[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle”]
Dünya Bankası’nın (DB) ardından, Uluslararası Para Fonu da (IMF) dünya ekonomisinin gidişatına dair beklenti ve büyüme tahminlerini güncelleyerek revize etti. DB ve IMF’nin yakın aralıklarla yayınladıkları raporlardan anlaşılan o ki gidişat pek iç açıcı değil. Dünya ekonomisinin göstergeleri, emperyalist kapitalist sistemi bekleyen gelecek kötüleşiyor. 2023 sonuna kadar ekonomideki “yavaşlamanın” devam edeceğinden hareketle büyüme tahminleri ya revize ediliyor ya da düşürülüyor. Dünya Bankası’nın raporunda, küresel büyüme hızının ivme kaybederek 2021’de ölçülen yüzde 5,5 seviyesinden, 2022’de yüzde 4,1’e ve 2023’te yüzde 3,2’ye gerilemesinin beklendiği kaydediliyor. Benzer şekilde IMF’nin yayınladığı raporda da 2021’de yüzde 5,9 büyüdüğü tahmin edilen dünya ekonomisinin 2022’de yüzde 4,4; 2023’te ise 3,8 büyüyeceği beklentisi kayıt altına alınıyor. DB ve IMF raporlarının Türkiye’ye ilişkin bölümünde de manzara değişmiyor. DB’nin 2021’de yüzde 9,5 oranında büyüdüğünü tahmin ettiği Türkiye ekonomisinin 2022’de yüzde 2, 2023’te ise yüzde 3 oranında büyüyeceği öngörülüyor. IMF’nin ekonomideki büyüme tahmini ise yüzde 3 olarak değişmeden kalıyor. Yayınlanan raporlarda dünya ölçeğinde yaşanan ekonomik yavaşlamaya da açıklık getirilmeye çalışılıyor. Covid-19 varyantlarının yol açtığı yeni tehditler, enflasyon, borç ve gelir eşitsizliğindeki artış ortamında gelişmekte olan ekonomilerin toparlanmasını tehlikeye atabilecek bir yavaşlama sürecine girildiği söyleniyor. Covid-19 salgınıyla büyüyen kriz dünya ekonomisini ani ve dar bir gömlek giymeye zorladı. Piyasalar ancak ABD Merkez Bankası (FED), Avrupa Merkez Bankası (ECB) ve Japonya Merkez Bankası’nın salgının başından itibaren 10 trilyon doların üzerinde likidite enjekte edilerek işler kılınmaya çalışıldı. Faizler sıfırlandı. Kurtarıcı tüm tedbirlere rağmen küresel anlamda oluşan belirsizlik ve riskler emperyalist devletlerin büyüme oranlarını beklenenden çok daha gerilere düşmesini önleyemedi.
Hâl böyleyken büyüme oranlarının yavaşlamasıyla gelen enflasyon dalgası dünya ekonomisinin baş gündemi olmaya başladı. Enerji maliyetlerinin yükselmesi, gıda fiyatlarındaki tırmanış, özellikle artan mal talebinin karşılanmasında ortaya çıkan sorunlar ve tedarik zincirlerinde baş gösteren aksamalar küresel enflasyonun yükselişinin nedenleri olarak sıralanıyor. Öyle ki IMF’nin 2022’de gelişmiş ülkeler için öngördüğü yüzde 3,9 oran çoktan aşılmış bulunuyor. ABD başta olmak üzere Avrupa Birliği ülkeleri ve Birleşik Krallık enflasyonun yükseldiği ülkeler arasında yer alıyor. Bahsini ettiğimiz emperyalist ülkeler ekonomideki canlılığı koruyarak büyüyebilmek için faiz artırımına gitmekten kaçınarak bir nevi enflasyondaki artışa göz yummayı tercih ettiler. Ancak son dönemde enflasyonda yaşanan hızlı artış emperyalist merkezleri yeni tedbirler almaya yöneltti. ABD’de yüzde 2’den yüzde 7,5’e tırmanan enflasyon faiz artışlarını gündeme getirdi. FED’in mart ayından başlayarak 50 baz puanlık bir artışla ilk adımı atması bekleniyor. Faiz artışlarını yeni artış hamlelerinin takip edecek olması piyasaya enflasyonun kontrol altına alacağına dair etkili bir mesaj amacı taşıyor.
