Biz, Türkiye devriminin gelişmesi, derken Komünist Partisi ve Halk Ordusu’nun gelişmesini anlıyoruz. KP ve Halk Ordusu gibi, insanın bilinçli faaliyetinin ürünü olan araçlara, bu düzeyde bir misyon yüklediğimiz için, idealizmle suçlanabiliriz; ama hayır! Biz, nesnel gerçeği reddetmiyoruz, gerçeği değiştirmenin, onu kavramaktan geçtiğini biliyoruz. Devrim gibi toplumu temellerinden sarsan, değiştiren bir büyük eylem, nesnel gerçeklik kavrandığı ve bu gerçekliğe müdahale edildiği ölçüde gelişir, ilerler. Komünist partisi ve halk ordusu bilinçli eylemin ya da harekete bilinçle yön vermenin araçlarıdır. Sınıf mücadelesiyle devrimi aynı şey olarak görenler bu yaklaşımımıza idealizm eleştirisinde bulunabilir. Aralarındaki dolaysız ilişkiye rağmen, devrim ve sınıf mücadelesi farklı olgulardır. Sınıf mücadelesi, üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin oluşması ve toplumun, çıkarları birbirine karşıt olan kesimlere ayrışmasıyla başlar. Sınıflar ve sınıf mücadelesi, insan iradesinden bağımsız oluşmasına rağmen, kendisini de ortaya çıkartan özel mülkiyet ve bu mülkiyet biçiminin yarattığı koşullar, insanın bilinçli eyleminin sonucu ortadan kalkacaktır. İnsanın bu bilinçli eylemlerine, bu eylemlerin getirdiği niteliksel değişimlere devrim diyoruz. Türkiye proletaryasının önünde, onun önderliğinde gerçekleşecek devrimler zincirinin ilk halkası olan, Demokratik Halk Devrimi duruyor. Öncelikli sorun, sınıflar mücadelesini DHD rotasında ilerletmektir. Bu, kendiliğinden gelişen veya bilinç unsurundan kopuk biçimde ilerleyen mücadeleye, bilinç unsurunun yön vermesi, önderlik etmesidir. Türkiye proletaryası, temellerini İbrahim Kaypakkaya’nın attığı, yarım asırlık bir tarihe sahip, komünist çizgide, ateş altında ilerleyen bir partiye, dolayısıyla bilinç öğesine, yani komünist partisine sahiptir. Türkiye devriminin geliştirilmesi komünist partisi ve halk ordusunun gelişmesiyle iç içedir. Böyle olduğu için, komünistler, partinin sağlamlaştırılması, güçlendirilmesi sorununu merkeze koymuş durumdadır.
Partinin sağlamlaştırılması birden fazla görevin birlikte, bir arada gerçekleştirilmesini gerektirmektedir. Kitle çizgisinin militanlaştırılması, Bolşevik-Maoist çalışma tarzının geliştirilmesi, örgütsel politikanın yaratıcı biçimde gerçekleştirilmesi, Bolşevik kadroların yetiştirilmesi, savaşın geliştirilmesi ve savaş sorunlarının kavranması sözünü ettiğimiz görevler arasındadır. Bu görevler kuşkusuz gerçekleşecektir, fakat bazı önkoşulların yerine gelmesi kaydıyla. Başkan Mao buna, bütün partinin uygun adım yürümesi, Lenin ise bir orkestra gibi davranmak, diyor. Proletarya Partisi ise “bütün partinin tek bir kişiymiş gibi hareket etmesi” diyor. Bütün bir partinin, mecazen bir bireyde can bulması, partinin bir birey gibi somutlaşması bir hamlede tamamlanacak bir iş değildir. Bu, kendimizde ve yoldaşlarımızda bulunan burjuvaziye karşı sıkı, disiplinli mücadele demektir.
Partiye, halka, devrime ve tarihe karşı sorumluyuz. Her birimiz sorumluluk konusunda derinleştikçe, dağınık yürüyüşümüz uygun adıma, kakofoni ses, orkestradaki uyuma dönüşür.
Sıradan bir insanın merkezinde kendisi ve yakınları vardır, hayatla kendisi merkezde olacak biçimde bir ilişki kurar, dolayısıyla her gelişmeyi kendi kişisel çıkarıyla ele alır; iyi-kötü, doğru-yanlış, haklı-haksız vs.yi belirleyen bu çıkarlarla şekillenmiş değerlerdir. Toplum içindeki bireyler, istisnalar hariç böyledir. Bu bizim için şaşırtıcı değildir. Çünkü egemen üretim ilişkileri üzerinden şekillenen egemen bir ideoloji var ve toplumun bilincini belirleyen de bu ideolojidir. Bir devrimci, komünist egemen ideolojiden, halkın çıkarlarını esas alarak, kendi geleceğini toplumun geleceği içerisinde anlamlandırarak kopmaya başlar ve düşünsel ve pratik eylemini ilerlettikçe kopuşunu hızlandırır ve büyütür. Bu yüzden sıradan bir insanla bir devrimci, bir KP faaliyetçisi karşılaşmalarının daha ilk anından itibaren ayrışırlar. Burada topluma duyduğu sorumlulukla diğer insanlardan ayrışan bir devrimciyi tarif ettik. Fakat bu devrimci henüz işin başındadır. Sorumluluk bağlamında sınıf bilinciyle henüz ve sadece buluşmuştur.
