Ülkemizde ekonomik ve siyasi kriz sürekli ve derin olmasına rağmen bazı dönemler bir “istikrar” durumuyla karşılaşırız. Bu, sürekli kriz ve buna rağmen “istikrarlı” zamanların varlığı, ülkemiz hâkim sınıflarının niteliğiyle ilgilidir. Özelliklerini emperyalizme bağlı/bağımlı olmaktan alan bürokrat burjuvazi ve büyük toprak ağaları biçiminde bir egemen sınıf yapısı mevcuttur. Bu sınıf, emperyalizmin “özel” krizlerinden ve emperyalizmin görece istikrar-refah dönemlerinden payına düşeni aldığı için hem bir “sürekli kriz” hem de kimi zamanlar kriz içinde kısmi istikrar dönemleri yaşar. 2008 krizi, emperyalizmin görece refah dönemine bir virgül koydu. Türkiye gibi yarı-sömürge, yarı-feodal ülkeler bu durumdan büyük etkilendiler; döviz bolluğu bitmiş, sermayeye erişim hem zorlaşmış hem de pahalılaşmıştı. İthalata dayalı ihracat ve inşaat eksenli büyüyen ekonomi ve palazlanan bürokrat burjuvazi (sınırlı da olsa milli burjuvazi) için değişen dünya koşulları ateşten gömlekti. Kısmi istikrar gitmiş, Türk bürokrat burjuvazi ve büyük toprak ağalarının krizi derinleşmiş olarak açığa çıkmıştı. Bu gelişmeler, çelişkileri yönetmek için faşizmin bütün araçlarını en yoğun biçimde kullanan, Türk hâkim sınıfları açısından, yönetememe krizinin büyümesine yol açmıştır.
Emekçi halkımızın geçim sorunu, hiçbir dönem, bugünkü gibi yakıcı olmamıştı. Ücretlerin düşüklüğü ve geçim araçları fiyatlarının astronomik artışı her kesimden halkımızın yoksullaşmasına yol açmakta, işsizlik ve işten çıkartma tehdidi altındaki emekçilerden, bu durumu sineye çekmesi istenmektedir. Öte yandan Kürt ulusunun tam hak eşitliği, azınlık milliyetlerin hakları, ezilen inanç gruplarının eşit yurttaşlık ve ezilen cinslerin cinsiyet eşitlikçi talepleri, dizginlerinden boşalmış bir faşizmle karşılanmaktadır.
Toplum bir kaynayış içerisindedir. Yangınların, yağmurların toplumsal bir kriz halini alması, yöneticilerin toplum içine çıkamaz durumda olması, halkımızın nasıl bir ruh hali içerisinde olduğuna işarettir. “Hangi kıvılcımın … yangını başlatacağını yani kitleleri özellikle sarsacağını bilmiyoruz ve bilemeyiz.” (Lenin) Bildiğimiz gerçek ise devrimci-demokratik kitle çalışması için koşulların son derece elverişli olduğudur. Tarihin bu kesitinde, nesnel koşulların elverişliliğine rağmen olması gerekenin son derece altında sonuçlar elde ediyoruz ve bunun esas nedeni, öznel gücün yani Proletarya Partisi’nin gerçekliğidir. Burada, gerçekliğimize dair olan çevre veya çevrecilik sorunu üzerinde durmak istiyoruz.
“Çevrecilik-çevre” kavramını ilk kez Lenin’de görüyoruz. RSDİP öncesi, özellikle 19. yüzyılın son çeyreğinde Rusya’nın değişik kentlerine ve hatta kasabalarına dağılmış, o yöre insanına hitap eden onlarca grup söz konusudur. RSDİP kurulduktan, etki gücünü büyüttükten ve Rusya farklı bir politik mecraya taşındıktan sonra, bu gruplar ömrünü sonlandırmıştır. Yerele ait bir çevre olmak, bir çevre olarak örgütlenmek, parti-öncesi bir örgütlenmedir. Çevre veya çevreci örgütlenme formu genellikle aydın veya aydınlanmış bir kesimin yan yana gelmesiyle birbirine gevşek bağlarla bağlanmış, basit bir disiplin biçimi olan, çokça özerk kalan ve anarşik bir tarza sahip olan örgütlenmelerdir. Bu çevresel oluşumlar, demokratik merkeziyetçilik ilkesine göre şekillenmiş, azınlığın çoğunluğa bağlı olduğu, sıkı bir disipline sahip, eleştiri-özeleştiri mekanizmasını işleten bir komünist partisine yabancıdır.