ABD’ye paralel olarak Avrupa’da da enflasyon ve onu geriletmek için faiz artışı devreye sokulmaktadır. ECB’nin Başkanı Christine Lagarde, “Aceleci olmaya gerek yok. Gerekli olan tüm araçları kullanacağız.” derken piyasalar, haziran ayında 10 baz puan, yıl sonuna kadar da 60 baz puan faiz artışı olacağı beklentisiyle işlemeye başladı. İngiltere Merkez Bankası da aynı gün yaptığı toplantıda politika faizini 25 baz puan daha artırdı. Gelişmeler, parasal sıkılaşmaya gidilmesi yönünde dünyada faiz artışlarının yükselme eğilimine sokulmaya çalışıldığını göstermektedir. Bunun Türk hâkim sınıfları için pek de hoş bir gelişme olduğu söylenemez. Türk hâkim sınıfları faiz indirimlerini Türkiye ekonomisi için kaçırılmayacak bir fırsat olarak değerlendirmektedir.
Sözü Türkiye’ye getirmek 2021 yılı cari açığı yaklaşık 15 milyar dolara ulaşan, 2022 yılı ocak ayı cari açığı ise daha yüksek gelecek bir ülkeden bahsetmek anlamına geliyor. Önümüzdeki 12 ayda çevrilmesi zor 168 milyar dolara dayanmış devasa bir dış borç bulunuyor. Kur Korumalı Mevduat garantisine rağmen enflasyon karşısında döviz hala güvenli liman olarak görülmeye devam ediyor. Bireysel mevduatların yüzde 65’e yakını, dövizin yeniden yükselişe geçeceği beklentisiyle dövizde kalmaya devam ediyor. Emperyalist kapitalist ülkeler de dahil işçi ve emekçiler işsiz kalmaya, giderek yoksullaşmaya devam ediyor. Türkiye de bu bunalımın en şiddetli şekilde yaşandığı yerlerin başında geliyor. Dolayısıyla da yoksullaşma ve sefalet dalgası ülkemizde çok daha görünür olmuştur. Bunalım dönemlerinin kaçınılmaz yol arkadaşları olan yoksulluk ve enflasyon uzun bir süredir halkın en can yakıcı gündemidir.
TÜİK’in açıkladığı verilerde bile enflasyon yüzde 50’ye dayanarak son 20 yılın en yüksek seviyesine ulaşmıştır. Akademisyenlerden oluşan ENAG ise gerçek enflasyonu yüzde 115 olarak ölçtü. Bu da bize halkın alım gücünün dolayısıyla da yaşam standartlarının geçen seneye göre bile yarı yarıya düştüğünü göstermektedir. Bunların bir sonucu olarak da yoksulluk nedeniyle intiharlar, pazardan çürük meyve-sebze toplamak, soğuk altında “ucuz” ekmek kuyrukları gibi sefalet tabloları günlük yaşamın bir rutinine dönmüştür. Sadece proletarya değil, esnaf-doktor-memur gibi küçük burjuva kesimler de enflasyon nedeniyle büyük bir yıkım yaşamış, geçmişte görece sahip oldukları “refahı” tamamen kaybetmişlerdir. Bu kesimler bugün neredeyse asgari ücret seviyesinde çalıştırılarak fiilen işçileştirilmiş, yaşam standartları da proletaryanın sefalet koşullarına yaklaşmıştır.
Dolayısıyla büyük bir müjdeyle asgari ücrete yapılan %50 zammın bir zam olmadığı, gerçekte ücretlerde büyük bir düşüş anlamına geldiği ortadadır. Asgari ücrette yaşanan artış ocak ayında elektriğe yapılan yüzde 127’lik zammı karşılamadan dahi uzaktır. Yani geçtiğimiz sene zaten açlık sınırının altında olan asgari ücret, nominal olarak artmış görünse de enflasyonun etkisiyle daha da aşağı çekilmiş durumdadır. Ülke nüfusunun yüzde 70’inin asgari ücrete çalıştırıldığı düşünüldüğünde toplumun çok ezici bir kesiminin hâkim sınıflarca açık açık açlığa mahkûm edildiğini görüyoruz.
Ekonomik krizin yansımaları böyleyken tarih; işçi ve emekçilerin, halkın isyanına, gelişen mücadelesine tanıklık etmektedir. Her gün bir yerde baş gösteren direniş daha büyük mücadelelerin habercisi sayılmaktadır. Zamanımızın az olduğunu bilerek bu büyük mücadelelere hazırlanmalıyız. İşçi ve emekçi yığınların katlanılamayacak düzeydeki yaşamı, sefaleti yeni isyanlar doğuracaktır. İsyan edelim! İsyanın öznesi ve örgütleyicisi olalım!