[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Emperyalistler arasındaki rekabetin artmasıyla birlikte dünyada ekonomik krizin bir yansıması olan enflasyon da yükselmektedir. Krizi her bakımdan derinleştirmekte olan gelişmeler yarı sömürgelerdeki yaşam koşullarını ağırlaştırmaktadır. Ekonomik kapasitesi kötürüm haldeki Türkiye’de öteden beri yüksek olan enflasyonun daha da artmasıyla halk tahammül edilemez derecede yoksullaşmıştır. Artık temel ihtiyaç maddelerinde dahi alışveriş lüks haldedir. Yoksullar için dışarıda bir çay/kahve içmek bile hesap yapmayı gerektirirken araç sahipleri araçlarını kullanmaktan imtina eder duruma gelmiştir.
Yoksulluğun halkın beslenme, sağlık ve sosyal yaşamına yaptığı etkileri uzun uzun anlatmaya gerek yok. Herkes bunu yaşıyor ve görüyor. Baskılanma, kaygı ve belirsizlik en yoğun şekilde hissediliyor. Bu psikolojik yıpranmanın temelinde ekonomik nedenler ve sınıfsal bir nitelik var. Bugün toplumsal her tür ilişkide, hatta iki kişi arasındaki ilişkide de açık veya gizli bir biçimde, ekonomik-sınıfsal gerçeklerin etkisi çok belirgin. Sanal dünyadaki “mutluluğun sır kaşifleri” bile insan psikolojisinde ekonominin rolünü itiraf etmekteler. Gerçek olan budur. Parça parça sattığı emeği dışında sermayesi olmayanların iş gücüne karşılık temel ihtiyaçlarına dahi ulaşmakta zorlandığı, hatta ulaşamadığı dönemlerdeyiz. Her gün bir öncekini aratıyor ve toplumsal bunalmışlık kendini hemen her şeyde ele veriyor.
Daha eskiyi bir yana bırakıp 2021 sonunda faiz indirimleriyle başlayan sürece baktığımızda döviz kuru ve enflasyonun patlama yaptığını görürüz. Hükümet döviz kurundaki artışı durdurmak için TL cinsinden mevduata ödenen faizi kur cinsinden belirleme yolunu seçti. Böylece politik faiz artırılmadan hazine üzerindeki faiz yükü artırılmış oldu! Bu uygulamaya “kur korumalı mevduat hesabı” adı verildi ve borç ödeme riskinin büyüdüğü bir süreç baş gösterdi. Yer yer gündeme gelen temerrüde düşme olasılığının kaynaklarından biri oldu bu uygulama…
Ukrayna savaşı tam da böyle bir ortamda başladı. Sembolleşen yağ fiyatlarında görüldüğü gibi ekonomik sarsıntıları derinleştiren bu gelişmeyle TL daha da değersizleşti. İşçi ücretleri ve genel olarak halkın alım gücü hızlı bir biçimde dip yaptı. Ekonomik kriz genel bir kabule dönüştü ama ileri sürüldüğü gibi bu kriz her kesimi aynı oranda etkilemedi. Türkiye ekonomisinin 2021’de yüzde 11 büyüdüğü ve sermayedarların, para babalarının bu dönemlerde büyük kârlar elde ettiği rakamlara yansıdı. Açık ki enflasyon ve kriz, esasta emekçiler için geçerliydi. Çünkü emekçilerin bitmeyen tekrarlarla çok ünlü kılınan “ortak” paydadan, yani “milli gelir”den aldığı pay hızla azalmıştı. Milli gelirin aslında dar bir uşaklar zümresinin kazancı olduğu daha da hissedilir oldu.
