TÜİK’e göre ekonomi ilk çeyrekte yüzde 7 büyüdü. Ekonominin büyüdüğünü iddia eden TÜİK verileri işsizliğin de yüzde 13,9’a (geniş tanımlı işsizlik yüzde 28) çıktığını bildirdi. Aynı TÜİK tüm verilerle oynamasına rağmen enflasyon artışının Haziran’da tüketici fiyatlarında yıllık yüzde 17,53 (ENAGRUP’un tespit ettiği gerçek enflasyon yüzde 38’dir), üretici fiyatlarında ise yüzde 42,89 olduğunu açıkladı. “Büyüyen ekonomi” bir yandan işsizler pazarını büyütüyor, diğer yandan enflasyonu azdırıyor! Sadece bu da değil yüz binlerce küçük esnaf hem pandemi hem de ekonomik kriz sebebiyle iflas bayrağı çekiyor. İşçiler, emekçiler ve geniş halk yığınlarının yoksulluk ve sefaleti artık yapılan zamlarla gün gün derinleşiyor, kapsamlı hale geliyor. İş yerlerinde artık günlük yüzer yüzer toplu işten çıkarma bir vakıa ve “toplumun normali” haline gelmiş durumda. Faşist diktatörlüğün ekonomi ile ilgili açıkladığı veriler, halkın yaşadığı gerçeklerle adeta dalga geçer niteliktedir.
Yaşanan büyük çaplı ekonomik kriz içinde, Türk hâkim sınıfları emperyalist tekellerin akıtacağı sıcak paranın peşinde iz sürmeye, iç ve dış politikayı pazarlık konusu yapmaya, tüm rezervleri boşaltma pahasına taahhütler oluşturmaya, halkı daha fazla sömürme ve onlar adına birikmiş fonlara çökmeye, yine kliklerin birbirinin sermayesine çökmeye çalıştığı derinleşen ve kökleşen kriz koşulları yaşanmaktadır. Bu tablo emperyalizme daha güçlü bağımlılık, daha pervasız bir uşaklık, onların daha etkin bir vurucu askeri gücü olarak konumlanma şartlarını da getirmektedir. Afganistan’da ABD adına bekçi köpekliği yapmak için çırpınan bir “milli ve yerli” dış politika izlenmektedir. Suriye-Rojava, Kafkasya, Libya’da yine ABD adına daha işlevli konumlanma ve göreve koşulma şartlarına amade olunma hali yer yer “efendisine sesini yükselten” bir “sitem” biçimini dahi almaktadır. Türk hâkim sınıfları ABD emperyalizmine ne kadar kullanışlı olduğunu anlatan, bunun da bir karşılığının olması gerektiğine ikna etmeye çalışan bir “milli ve yerli” konumlanış içindedir.
Salgının yarattığı tabloyu emekçilere fatura eden faşizm, ekonomide yarattığı çökme ve çöküntüyü de halka daha fazla saldırarak, haklarını kısıtlayarak giderme peşindedir. Ancak buna karşı maden işçilerinin isyanı, tütün üreticilerinin Adıyaman-Diyarbakır-Bingöl’de öfkeye ve eyleme dönüşen tepkileri ve bunun yanında yaşamın her alanın da mayalanan ve harekete dönüşme arayışı içinde olan tepkiler söz konusudur. Zor, baş edilemez, ağır yaşam koşullarının daha fazla daraldığı, gün gün bu daralmanın hissedildiği şartlar yaşanmaktadır. Bu şartlara ve koşullara mahkûm edilen halk yığınları bir yandan da egemenler arası mücadelenin sonucu olarak ortaya çıkan pisliklere daha fazla hâkim olmaktadır. Sedat Peker’in büyük resmin bir parçası olan Süleyman Soylu’nun kurduğu saadet zinciri, soygun düzenine dair ifşaatları devlet gücü ve aygıtıyla palazlanmanın daha büyük hikayesinin ve gerçeğinin bir parçası olarak önümüze serilmektedir. Adam kayırma, sermayeye çökme, kara para aklama, uyuşturucu kaçakçılığı, evrakta sahtecilik, kamu kaynaklarının yağmalanması, kadın ticareti, kumpas, tezgâh, ölüm ve zulmün nasıl bir sistematikle yaşama geçtiğini göstermektedir. Klikler ve klikler içi çatışma büyüdükçe bu ifşaatlardan daha büyüklerini göreceğimize şüphe olmayan bir eğilimin artık rotasına girdiği açıktır.
Ağır ekonomik, siyasal ve toplumsal kriz koşulları içerisinden geçilmektedir. Bu bir yandan halk yığınlarının öfkesini kabartırken, diğer yandan hâkim sınıfların halka yönelik saldırılarını tırmandırmasını getirmekte, öte yandan ise egemen faşist kliklerin artık kılıçları çekip gırtlak gırtlağa bir mücadele içine girmelerine neden olmaktadır. Böylesi ağır kriz koşullarında egemen sınıfların şovenizmi kendisi için bir kaldıraca çevirdiği, toplumsal yapının en geri feodal ve ataerkil değer yargılarına yaslanarak politik saldırılarını şekillendirdiğini görüyoruz. Bu onlar için bir “can simidi”, etkili bir yönetme ve kitleleri bölüp saflaştırarak parçalama yöntemi olmaktadır.
