1969 yılının 28 Haziran’ında, New York’ta Stonewall barında, eşcinsellere yönelik polisin baskı ve saldırılarına karşı başlayan isyan tüm dünya genelinde zaman içinde LGBTİ+’ların hak ve özgürlüğünü içeren bir etkinlik ve eylem haftasına dönüşmüştür. Haziran’ın son haftası dünya genelinde büyük çaplı eylemlerin, protesto ve etkinliklerin gerçekleştiği bir hafta olmaktadır. LGBTİ+ fobik sistem ve devletlerin, bu hafta içinde gerçekleşen etkinlik ve eylemlere yönelik saldırısı hala devam etmektedir. Faşist diktatörlük de LGBTİ+’lara yönelik saldırganlığını, özellikle Boğaziçi eylemleri sonrası daha fazla tırmandırmış, kitlelerin sokağa taşan hareketlerini homofobik söylemlerle toplumun geri yanlarını körükleyerek kullanmaya yönelmiştir. Bu durum LGBTİ+ eylemlerine ve hareketlerine karşı polis şiddetini arttırmayı da getirmiştir. Yasaklanan piknik, yürüyüş ve eylemlere polisin pervasız bir saldırısı, Onur Haftası boyunca yaşanmaktadır. Tüm toplum kesimlerine yönelik saldırgan tutum, LGBTİ+’ların “barışçıl” eylemlerinde daha sert bir şekilde devam etmektedir. Hak arayışının olduğu yerde artık polis saldırısı rutindir. Bilhassa homofobik söylem, kadın düşmanı politikalar ile faşizmin saldırılarına toplumsal dayanak sağlama çabası son süreçte daha da boyutlanmıştır.
BÖLGESEL KRİZDE FAŞİZMİN ÇIKMAZI
Faşist diktatörlük, ekonomik-politik krizini ve buna ciddi etkide bulunan salgının yarattığı sonuçları, daha güçlü saldırılarla yönetmeye çalışmaktadır. Bu saldırının ideolojik yanını körüklemekte, politik yanını ise pervasızlaştırmaktadır. Bunun yanında özellikle Ortadoğu’dan Kafkasya’ya, Doğu Akdeniz’den Libya’ya yönelik izlediği saldırgan askeri-ekonomik yönelimi için daha fazla ihtiyaç duyduğu şey ise şovenizmdir. Bunun olabildiğince sürekli, güçlü ve tüm toplumu kuşatacak bir düzeyde tutulması ihtiyacı vardır. İşçi, emekçi kesimler ve tüm halk için yokluk, yoksulluk, işsizliğin tahammül edilemez noktaya geldiği, memnuniyetsizliğin potansiyel bir harekete geçme zemini sunduğu koşullarda, bölgesel ölçekte izlediği politikanın yönetilmesi-sürdürülmesi de zorlaşmaktadır. Zira ciddi bir ekonomik-askeri külfetle, Suriye-Libya-Kafkasya’da süren savaşlarda açık bir taraf olma noktasına taşınan politikaların sürdürülememe durumu, faturanın hem politik hem ekonomik anlamda oldukça ağır olmasını getirecektir. Emperyalist güçler arasında, yeni denge arayışlarının ve mücadelenin keskinleştiği koşullarda, var olan dış-politikada bağlandığı ve kendini mahkûm hale getirdiği kozların etkili olabilmesi aynı zamanda faşist diktatörlüğün bu arayışta geleceğini de belirleyecektir. Libya ve Suriye’de ABD emperyalizminin adeta “vekili” olarak kendini konumlandıran TC, şimdi de Afganistan’da “vekil” olma peşindedir. Bu bağlamda, ABD emperyalizminin hesaplarını “tek taraflı gözeterek” onunla daha etkili iş tutmaya yönelik politikası artarak devam etmektedir. ABD’nin, tüm sahalarda yaşanan karmaşık çelişkiler içinde yedekte ve işine geldiği noktada kullanmak için hazırda tuttuğu ancak bunu yaparken bölgesel çelişki ve dengeleri gözeten ele alışından kaynaklı TC ile yer yer karşı karşıya geldiği bir tablo da vardır. Suriye-Rojava, Libya ve Irak Kürdistanı’nda varoluş zeminini sağlayan esasta ABD’dir. TC ile ABD arasındaki çelişkiler ise TC’nin bu denli büyük yatırımlar ve riskleri barındıran tarafgir savaş konumlanışı karşısında, ABD’den istediği rolü alamamış olmasıdır. Bu durum ABD’nin kendi ittifak arayışları ve yaratmaya çalıştığı hizalanmaları zorlu bir yola sokarken, TC’nin ise sürekli yeni “düşman” üreten ancak istediği sonuca ulaşamayan bir tabloyla karşılaşmasına neden olmaktadır.