Egemen sınıflar için enflasyonun patlama yaptığı dönemi içeren tüm sürecin en stratejik adımı 2022 asgari ücretinin belirlenmesi oldu. Vergi oyunlarını bir yana bırakırsak brütte yüzde 50’yi bulan bir artış yapıldı; ancak elbette bunun gerçek karşılığı asla yüzde 50 olmadı. Daha da önemlisi, asgari ücretin belirlenmesinin üzerinden bir ay geçmeden TL’nin değersizleşmesi ve artan fiyatlar nedeniyle bu zam anlamını yitirdi. Döviz cinsinden veya gıda, ulaşım, akaryakıt, kira vs. fiyatları üzerinden baktığımızda 2022’de asgari ücret azalmış oldu. 2021 ocak ayında 380 dolara denk düşen asgari ücret, yüzde 50’lik artışa rağmen 2022 ocak ayında 318’e, mart ayında ise 287 dolara geriledi. Aynı hesabı ekmek, yağ, yumurta gibi temel gıda ürünleri bakımından ele aldığımızda da benzer hatta daha ağır bir tablo çıkıyor karşımıza.
Asgari ücretteki bu yüzde 50’lik “artış” asgari ücretin üzerinde maaş alanlar bakımından da yıkıcı sonuçlar üretti. Bir gecede “asgari ücretli” oldular ya da neredeyse asgari ücretli seviyesine gerilediler! Vasıflı emek ile vasıfsız emek ücreti arasındaki farklar azalarak işçi sınıfı ücretleri toplamda görülmedik hızda ve oranda aşağı çekilmiş oldu. Başka bir deyişle işçi sınıfı içerisinde yoksulluk derinleşerek yaygınlaştı. Ancak bu yoksullaşma büyük patronlar için söz konusu olmadı. İş gücü dışında, enflasyon nedeniyle dövize endeksleyerek temin ettikleri her üretim aracına karşılık, üretilen malların satış fiyatlarına aynı oranlarda zam yaptılar. Üretim alanında bir gelir kaybından bahsedeceksek eğer bunun esasta küçük üreticiler için söz konusu olduğunu belirtmeliyiz. Geldiğimiz aşamada “özgün” denerek uygulanan para politikaları işçi ve emekçilerin, bir bütün halkın daha da yoksullaşması, kaynağında sınıf sömürüsünün bulunduğu toplumsal çelişkilerin daha da derinleşmesi dışında bir sonuç üretmedi.
Geçtiğimiz aya damgasını vuran işçi grev ve direnişleri bu tabloya verilen ilk tepkiydi. Patronlar yüzde 100’leri bulan pahalılığa ve ağır çalışma koşullarına rağmen çok düşük oranlarda ücret zamları dayattılar. Hatta kimisi zam ya da sözleşme dönemi olmadığı için işçilere 2021 ücretleriyle çalışmayı dayattı; ki kayıt dışı ve asgari ücretliler dışında halen bu dayatmayı yaşayan milyonlarca işçi bulunuyor. İşsizliğin ve göçmen işçi emeğinin, işçi ücretlerine baskısı ise sürüyor.
İşçi eylemlerindeki bu dalga tümüyle ekonomik bir savunma mekanizması olarak ortaya çıktı ve belli kazanımlarla sonuçlandı. Kuşkusuz kazanımları, patronların dayattığı ücretlere karşı talep edilen ve elde edilen zamlar bakımından tanımlıyoruz. Aksi halde elde edilen ücret zamlarının enflasyon karşısında ciddi bir artışa tekabül etmediğini hatta ilerleyen aylarda bu gerçeğin daha da anlaşılır olacağını vurgulamalıyız. Aslında bugün, daha da derinleşecek bir sürecin ön günlerindeyiz. İşçi ve emekçilerin ipotek, kredi vs. her bakımdan borçlu olduğu bir dönemde, temel ihtiyaçlardan yapılan kısıtlamalara rağmen ücretlerdeki düşüşün etkileri daha yoğun görülecektir. Dahası üretimdeki ve enflasyondaki dalgalanma on milyonlarca işçiyi bir girdaba çekecek. Bugün belli kesimler için gelir azalması, harcamalarda kısıtlama, yaşam standardında düşüş, ödemelerde güçlük olarak tartıştığımız olgular, ilerleyen zamanda daha kitlesel bir biçimde kesinti, ödeyememe, geçinememe, evine ekmek götürememe olarak kendini gösterecektir. Böyle bir tabloda işçi ve emekçilerin ekonomik temelli eylemlerinin tekrar etmesi de kaçınılmazdır. Hatta ekonomik yoksullaşmanın çapı ve etkileriyle düşünürsek bu sefer daha kitlesel sonuçlar üretmesi de beklenebilir.
