Kürt ulusunun ülke sınırları içinde ve dışında boğmak için kararlı bir saldırganlık politikası izleyen TC; bu politikasını Rojava’da da şiddetli bir biçimde uygulamış, bir kısım alanı ele geçirerek işgalci bir tutum izlemiştir. Ancak gelinen aşama itibari ile Rojava’da ve Suriye’nin diğer alanlarında sıkışmış, ABD-Rusya anlaşmalarının belirlediği sınırın ötesine bu işgalci hevesini taşıyamamıştır. Burada TC’nin işgalciliğinin temel itim ve destek unsurunun ABD-NATO olduğunu belirtmekte fayda var. TC’nin, Kürt düşmanlığı ve buna dayanan hevesleri, bir yandan ABD ve Rusya’nın Kürtleri kendine mahkum kılmak için kullandığı sopa, diğer yandan ise ABD-NATO’nun bu işgal hevesini bölgede bir NATO sınırı olarak olası planlarından birisi olarak kullanmasından bahsetmek gerekir. TC’nin aksi durumda Suriye ve Rojava’da bir karış toprağı dahi sadece kendi “çıkarları için” işgal etmesi mümkün değildir. Bu bağlamda emperyalistlerin çıkarlarını gözeten, onların müsaade ettiği ve TC’nin iştahlı hevesi sonucu “esneme-izin verme” ilişkisi içinde hayat bulan bir durum söz konusudur. Bunun yanı sıra Rojava’da Kürtlerin işgale direniş ile verdiği karşılıkla birlikte emperyalistlerin de daha fazla ilerlemesine sıcak bakmıyor oluşları TC’nin Kürt ulusunu bu alanda bir biçimde yok etme hayallerini sınırlamıştır.
TC’NİN SURİYE AÇMAZI VE “ZORUNLU” KABULLENMİŞLİĞİ
Suriye Kürdistanı’nda tarafların şimdilik yoğun bir çatışmaya girmeden sonuç alma ve pozisyon belirleme çabalarında tüm taraflar TC’nin rol almasına müsaade etmemekle birlikte, kendi başına müdahale etme olanağını da ortadan kaldırmaktadır. Emperyalistlerin kendisine böyle bir rol ve misyon biçmiyor oluşu, dahası iç hatlara doğru ilerlemesine sıcak bakmıyor oluşu TC’nin elini bağlamakta, tutum-davranış tutarsızlığı açığa çıkmaktadır. Ancak bu tutarsızlık, TC’nin niyetinden bağımsız ilerlemektedir. Bu sebeple de Rojava’da Kürt ulusunun kazanımlarına ve pozisyonuna diş bilemekle birlikte, saldırmak için alan ve ortam bulamamaktadır. Bölgede çeşitli yollardan saldırılar gerçekleştiren TC bir biçimde tekrar bir anlaşma çerçevesine girmekte, ancak her durumda saldırı koşulu da aramakta ve yaratmaya çalışmaktadır. Bu sebeple de sistem içi kliklerden oluşan bu duruma TC’nin de uyum sağlaması ve kabullenmesine yönelik açıklamalar gelmektedir. Yani filli duruma TC’nin herhangi bir müdahalesinin olamayacağı kanısı oluşmaktadır. Rojava’ya Suriye’deki mevcut iktidar tarafından bir statü kazandırılması gibi olası bir duruma dair, Eski Başbakan ve Dışişleri Bakanı, Ortadoğu siyasetinin bugünkü yapısının “teorik kuramcısı” Ahmet Davutoğlu Rojava’nın Suriye devleti tarafından resmi bir karşılık bulması durumunda, oluşan bu duruma TC’nin de saygı göstermesi gerektiğini dile getirdi. Kürt ulusunun ‘Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nı Suriye Arap egemen ulusunun belirlemesi durumunda faşist Türk devletinin buna razı gelmesi gerektiği yaklaşımı, Kürt inkarının, ezilen ulusun haklarına karşı egemen bakışın bir ürünüdür. Ancak yine de bölgesel dengeler ve gelişmeler, yeni statüler ve konumlanma anlamında “başka bir şey” ifade ettiği de açıktır.
Davutoğlu’nun çıkışı, bu minvalde bir örnek olmakla birlikte; iç politikada “demokrat ve çoğulcu” imajı yaratmak, Kürtleri sistem içi bir parti olarak kendi yörüngesinde hareketsiz hale getirmek amacını da taşımaktadır. Bugün TC’nin demirlediği özellikle Kürtlere yönelik saldırganlık hattının kendi başbakanlığı döneminde de sıklıkla uygulandığı, bu saldırgan hattın mimarlarından olduğu da bilinmektedir. Bu çıkışa karşılık AKP-MHP bloğundan tepkiler gecikmemiş; TC’nin saldırgan politik hattından başka bir politik bir seçeneğinin kalmadığını itiraf etmişlerdir.
