hedeflerinin bağrında saplanmış bir hançer gibi görülmektedir. Her ne kadar kendisinin de garantör olarak bulunduğu “cihadist” güçlerin elinde kalan yegane alan olan İdlib üzerinden kimi planlar yapıyor olsa da, gözünü Cerablusla-Efrin’in birleştirilerek kontrol edilmesine dikmiş durumdadır. Burada sağlayacağı başarı Kürt kazanımlarını aşındıracağı gibi, Şubat’ta gerçekleşecek Cenevre görüşmeleri öncesi Sünni-Arap kesimin temsiliyetini sağlayacak bir alan tutma peşindedir. Kendi sınırında böylesi tampon sayılacak alan, TC için şekillenecek yeni Suriye tartışmasında önemlidir. Kürtleri geriletmiş kendi alanını genişletmiş olacaktır. Böylece Cerablus ve İdlip arasındaki kopukluğu da kısmen gidermiş olacaktır.
Özellikle ABD ve Rus emperyalistlerinin egemenlik alanlarının tasnifinde, Efrin’in Rusya bölgesinde bulunması ve Ruslarla geliştirdikleri ilişkilere güvenerek güçlü bir askeri-politik hamle peşindedir. Bu eksende bu operasyonun gerçekleşmesi için ciddi pazarlıkların yapıldığı bir süreç aşılmış, 13 Ocak’tan itibaren Elazığ’da Tayyip Erdoğan tarafından “bir gece ansızın” nakaratı eşliğinde saldıracaklarının beyanı gelmiştir. Dün itibari ile de işgal operasyonu “Zeytin Dalı” kod adıyla “fiili” olarak başladı. Şüphesiz işgal operasyonunun nereye ve ne kadar uzanacağını belirleyecek olan tek başına Türk hakim sınıfları olmayacaktır.
Uzlaşma Ya da Savaş Parantezinde, Ulusal Hakların Gerçekleşmemesi Amacı!
Türk egemen sınıfları Kürdistan’ın herhangi bir parçasında oluşacak kazanımlara karşı düşmanlık siyasetini sürdürmeye devam edecektir. Onun Kürt barışındaki amacı ve hedefi de budur. Bugün aldığı saldırgan konumlanış da buradan kaynaklanmaktadır. Kürtlerin lehine olan koşullarda bir barış ve uzlaşma masası şu aşamada uzak durduğu bir tercihtir. Zira o koşullara geldiği takdirde dahi elinin daha güçlü olmasını istemektedir. Şuanda tüm gücünü ve olanaklarını, konsatrasyonunu ve dış politikasını Kürt kazanımlarının aşındırılmasına odaklamıştır. Ortadoğu’daki gelişmeler ve eğilimler onun “Misak-i Milli” sınırlarını koruyup koruyamayacağına dair endişelerini daha fazla arttırmaktadır. Bu korku ve endişe onun yönelimini etkileyen önemli bir faktördür. Her ne kadar “bölgeye” dair bölge liderliği eksenindeki “büyük söylemleri” hala dilinde düşürmese de ağrıyan dişine giden dilini saklayamamaktadır.
Kürtlere yönelik büyük saldırganlığı, aynı zamanda büyük bir şovenizm dalgası ve ciddi bir saldırı dalgasıyla eş güdümlü gitmektedir. Faşist diktatörlüğün bu savaş tamtamlı saldırgan politikasına karşı, geniş çaplı bir birliktelikle karşı durmak, bu saldırı politikasını hedefe oturtmak sürecin esas politik yönelimi haline getirilmelidir. Zira bu saldırgan dalga yerini daha “serin meltemlere” bıraksa dahi bölgesel dengeler ve ana parametreler esasta değişmeyecektir. TC’nin bu parametredeki esas duruşu buna uygun olacaktır. Bu gerçeğe göre şekillenmek ve Kürt kazanımlarına bugün açık olan, dün ve belki de yarın “örtülü” ve sinsi saldırıya karşı “Özgürce Ayrılma Hakkı”nın savunusunda geri durmamak önemlidir. Zira faşizmin Kürt ulusal meselesinde temel prensibi onun “Kendi Kaderini Tayin Hakkı”nı engellemektir. Tüm politikası bu prensip üzerinden şekillenmekte ve biçim bulmaktadır. Olası tüm aldatmacaya dair yumuşak politikalara karşı duruşta bu gerçeklik üzerinden şekillenmeli ve geniş kitleler sürekli bir şekilde uyanık kılınmalıdır.