Bu çevresel oluşumlar, hayatın bir gerçeği olarak var olmuşlar ve zamanla çevre olarak veya bir zamanlar çevre içerisinde yer almış bireyler olarak KP’lere geçme, KP’ye dahil olma durumları yaşanmıştır. Komünist partiye dahil olunmasına rağmen bir komünist partili gibi davranmama, KP’nin disiplinine, işleyişine tabi olmama, hala çevredeymiş gibi hareket etme… İşte Lenin yoldaş bu ve benzer davranışlara “çevre ruhu” demektedir.
Bugün kolektifimizin, proletarya partimizin her düzeyde militanı arasında disiplin sorununa yaklaşımda bu çevreci tarzın izlerine rastlamaktayız. Alınan kararları sahiplenme, o kararları bilinçle ve yaratıcı biçimde uygulama konusunda da çevreci tarzın izleri mevcuttur. Kararları uygulamaya geçirmek yerine tartışmalara boğmak, kararı değiştirme yönünde zorlamak, kimi zaman revize etmek vb. bugün de tanık olduğumuz davranışlardır.
Çevreciliği çalışma tarzımıza yansırken de görüyoruz. O, kitlelerle yaygın, geniş ilişkiler kurar, bu yönüyle kitlelerden kopuk değildir. Birçok insan tanır, birçok insanla ilişkilidir ama o kadar, daha ilerisi, ötesi yoktur. Örneğin kitleleri örgütlemez, kitlelerin gücünü örgütlü bir güce dönüştürmek gibi bir pratiğe kalkışmaz. Çevrecilik tarzı kitlelerin politikleştirilmesi, ilişkilerin politize edilmesi gibi konulara çok uzaktır. O bir tarz olarak kafa-kol ilişkilere yönelir. Politika her sınıfın çıkarına içerilidir, onu sadece ifade etmez, onu gerçekleştirir de. Çevreci tarz tüm otonomik yapısı ve anarşizan karakteriyle proletaryanın değil küçük burjuvazinin çıkarlarını benimser ve bunu kitle ilişkisine yansıtır.
Çevre-çevrecilik sorunu, KP içerisinde, iki çizgi mücadelesinin yaşandığı özgün biçimlerden biridir. KP olmak ile KP dışı davranmak arasında çelişkilerin keskin olduğu ve bir örgütsel krize dönüştüğü dönemde Lenin şöyle diyordu; “Bu bunalımın köklerini, Sosyal Demokrasinin çevre biçimi yaşamdan parti biçimlerine geçişinde, iç mücadelesinin özünü, çevrecilikle parti disiplini arasındaki çelişkide görüyoruz. Ve işte bu yüzden partimiz, ancak bu hastalığı atlattıktan sonra, gerçek bir parti olacaktır.” (Lenin-Stalin, Örgütlenme Üzerine, İnter Yay.) Kolektifimizde çevre-çevrecilik, Rusya’daki gibi yaygın çevresel yapıların partiye katılımıyla değil ona ait özelliklerin hayat bulması biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Bu farklılığa rağmen kolektifimizin tüm faaliyet alanlarında parti disiplini ve işleyişi ile onun karşısında ve çevreye özgü bir tarz arasında bir mücadele olduğunu biz de söyleyebiliriz.
Faaliyet alanlarımızda çevreciliğin dar biçimini de gözlemlemekteyiz, şöyle ki; kimi alanlarda partimize gönül vermiş ama halihazırda veya uzun yıllardır örgütlü faaliyetlerden uzak durmuş arkadaşlarımız, partiyi sahiplenme adına alandaki faaliyetle çatışmakta, yer yer onu karşısına almaktadır. Kitlesel katılımlı eylemlerle ilgili, benimsenen anlayışı onaylamıyorsa eğer, karşıt bir çalışma yürütme, propaganda geliştirme veya en iyimser haliyle, kararı sahiplenmeme gibi pratikler söz konusu olmaktadır. Kitlelerin huzurunda ikili bir yapı, ikili bir irade görünümüne yol açması nedeniyle zararlıdır. Böylesi bir yapının oluşumunda kendi rolümüzü göz ardı edemeyiz; özellikle kitle çizgimizin dayandığı ilke olan kitlelerden kitlelere ilkesi gereğince işletilmiyor demektir. Partili ve partisiz kitlelerle gereğince ilgilenmek, dikkate almak demek, onların ne düşündüğünü, durum ve sorunlara nasıl baktığını öğrenmek demektir. Bu tarzın hayat bulduğu koşullarda, çevre konumuna geçmiş ilişkilerimiz, ifade etmiş olduğumuz anlayışın, uygulamak istediğimiz kararın kendine ait olduğunu görecek ve muhalif konumdan çıkıp kararlarımızı sahiplenmesi mümkün olacaktır.
Kolektif pratiğimizde gördüğümüz çevreci tarza karşı parti bilinci ile dar çevreciliğe karşı kitle çizgimizle mücadele edelim.