Bununla birlikte Esad güçlerinin ülkenin büyük bir kısmında kontrol sağlamasının ardından, Rusya ile ön planda tuttukları esas sorun Türkiye destekli çetelerin elinde kalan bölgeler ve bu alanlardaki yabancı ülkelerin askeri varlığıdır. ABD’nin varlığı henüz açıktan bir formüle kavuşturulamazken, özellikle Türkiye’nin bölgedeki askeri varlığı ve kalıcılaşmış olması gerilimi had safhada tutmaktadır. Zaman zaman bu alanlarda TC tarafından çeteler üzerinden veya direkt olarak kendileri Suriye ve Rusya’nın sahadaki unsurlarına yönelirken, Rusya ve Suriye tarafından da TC’nin üs bölgelerine çeşitli saldırılar gerçekleşmektedir. Oluşan durumda TC üs bölgelerine sevkiyat yapmakta dahi zorlanmakta, sevkiyat konvoyları sık sık hedef alınmaktadır. 14 Eylül’de Moskova’da görüşen Esad ve Putin, bölgedeki yabancı güçlerin varlığının esas problem olduğunu bir kez daha dile getirirken, bu durumun ülkedeki karmaşanın çözümünün önündeki tek engel olduğunu dile getirdi. Aynı zamanda Putin Esad’ın SDG gibi çeşitli kesimlerle yürüttüğü diyalogu da desteklediklerini belirtti. Ki Putin’in ülkenin %90’ının rejim güçleri kontrolü altında olduğu vurgusu, PYD-SDG güçlerinin kontrol ettiği alanı bunun içine dahil etmesi çatışmasız ve uzlaşma yolu ile bu çelişkinin çözülmesi anlayış ve tutumuna sahip olduğunun bir başka ifadesidir. Rusya aracılığıyla Suriye devleti ile Kürtlerin görüşme halinde olduğu, bir statü arayışı ve mücadelesinin sürdüğü de bilinmektedir. Bu durum TC’nin oynadığı işlev ve rolün azaldığı, Suriye’deki sorunun kaynağı olarak daha güçlü işaret edilmeye başlandığını göstermektedir.
IRAK KÜRDİSTAN’INDA KDP’NİN TC İŞGALİNE UZATTIĞI YARDIM ELİ
Her ne kadar TC; şu anda Rojava’ya müdahale koşulu bulunmadığı için durumu izleyen pozisyonda olsa da Irak’ta ABD himayesinde ve denetiminde Barzani iktidarı ile ortak çıkarları ekseninde; ilerici ve demokratik muhtevaya sahip, dört parça Kürdistan’da ve yaşadıkları alanları kurtarma hedefi bulunan PKK’ye karşı, uşak pozisyonunda ve rahatlıkla yönlendirebildiği Barzani’yi tercih etmektedir. Ancak bu tercihe kendini yine zorunlu kılan PKK’nin Irak Kürdistanı’nda aktif varlığı ve gücüdür. Bu sebeple de özellikle direniş sembolü haline gelmiş Şengal ve diğer PKK kontrolü altındaki alanları hedeflemektedir. Irak Kürdistanı’nda da işgalci bir pozisyon tutan TC, PKK’ye karşı bu alanda kalıcı üsler elde etmeye çalışmakta, verdiği onlarca kayba rağmen bu alanları tutmak için çaba sarf etmektedir. Barzani’nin de anlaşmalı bir biçimde PKK’ye karşı izlediği düşmanca ve tehditkâr tutum ise TC’nin Kürt ulusuna yönelik katliam ve saldırılarının önünü açmaktadır. Katliamcı TC’yi neredeyse barış gücü ilan eden KDP, varlığından ötürü PKK’yi “Türkiye’yi bölgeye çektiği” gerekçesi ile hedef almaktadır.
KDP ve oluşturduğu özel kuvvetlerin PKK’yi abluka altına alma ve kuşatma hamleleri, TC’nin bu alana daha fazla yerleşmesine ve kalıcı hale gelmesine sebep olmaktadır. Sadece PKK’nin bulunduğu alanları kuşatmakla yetinmeyen KDP ve Barzani, yoğun istihbarat akışı ile TC’nin saldırılarına çanak tutmakta, gerçekleştirilen katliamlara da ortaklık etmektedir. TC’nin kalıcı olarak yerleşmeye çalıştığı Metina, Zap, Avaşin gibi bölgelerde sıcak çatışmalar sürerken; Kandil, Şengal, Mahmur alanlarına da KDP’nin istihbarat sağladığı ölçüde hava operasyonları gerçekleşmektedir. Ancak yıllardır defalarca tehditkâr bir biçimde Kandil’e operasyon duyurusu yapan TC, KDP ile işbirliğine rağmen bu alanlara hava operasyonları hariç herhangi bir kapsamlı operasyona girişememiştir. Tüm olanaklarına, emperyalist NATO desteğine ve teknik üstünlüğüne rağmen, kapsamlı imha politikasının başarısız olduğu açıkça görülmektedir.
Anlaşılacağı üzere TC’nin Kürtlere yönelik saldırıları çeşitli alanlarda ve çeşitli koşullarda değişik yoğunlukta olmakla birlikte her durumda saldırı için alan arayan bir pozisyondadır, Özellikle son yıllarda devletin tüm yoğunluğu ile gerçekleştirdiği bu saldırıların hedefi, Kürtlerin hangi ülke sınırları içerisinde olursa olsun tüm kazanımlarını yok etmek, direnemeyecek hale getirmek ve dahası yok etmektir. Bu saldırıların neticesinde; gerçekleşen katliamlara, işgale ve gasp edilen kazanımlara rağmen, gerillanın direniş çizgisi TC’nin hem bölgesel hedeflerinin gerçekleşmesini ve hem de direniş karşısında askeri başarı kazanmasını engellemiştir.