Kürt meselesinde “çözüm” ve “süreci” tartışması gündemde daha fazla yer almaya başladı. Özellikle ABD başkanlık seçimini Biden’ın kazanması ile Barack Obama döneminin öncelikleri ve temel yönelimlerinin hayata geçme beklentisi, Kürt meselesinde de faşist diktatörlüğün Kürt ulusuna yönelik “topyekûn” saldırı döneminde bir gevşeme ve devamında politik yaklaşımında esneme olacağına dair beklentileri güçlendirdi. Biden’ın, Trump’tan farklı olarak AB ile ilişkileri yeniden güçlendirme, Rusya ile politik çelişkileri ve ihtilaflı sorunları öne çekme, Ortadoğu’da “Sünni ve Şii” hizalanmaya bağlı olarak İran kuşatmasını sıkılaştırma, TC’den bölge politikalarının ihtiyaçlarında azami düzeyde fayda sağlama ve daha fazla “arıza” çıkaramayacak hale getirme yaklaşımı, Kürt meselesinin de verili haliyle sürdürülmeyeceği beklentilerine yol açtı. Kuşkusuz ABD’nin bölge politikaları açısından oldukça önemli bir uşağı olan faşist diktatörlüğün emperyalizme bağlı ve bağımlı ekonomik-siyasal gerçekliği bu tartışmalar için güçlü bir zemin sunmaktadır.
Faşist diktatörlük açısından Kürt meselesi sadece siyasi egemenlik sınırları içinde gerçekleşen bir sorun olmanın ötesindedir. Tarihsel olarak bu böyledir. Dört parçaya bölünen ve ilhak edilen Kürdistan gerçekliği bu sorunu faşizm açısından kendi siyasi egemenlik sınırları dışına her zaman taşırmıştır. Ancak son 10 yılda özellikle Suriye’de yaşanan iç kargaşa ve emperyalist müdahale alanı haline getirilen koşullar sonrası, faşizmin Kürt politikası daha fazla kendi siyasi sınırları dışına taşmış ve Kürt meselesinde bu olgunun etkinliği artmıştır. Irak ve Suriye’de, Rusya’nın İran ile birlikte daha güçlü ve doğrudan askeri-politik müdahale ile oyun kurucu konumlanışı TC’nin bölgeye, Kürt meselesini merkeze alarak ABD emperyalizminin ve NATO’nun örtülü ve açık desteğiyle müdahale alanını da genişletmesini sağlamıştır. ABD ve NATO’nun bölgedeki siyasi etkisi ve gücü, TC’nin koçbaşı olarak kullanılması hesabıyla kısmi askeri işgallere yönelmesine müsaade etmektedir. PKK ve Kürtlerin kazanımlarını yok etmek için askeri seferler ve işgaller düzenleyen faşizme bu hamlelerinde ABD’nin müsamaha gösterdiği hatta izin verdiği bir olgudur. Zira böyle bir uzlaşma ve izin olmaksızın TC’nin ne Irak’ta ne Suriye’de bir karış toprağı işgal edemeyeceği de açıktır. NATO’nun bu eksende sınırlarını fiilen genişletmesi, TC’nin ise Kürt sorununu kendi ilhak ettiği parçadan diğer parçalara doğru taşıyarak Kürt meselesinde kendi ezen ulus çıkarlarının hesabını yapması mümkün olmaktadır.
Düne kadar “barış ve uzlaşma” yaratılmaya çalışılan hegemonya siyasi egemenlik, şimdi PKK’yi Kürt kazanımlarını ezerek askeri politik saldırganlıkla inşa edilmek istenmektedir. Efrin işgali, Rojava sınırının bir kısmında gerçekleşen işgal, Irak Kürdistanı’nda askeri saldırı ve işgal girişimleri bunun sonucudur. Bu saldırganlık Kürtlerin iradesini kırma, kendine tabi kılma, hareketin siyasi çizgisini “soysuzlaştırma ve kimliksizleştirmeyi” içeren emperyalist tutum ve politikadan cesaret almaktadır. TC için ise bu inkâr, katliam, işgal ve yok sayma siyasetinin daha sürdürülebilir olmasıdır. Bu siyasetin Kürdistan’ın tüm parçalarında gerçekleşmesi, bunun olası olmadığı yerde ise kendi siyasi-askeri egemenliğinin “Kürt kimliğini tanıyarak” dikte ettirilmesi şeklindedir. Bu bağlamda Kürtler arasındaki çelişkiler, emperyalistler arası çelişkiler, bölge devletlerinin durumu ve çelişkilerinden sonuna kadar faydalanma siyaseti izlemektedir.
