İZLENİM | ‘Oturup Bir Çay İçmiştik, O Gün Ne Lükstü!’

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü yaklaşırken biz kadınlar da bulunduğumuz tüm alanlarda kadın kitleleri ile bir araya geliyor sorunun özüne dair tartışmalar ve sohbetler gerçekleştiriyoruz. Her bir kadın kitlesinden öğrendiğimiz, yol aldığımız çalışmalar sorularla birlikte derinleşiyor, her birimizin ortak çelişkisi açığa çıkıyordu. Bu açığa çıkan ortak çelişkiler kadınlar nezdinde bizlere karşı olan güven duygusunu güçlendiriyordu. Önceliğimizin işçi-emekçi kadın kitleleri olduğu 25 Kasım çalışmalarımız bölge bölge değişse de yeni adımlar attığımız bir mahallede çelişkilerin yoğunluğu savunduğumuz düşüncelerin gerçekliği olarak karşımıza çıkmaktaydı. Bu yeni adımlar attığımız mahalle işçilerin yoğunlukta olduğu Esenyurt bölgesindeki bir mahalleydi. Bu mahallede ilk gözümüze çarpan gerçeklik Türkiye Kürdistanı’nın belli bir bölgesinden gelen kadın kitlelerinin sorunlarıydı. Çoğunluğunun ev emekçisi kadınlar olduğu ancak sorunun sadece burada devam etmediği gerçekliği. Gerçeklik, mahalle özgülünde feodal bağların kadınlar üzerindeki baskı aracı olmasıydı. 

Faşist devlet tarafından üretilen politikaların karşılığının toplumsallaşması elbette kadınlar tarafından benimsenecek ve kültürlerin gerici yargılarına sarılıp sahiplenilecekti. Her ne kadar büyük şehirlerde üretim ilişkileri gelişmiş olsa da feodalizmin insan ilişkilerindeki konumu kopmaz bağlarla bağlı olduğu böylesi mahallelerde ev emekçisi kadınların üzerindeki “mahalle baskısı” yüksek derecede hissediliyor, temas ettiğimiz kadınlar nezdinde dile geliyordu. En yalın şekliyle şöyle anlatıyor mahalledeki ablamız: “Benim ne yapıp ne yapmayacağıma ya da yaptıklarıma karışan eşim tarafından olmuyor ki, şu karşı apartmanların hepsi akrabalarımız ve kaynımların oturduğu kısım. Evde yaptığım yemeğe kadar söz işitiyorum, bütün gün evde boş oturuyormuşum niye makarna ile çorba yapmışım ya da eşim bana arabayı kullanmayı öğretti mesela, onlara göre ‘kadın kısmı araba süremez’ gibi baskı altında kaldığım durumlar oluyor ama inadına kornaya basa basa sürüyorum.” diyerek mahalledeki akraba baskısına maruz kaldığını ama boyun eğmediğini gücü yettiği kadar mücadele ettiğini anlatıyor.

Kadına yönelik şiddet diye başladığımız cümlelerde mahalledeki kadınların ilk elden anladığı fiziksel şiddet olurken şiddetin ekonomik, psikolojik yanları görünmez oluyor sohbetlerimizde. Sohbeti ilerletip diğer şiddet biçimlerinden bahsettiğimiz de kadınlar olarak yaşadıklarımız bir çığ şeklinde duruyor önümüzde. Ev emekçisi kadınların yaşadığı ekonomik şiddet ve bunun beraberinde gelişen psikolojik şiddet… “Çok şükür evimizde bir şiddet yok, şiddet görmüyoruz biz” diye başlayan savunma atakları… İlk başlarda geliştirilen savunma hamleleri sohbet ilerlediğinde kendini salıveren bir biçime dönüşerek gerçeğin gizli kalmayacağını bizlere göstermiş oluyor. “Fiziksel şiddet yaşamıyoruz tamam, peki biz hiç mi sorun yaşamıyoruz? Biz evlerimizde geçinebiliyor muyuz? Ekonomi bizi nasıl etkiliyor?” diye başladığımızda anlatılanların ardı arkası gelmiyor. Yaşanan ekonomik krizin en katmerlisi çalışan ve ev emekçisi olan kadınlarda daha keskin bir şekilde ortaya çıkıyor. Yine feodal bağların daha derin olduğu bu mahallede emek sömürüsü de bu biçimde şekilleniyor. Hem kadınların hem erkeklerin bir arada çalıştığı tekstil atölyelerinde gözümüze çarpan çocuk işçilerin yoğunluğu… Merdiven altı atölyelerde çalışan tüm işçilerin patron ile olan feodal bağları ve sonuç olarak daha fazla sömürü. Yine çeşitli ev ziyaretlerinde tanıştığımız kadınların farklı fabrikalarda farklı iş kollarında çalışarak eve ek gelir sağlayan olmaları. Konuşmalarımız ilerledikçe eve ek gelir sağlamanın dahi yetmeyeceği gerçekliğini tartışıyoruz. “Ev içinde toplam 5 kişi çalışıyoruz ve ancak gelirimiz giderimizi karşılıyor” diye ifade eden bir kadın işçi eve ek gelir sağlamanın, alınan asgari ücret ve daha aşağıda bir maaşın bir evi geçindirmeye yetmeyeceğini dile getiriyor. Çalıştıkları fabrikalar ile ilgili sorular yönelttiğimizde “fabrikam iyi bir sorunum yok” diye başlayan devamında ise “fabrikada çay içmemiz yasak, soyunma odaları çalışma saatleri içerisinde kilitleniyor” diye devam eden sorunların dile gelmesiyle sohbetlerimiz derinleşiyor. 

Mahallede kadınlarla sohbet ve tartışmalarımız hem fabrika işçileri olmalarından hem de ev işçisi olmalarından sınırlı bir zaman diliminde gerçekleşiyordu. Vakitleri sınırlıydı çünkü; daha yemek ocağa konacaktı, temizlik yapılacaktı. Hem evi geçindirip hem ev yükünü üzerine alan kadın işçilerin kaybedecek zamanları yoktu… Yine de tartışmalar verimli geçmiş kadınların yaşadıkları baskı ve çelişkilerden bunaldıkları, sohbetler içerisinde birbirlerine anlattıkları bir anı ile tazelenip, nefes aldıkları o tek günü yad ediyorlardı: “Hatırlıyon mu geçen hastaneye gitmiştik sonra bir yerde oturup bir çay içmiştik, o gün ne lükstü!” 

Yoksul her mahallede olduğu gibi bu mahalle de kadınların yaşadıkları katmerli çelişkiler içerisinde kaynamaya, kaynadıkça akacağı yönü bulmaya ihtiyaç duyacak. Bir pınar gibi akacağı büyük ırmakları, nehirleri aradığı bu mahalle halkının taşacağı zamanı doğru yakalamak ve biz kadınların dokunduğu oranda doğru yöne akıtmak önümüzde sabırsızlıkla beklediğimiz görevlerden biri olarak bizleri bekliyor.