Kürt ulusuna ve kadın kimliğine-mücadelesine ve haklarına yönelik saldırılar, homofobik söylem ve kışkırtma artık rutin olmanın ötesinde kapsamlı ve pervasız bir biçime bürünmüştür. İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesine dair 1 Temmuz eylemleri ve ortaya çıkan kadın hareketinin tepkisi karşı koyuşun da daha militan bir eğilim izlediğini göstermektedir. Polis barikatlarına yüklenen kadın mücadelesi, haklara yönelik saldırılara karşı oluşan öfkenin bir yansımasıdır. Şovenist saldırganlık, işgal ve imha operasyonlarıyla Kürdistan’ın üç parçasında hayata geçerken, buralarda Kürt gerillasının gösterdiği direnç ve yer yer karşı hamle düşman bilincinde oluşan keskinliğin kristalize olmuş hali olarak okunmalıdır. Sınıfsal, ulusal ve cinsiyet temelinde ortaya çıkan karşı koyuş ve mücadelenin göründüğü her yerde açık bir keskinlik, birikmiş bir öfke söz konusudur. Bunun süreklilik, kitleselleşme, yaygınlık kazandığı noktada karakteri de bu biçimde yansıyacaktır.
Bu olguyu ve niteliği teskin etmek, dizginlemek, uzlaşma noktaları ile zayıflatıp etkisizleştirme eğilimi söz konusudur. Bunun baş rol oyuncusu AKP-MHP bloğunun karşısında konumlanan faşist blok Millet İttifakıdır. Bu çelişkileri kendi lehine ve sistem karşıtlığını törpüleyerek yapmaktadır. Diğer bir yanı ise uzlaşmacı, parlamentarist ve reformist hattın konforunda siyaseti kemikleştirmeye çalışan kesimlerdir. Bu kesimler faşist klikler arasındaki mücadelenin keskinleşmesinde yer arayan bir konumlanış aldıkları gibi, halkın bilincini bulandırarak taşıyarak düzen partilerinden birine yedeklenmesini sağlamaktadır.
Sedat Peker’in 15 Temmuz’da ve sonrasında Süleyman Soylu ifşaatlarında AKP’yi de içine katarak bilinen bir gerçek olan “silahlandılar” açıklaması sonrası, devrimcilik, “solculuk” adına büyük bir “iç savaş” iklimine gidiliyor korkusu yayılmıştır. Bu halk için korkutucu, büyük ve kapsamlı bir sorun olarak sunulmuştur. Bahsi geçen silahlanmanın devletin denetim, kontrol ve müdahalesi dışında yapılma olasılığı yoktur. Bu tabloda devrimci politik öznelerin görevi ve sorumluluğu, çelişkilerin keskinleşmesi ile halkın oluşacak hareketine karşı faşizmin her yolu kullanacağına dair bir bilinçlendirme olmalıdır. Buna göre hazırlıkları yapma, politik konumlanışı alma ve mücadele mevzilerini yetkinleştirmek gerekir. Halk yığınları “iç savaş iklimi”, “tehdidi” ile sindirilemez, devletin tüm mekanizmalarıyla aldığı konumlanış teşhir edilirken tam da onun istediği biçimde bir “iç savaş” korkusu yaratılarak halk gerçeklerle donatılamaz. Devrimci propaganda, egemenlerin varoluş zemini için yürüteceği gerici-savaş ve saldırganlığa karşı halkın haklı ve meşru mücadeleyle-savaşımla konumlanmasını sağlamaktır. Halk yığınlarının örgütsüz ve silahsız olması karşısında karşı-devrim güçlerinin her yönüyle daha örgütlü ve daha silahlı olma çabası vurgulanması ve asıl sorun olarak görülmesi gereken çelişkidir. Bu korkunun tırmandırılması ile değil, halkın örgütlenmesi ve karşı-devrimin organizasyonuna karşı daha organize olma çabası ile ele alınmalıdır. Faşizme ve karşı-devrimci örgütlenme, konumlanmaya karşı devrimci temel de iktidarı zapt etme bilinci ve iddiasıyla konumlanmak esas olandır. Asıl sorunsal halkın mücadelesinin dağınık, parçalı, örgütsüz karakterde olmasıdır. Mücadele eğiliminin geliştiği koşulda bu sorunun giderilmesi hayati önemdedir. Her türlü biçim ve içerikte ancak iktidar bilincini kuşanmanın tüm zemin ve olanaklarının hazırlandığı bir politik perspektifle bu yapılmalıdır. Korkuya karşı cesaret, karşı-devrime karşı devrim, örgütsüzlüğe karşı örgütlülük, hareketsizliğe karşı hareket, programsızlığa karşı program, silahlanmaya karşı devrimci temelde silahlanma tutumu esastır, belirleyicidir ve tarihsel sorumluluktur. Aksi tutum iyileştirme, sükûnet, uzlaşma ve halkın çelişkilerinin terbiye edilerek ona kabul ettirme siyasetidir. Bu siyaset reformizmdir yani halkın çıkarlarıyla, onların her şeyi kazanmayı hak eden tarihsel-politik haklarıyla karşı karşıya gelmek demektir.