Ne var ki işçi sınıfı ve emekçiler büyük oranda örgütsüzdür. Önemli bir kesim faşist partilerin etkisi altındadır. AKP tarafı “bekleyin geçecek”, CHP tarafı ise “bekleyin gidecek” diyerek halkı hareketsizliğe ve örgütsüzlüğe mahkûm etmek istiyor. AKP-MHP iktidarlarının devamı için, CHP-İyi Parti ise olası iktidarları için mevcut şartların korunmasının temel unsur olduğunu -özellikle bugün- ancak yoğun sömürü ile ayakta kalabileceklerini biliyorlar. İşçi sınıfına olan baskıları ve sendikalara yönelik müdahaleleri bu gerçekten ileri geliyor.
Sendikalar özgülünde bir gerçeği de ifade etmek gerekiyor. İstisnaları saymazsak sendikalara damgasını vuran sarı sendikacılıktır. Bu doğrudan ya da dolaylı olarak patron işbirlikçiliği ve sistem savunuculuğudur. Sınıf için ağırlaşan sürecin buralarda da ciddi yansımaları olacağı öngörülebilir. Son dönemdeki işçi eylemlerinin önemli bir bölümü sendikasız-örgütsüz işçilerden gelse de sendikalı-toplu sözleşmeli işçiler de ekonomik sorunların yarattığı girdaba sürükleniyorlar. İlerleyen dönemlerde işçi sınıfının en güvencesiz, en ağır şartlarda ve düşük ücretlerle çalıştırılan örgütsüz kesimlerinden refleks eylemler gerçekleşebileceği gibi sendikalı-toplu sözleşmeli fabrikalarda da bir hareket olabilir. Biri çalışma koşullarının ağırlığı ve örgütsüzlüğünün verdiği spontane “özgürlük”le, diğeri ise hızlı bir biçimde kaybettiği hakları ve örgütlülüğünün verdiği “deneyim”le farklı enerjiler açığa çıkarabilecektir. Bu farklı enerjileri birleştiren öge ise eylem, direniş ve grev olacaktır.
Egemenler bir an önce Ukrayna işgalinin bitmesini ve turizm gelirlerinin ülkeye biraz döviz kazandırmasını, “Çin modeli” diye pazarladıkları köle sömürüsünün sürmesini istiyorlar. Geçtiğimiz günlerde Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati, Fransa’nın Cannes kentinde yaptığı konuşmada “En sevmediğim konu da şu yatırımcılara zorluk çıkaran mevzuat ya da bürokrasidir. Hep beraber kavga edelim, bürokrasiyi alaşağı ederiz. Arkamızda Cumhurbaşkanımız var. Rahat olun, mevzuatı da değiştiririz.” diyordu. Bu sözler, piyasadan yüzde 8,6 faizle 2 milyar dolar borç alan hükümetin ülkeye sermaye çekebilmek için yapacakları cambazlıklara işarettir. Ekonomik tehlikenin farkındalar ve tedbir arayışındalar. Bu “tedbirler” esasta halka karşı alınıyor; çünkü her türlü planın başarısı halk üzerindeki, özellikle de işçi sınıfına uygulanan denetim mekanizmalarına bağlı. Sömürü ve baskı burada yoğunlaşıyor. Karşı çıkışın, eylem ve hareketin yoğunlaşacağı yer de burasıdır. Öyleyse biz komünistler buraya daha yönelmeli; ekonomik-demokratik mücadele ve örgütlerdeki çalışmalarımızı, yarının mücadelelerini inşa edecek ve ona en güçlü oranda müdahale edecek biçimde geliştirmeliyiz. Halk içindeki her gerçek devrimci konumlanışın binlerle yürüteceğimiz devrimci siyasetin ön ayakları olacağını unutmayalım.