ABD’nin, kendi durumunu, iç çelişkilerini, diğer emperyalistlerle olan sorunlarını gözeterek biçim alan bir politik çizgisi olduğu doğrudur. Bu bağlamda yaklaşık 6 yıldır süren “topyekûn” saldırısı, askeri saldırıları tam olarak istediği politik sonuçları üretmemiştir. Ancak dün TC “barış ve uzlaşma” yöntemiyle nasıl ki Kürt inkârı ve Kürtlerin yeni biçimde “köleliğinin” devamı için savaşıyorsa bugün de yarın da aynı amaç için bu savaşı sürdürecektir. Kendi iç çelişkileri ve ABD’nin bölgesel hesapları buna el vermediği noktada ise uzlaşma arayışı, yeni biçim bulma, yeni bir yöntem oluşturma girişimleri de eksik kalmayacaktır.
Tayyip Erdoğan’ın Amed ziyareti, Pervin Buldan’ın “millet ittifakına mecbur olunmadığı” çıkışı, KDP ile birlikte PKK’yi daha fazla güçten düşürme girişimleri ve aceleciliği, Biden yönetiminin öncelikleri ile birleştiğinde bu tartışmayı ortaya çıkarmıştır. Kuşkusuz ekonomik ve siyasi krizin derinleşmesi, egemen faşist klikler arasındaki mücadeleler de Kürt sorunundaki saldırganlığın yönetilmesini zorlaştıran bir faktör olarak görülmelidir. Politik açıdan arayışın güçlü olduğu ve bu mücadelelerin sertleştiği koşullarda Kürt meselesinde ‘yeni’ bir yol ve yöntem her zaman gündeme gelmiştir. Nihayetinde kırılamayan gerilla iradesi, Rojava gerçekliği, Irak Kürdistanı’ndaki başarısız askeri seferler bu tartışmaların daha güçlü bir biçimde oluşmasını sağlamaktadır. Ancak bu tartışmanın ve arayışın devrimci-demokrat güçleri ve en başta Kürt ulusunun özgürlük arayışını daha uyanık kılması gerekmektedir. Faşizmin yönetme krizine girdiği koşullarda, sistem dışı arayışların tırmanma potansiyelinin oluştuğu politik zeminde, sistem içi beklentiler yeniden ve daha güçlü bir ideolojik seçenek olarak ve hiç kuşkusuz başta Kürt ulusu olmak üzere halk kitlelerini kandırma aracı olarak kullanılmaktadır. “Çözüm arayışı ve süreci” tartışmasının boş bir tartışma olmadığı açıktır. Ancak burada aranacak ve bulunacak çözümün ezilen Kürt ulusu lehine olmayacağı görülmelidir. Zira emperyalizmin, ezen egemen ulusun kendine bağımlılık taahhüdüne uygun olarak onun lehine konumlanacağı tarihsel bir tecrübe olduğu kadar güncel politik bir olgudur da. TC’nin Kürt düşmanlığı üzerinden NATO sınırlarını genişleten büyük ve bütünlüklü, stratejik bir uşak-efendi ilişkisi söz konusudur. Tüm bunların “erken seçim” tartışmaları, politik kriz, ekonomik kriz ve çıban olarak çıkan ancak devlet içindeki parçalanmaya işaret eden “mafya” tartışmaları göbeğinde boy vermesi bir “normalin” izdüşümüdür. Bu durum daha güçlü mücadele etme, siyasi krizi derinleştirmenin de olanakları anlamına gelmektedir.
Daha güçlü ve kararlı mücadele için kitlelerin öfkesine, yönelimine ve yaşadıkları sorunlara bakmak gerekir. Kovid salgını kontrol edilemez, denetlenemez ve halk sağlığını tehdit eden bir unsur olarak sürekli güncellenmektedir. Virüs yeni varyantları ve daha hızlı yayılan yeni bir dalga ile gündemdedir. Uluslararası ölçekte alınan tedbirlere bağlı ve bağımlı olan, aşı ile sorunun çözülmesini uman faşist diktatörlük tüm yeni gelişmelere ve olasılıklara hazırlıksız sağlık sistemi, ekonomik yetersizliği ile sadece halk sağlığını değil halkın temel yaşamsal geçinme olanaklarını da gasp etmektedir. Yoğun zam yağmuru, devasa boyutlara ulaşan işsizlik, küçük esnafın iflası, genç işsizliğin tırmanması, eğitim sisteminin belirsizlikleri, sürekli daraltılan siyasal-demokratik haklar ve elbette boğulma noktasına gelen sosyal kriz gerçekliği hem ekonomik hem de siyasi krizin boyutunun ve derinliğinin göstergeleridir. Yönetmenin zorlaştığı, kitlelerin uzlaşmazlığa bürünen mücadelelerinin daha fazla boy verdiği bir koşul söz konusudur. Devrimci mücadele için bu daha sağlam bir iktidar bilincine, daha dikkatli şekilde kitlelerin çelişkilerine ve mücadelesine odaklanmayı gerektirmektedir. Bu çelişkiler ve sorunlar yumağı içinde kitlelerin mücadelesi ile birleşmek zorunlu ancak yeterli değildir. Aynı zamanda kitlelerin ileriye doğru daha güçlü hamle yapmasına önderlik etme bilinci ve sorumluluğu kuşanılmalıdır.