İÇİ BOŞ HAMASET, EMPERYALİST SERMAYENİN KÖLESİ “MİLLİ VE YERLİLİK”
Bu tabloda TC, toplumun tüm kesimlerini baskılama ve şovenizmle tahkim etme peşindedir. İçerde ve dışarda Kürt düşmanlığıyla hem bölgesel politikada bir dizayn arayışı hem de şovenizmi körükleyerek toplumu felç etme peşindedir. Bu tırmandırdığı şovenizmde birincil derecede kullandığı politik argümandır. İkincisi ise emperyalistlerle ve bölge devletleriyle yaşanan çelişkilere yaslanmadır. Burada içi boş ve gerçek dışı bir kahramanlık hikayesi yazılmaktadır. Emperyalist güçlere ve sermayesine, bağlılık ve bağımlılık düzeyi buzdağının sadece görünen yüzüdür. Tüm yatırım, girişim ve hatta kara para aklama kanallarıyla emperyalist güçlerin sistemine bağımlı düzeydedir. Son olarak Sezgin Baran Korkmaz’ın zenginleşme hikayesinde, ABD patentli kara para trafiği ve bu küçük çaplı sermayeye dahi bürokratik-komprador burjuvazinin ne kadar ihtiyacı olduğu net bir şekilde görülmektedir. “Yerli ve milli sermaye ve yatırım” hikayeleri burjuva-feodal medyada yazılıp, hikayeleştirilirken SBK holdingin tek bir kuruşunun dahi kendisine ait olmadığı son açığa çıkan gerçeklerle görülmüştür. Yine “büyük ve çılgın proje” olan Kanal İstanbul tartışmasında Kılıçdaroğlu’nun buraya yatırım yapanları uyaran ve iktidara geldiklerinde “ödeme yapmayacakları” söylemine karşı, Tayyip Erdoğan’ın aslında yatırılan sermayenin “emperyalist mali oligarşinin” olduğunu itiraf eden “Söke söke sizden bu paraları uluslararası tahkim yoluyla da alırlar” açıklaması bağımlılık ve bağlılığın, ekonomik ve ona bağlı olan siyasi köleleşmenin itirafı niteliğindedir. Bu anlamda emperyalistler de dahil “yedi düvele” meydan okuyan söylemler ve tutumlar faşizmin gerçekliğinin üstünü örttüğü, şovenizmi körüklediği “içi boş” söylemlerdir. Halk kitlelerini uyutma yöntemidir.
KÜRT ULUSAL MÜCADELESİ KUŞATILIRKEN, ŞOVENİZMLE MÜCADELEDE GÖREVLER
Şovenizmi körüklemede, bilhassa Kürt düşmanlığı asıl politik gerçeklerdir. Bir yandan bölgesel hesapları gereği Kürtleri dize getirmeye çalışan askeri saldırılar sürerken, diğer yandan HDP üzerinden Kürt kimliğine ve hak mücadelesine saldırıların dozu artmaktadır. Devlet Bahçeli, İzmir HDP il bürosu baskınını ve Deniz Poyraz’ın katledilmesini “Deniz Poyraz PKK milisiydi” şeklindeki açıklamalarıyla adeta üstlenmiştir. Bir yandan “ülkenin birliğine yönelik” şeklinde “şovenist” argümanlarla “saldırıyı kınayan” faşist diktatörlük ve sözcüleri, diğer yandan saldırıyı HDP’nin hak ettiği, “PKK ile arasına mesafe koymamasının bir sonucu” diyerek sahiplenmektedir. Ki bu katliam sonrası, Deniz Poyraz anmalarına yönelik saldırılar, HDP’ye yönelik operasyonlar hızından bir şey kaybetmemiştir. HDP kapatma davası iddianamesinin de bu süreçte Anayasa Mahkemesi tarafından kabul edilmesi durumu olmuştur. Yani Kürt düşmanlığı, Kürtlerin tüm mücadele alanlarına yönelik saldırı çok yönlü, kapsamlı, her türlü biçimi içerecek şekilde sürmektedir. Bu şekilde Kürt ulusal mücadelesi zayıflatılmaya, ulusal hak talebinin “suç” sayılması, bu eksende nerede ve nasıl mücadele edilirse edilsin katletme ve tutuklama da dahil her yöntemin uygulanacağına dair bir politik mesaj verilmektedir. Kitleler bu şekilde bastırılmak istenmektedir. Bunun bir diğer ayağı da AKP-MHP’yi destekleyen ya da muhalefet eden kesimleri “beka sorunu” ve Kürt düşmanlığına dayalı yaklaşımla şovenizm etkisi altına almak ve tüm diğer sınıfsal çelişkilerin bu şekilde yönetilmesini sağlamak oluşturmaktadır.
Bu ağır saldırganlık dalgası içinde işçi ve emekçilerin hareketini takip etmek, çelişkilerini harekete çevirmek önemlidir. Bunun yanında şovenizmle açık ve kesin bir şekilde mücadele, Kürt ulusal mücadelesiyle daha güçlü bir dayanışma içinde olmak gerekmektedir. İşçi ve emekçilerin birliğini parçalayan, Kürt ulusuna köleleşmeyi dayatan şovenizmle mücadelede özellikle Türk halkına açık ve kesin bir dille Kürt ulusunun “Kendi Kaderini Tayin Hakkı”nı yani ayrı bir devlet kurma hakkını benimsetmek görevi söz konusudur. Faşizmle ancak savaşarak, yarattığı çelişkileri keskinleştiren ve olabildiğince keskin bir politik çizgiyle hareket etmeksizin her türlü ara çözüm, uzlaşmayı içeren politik yaklaşım kitlelerin faşizmin saldırılarına daha güçlü maruz kalmasına yol açacaktır. Çelişkiler keskinleşmektedir. Bu çelişkilerin keskin bir politik çizgiyle faşizme yönelmesi ve bir mücadele rotasını işaret etmesi zorunludur.