Sorumluluk bir duygudur. Fakat burada konu ettiğimiz sorumluluk duygusu, içgüdüsel değil, sınıf bilinciyle belirlenen bir sorumluluktur. Bireyin sınıf bilinci ve tabi olduğu sınıftan ileri gelen eğilimleri onun sorumluluk bilincini de belirler. Dolayısıyla edinildiğinde ölünceye değin kendiliğinden korunabilen değil, gelişen, derinleşen veya zayıflayıp çürüyen dinamik bir sorumluluk duygusundan söz ediyoruz. Gelişip derinleşebilen ya da zayıflayıp çürüyebilen bir duygudan söz ettiğimize göre burada bir mücadeleden söz ettiğimiz açıktır. Anlaşılacağı gibi bu mücadele burjuva-feodal sorumluluk anlayışıyla proleter sorumluluk anlayışı arasındaki mücadeledir. Bütüne karşı sorumlu olduğumuz, sorumluluğumuzun bütünden itibaren başladığı bir an dahi akıldan çıkartılmamalıdır. Bunu başardığımız ölçüde proleter sorumluluk bilincimiz keskinleşecektir.
Her militan yoldaş; her alan, her komite bütüne aittir ve bütünü yansıtır. Böyle olmasına rağmen onları (parçayı) bütünden kopartan, bütünün bir alanı, bir komitesi veya militanı değilmiş gibi değerlendiren anlayışlara tanık olmaktayız. Bu anlayış, alanlardan birini yüceltirken başka bir alanı değersizleştirebiliyor. Aynı anlayış tüm faaliyeti kişilere indirgeyip, kişiyi yüceltiyor veya yeriyor. Bu anlayış, partinin ancak parçalarıyla bütün olduğunu nedense görmüyor; küçümsediği alanın veya yoldaşın aslında bütünü yansıttığını, olumluluk ve olumsuzluklarıyla bütünü yansıtan bir bütün gerçekliği olduğunu ve kendisinin de bu gerçekliğe karşı sorumlu olduğunu kavramıyor. Parça karşısında alınan tutum, bütüne karşı duyulan sorumluluğu yansıtır. Farklı alanlar sınıf mücadelesinin karmaşıklığının ve bu karmaşıklıktan doğan ihtiyaçların ürünüdür. Her biri bütüne karşı sorumludur ve merkezi politikalara bağlıdır. Bu yüzden ne kendi başına daha değerli ne de değersizlerdir. Bir değer biçilecekse, bu bütünle ilişkisi, bütüne karşı duyduğu sorumlulukla ölçülmeli, politikaları gerçekleştirme düzeyiyle ele alınmalı.
Sınıf mücadelesinin öne çıkardığı, bulundukları alanlarda işleri sırtlayan, özverili militan yoldaşlara sahibiz. Aynı zamanda sorumluluk bilinci gelişkin olan bu yoldaşlarımız, sorumluluk bakımından ikili bir görevle karşı karşıyadır. Görevlerin ilki bu yoldaşların “daha ileri” çıkması, ikincisi ise faaliyet alanlarında ileri çıkma potansiyeli olan yoldaşları tespit etmek ve bu yoldaşlarla özel çalışmaktır. Alanlarda bulunan ileri yoldaşların, diyebiliriz ki en zayıf tarafları, gelişmeye açık yoldaşlarla ilişkileridir. Gelişmeye açık olan yoldaşlar alanlardaki halefler demektir. Görevlendirmelere uygun olarak farklı alanlara gidebiliyoruz. Böyle durumlarda (alandan ayrılışımızın faaliyet açısından boşluk yaratmaması için) halefler yetiştirmeliyiz, bu hem yoldaşlara hem de görevlerimize, dolayısıyla bütüne karşı sorumluluğumuzun bir gereğidir. Sadece kendiyle, kendi gelişimiyle ilgili olan, diğer yoldaşlara karşı yeterince sorumluluk taşımayan her yoldaş bilmelidir ki “devrim için halefler yetiştirme” biçimindeki ilkeyi uygulamıyordur. İleri çıkmak, daha çok çalışmak, daha fazla fedakârlık, daha bilinçli ve disiplinli olmak, bugünkü durum ve düzeyi yadsımak gerekir. Bu yadsıma eylem biçiminde somutlaşmak zorunda. Bu ve daha birçok yadsıma içerisinde proletarya partisine ve halka karşı taşınan sorumluluk, dolayısıyla sorumluluk bilincimiz gelişir. Sınıf bilinci bütünün çıkarlarınca belirlenir. Bundandır ki kendimizi bugünkü ödevlerle sınırlayamayız. Kendimizi ve yoldaşlarımızı ileriye taşıma yönünde her çaba bütünle birleşmemize ve bütünün sorunlarından da sorumlu olmamıza katkı sunacaktır. Sorumluluk bilinci sınıf mücadelesinin bir biçimi olup, duruşumuzu, konumlanışımızı yansıtır. Bu bazı durumlarda kariyerizmle, popülizmle karıştırılabilir. Kibir ve pozculukla birlikte bireysel-bürokratik tarzla ilişkisi incelenmeli, bu bütünlük içerisinde değerlendirme yapılmalıdır.
Toplumsal pratikle olan örgütlü ilişki yoldaşlarımızı öne çıkartan zemindir. Eylem içerisindeki yerimizi, eylemle ilişkimizi, müdahale biçim ve araçlarımızı ve eyleme başlarken, eylem içerisindeki politikamızı pratiğin aynasında incelersek pratik ve teorinin birliğini kurmuş oluruz. Bilincimiz böyle berraklaşır, gelişir, mücadeleyle olan bağlarımız bu koşullarda güçlenir, kavganın uzun soluklu bir militanı haline bu koşullarda ulaşırız. Bu koşullarda yüksek sorumluluk bilinci kazanır ve daha ileri atılmak için tutuşuruz.