Gerçeğin görünenden fazlası olduğu sıklıkla ifade edilir. Bu çoğu zaman bir şeyi analiz ederken görünenin arkasında yatan şeyi açığa çıkarmanın ön kabulüdür. Şimdi “görünmeyen”e yapılan bu vurgu ise görünenin arkasında yatan şeylerin görünür olduğu ve yeni görünmeyen şeylere bakmanın ön kabulüdür. Bunun için de şu sıralar görünür olan şeylere bakmak gerekir. Örneğin; Sedat Peker’in itiraflarıyla görünür olan; hükümeti, yargısı, polisi, sermayesi ve medyasıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin gerici örgütlenme ağıdır. Peker’in ortaya döktükleri devletin kirli ve iç içe geçmiş ağının küçük bir kısmıdır. Bu itiraflar geçmişte yaşananların bugünkü ifadeleridir. Bugün ortaya çıkan itirafların nedeni ise tesadüf değil kokuşmuşluğun gizlenemez olmasıdır. Başka bir örnekse doğanın talanına dayalı rant politikalarının Marmara Denizi’nde müsilajla ortaya çıkmasıdır.
Marmara Denizi’ndeki müsilaj için de çokça duyduğumuz gibi öncesinde görmememiz orada olmadığı anlamına gelmez. Son kertede açığa çıkan şey ise sistemin kokuşmuşluğudur. Hidrobiyolog Levent Akyüz, Marmara Denizi’ni kaplayan müsilaj hakkında bir röportajında şöyle diyor: “Bu münferit bir olay değil, bir zincir, bir sonuç. Bundan sonra da böyle anomaliler göreceğiz. Marmara Denizi 1989 yılında öldü. Gördüğümüz, bir cesedin çürümesidir. Müsilajı kavrayabilmek için bu olgunun tarihine bakmalıyız.” Nasıl ki Türkiye Cumhuriyeti’nin bugün açığa çıkan gerici örgütlenmesini anlamak için onun geçmişine bakmak gerekirse müsilajı anlamak için de onun tarihine bakmak gerekir.
Gelenin gideni aratmadığı; hükümetlerin adeta birbirinin kötü bir benzeri olduğu ülkemizde, sürekli ekonomik kriz hali doğanın talanını da beraberinde getirir. Bunu günümüzde tarım alanlarına, meralara, ormanlara saldırılarda ve köylerde inşa edilmek istenen maden sahalarında, hidroelektrik santrallerinde görmekteyiz. İkizdere’de Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu köylülere şöyle diyordu: “Devletimiz buraya büyük bir yatırım yapacak. Bu yatırım için gerekli taş burada.” Orada devlet demek ise Cengiz Holding demekti. Cengiz’in doğa ile kurduğu ilişki de talan etmek zeminindedir. Doğa ne kadar talan edilirse Cengiz gibi şirketler o kadar kazanır. Yani doğanın kendini yenilemesinin devlet ve onun temsilcileri için hiçbir önemi yoktur.
Marmara Denizi’nde kirlilik sorunu ilk ortaya çıktığında devletin politik anlayışı bugünkünden farklı değildir. 1950’lerin ardından Haliç’te oluşan kirlilik, bugünkünden farklı olarak kalabalıklaşan çevre semtlerdeki nüfusun atıklarından oluşmuştur. 1971 yılında bu kirliliğin giderilmesi ve kanalizasyon suyunun arıtılması için çalışmalar yapılmıştır. Uygulanması gereken proje hayata geçirilmemiştir. Daha sonraki senelerde dönemin İstanbul Belediye Başkanı Bedrettin Dalan, “Haliç gözlerimin rengi gibi olacak” diyerek “Derin Deniz Deşarjı” isimli bir proje ortaya atmıştır. Bugünkü çevre politikalarıyla benzer bir yaklaşım; kısa sürede azami kâr, ertelenen ve gizlenen sorun, bu projede açığa çıkmıştır.
Derin Deniz Deşarjı kısaca “kirliliğin halı altına süpürülmesi” olarak tanımlanabilir. Karadeniz ve Ege suları arasında kalan Marmara’da iki yönlü bir akıntı vardır. Alt akıntı Karadeniz’e doğru akarken üst akıntı ise Ege’ye doğru akar. Derin Deniz Deşarjı, alt akıntıya kanalizasyonu bırakarak bunun Karadeniz’e gitmesi projesidir.
Bilim insanlarının karşı çıkışlarına rağmen uygulanan bu proje, denizin kirlilik seviyesini gün geçtikçe artırmıştır. Kirlilik nedeniyle oluşan bulanıklık suyun, güneş ışınlarını daha fazla emmesine neden olduğundan denizin ısısı yükselmiş, bu da müsilaja neden olan organizmaların çoğalmasına neden olmuştur. Marmara Denizi’nin başına gelenler bununla kalmamış, gelen her hükümet döneminde denizi kirleterek nefessiz bırakan projeler devam ettirilmiş, gizli veya açık bir biçimde Marmara Denizi atık göletine çevrilmiştir.
Doğada oluşturulan bu tahribatın yarattığı kriz elbette bunu yaratanlar tarafından çözülmez. Öyle ki iş üstünde asalak bir sineği anımsatan Karaismailoğlu, başka bir rant ve doğa katliamı sayılabilecek ‘Kanal İstanbul’ projesinin müsilajı bitireceğini söylemiştir. Müsilajın yüzeye çıkmasının ardından gelen tepkileri yumuşatmak için hazırlanan “Marmara Denizi Koruma Eylem Planı” ise belirsizliklerle doludur. Örneğin, “Organize sanayi bölgelerine (OSB) zaman verilecek ve kurallara uymazlarsa kapatılacak” denmekte fakat bunun için adım atılmamaktadır.
Yani hiçbir şey olmamış gibi fabrikalardan boşalan tonlarca atık Marmara’ya dökülmeye devam etmektedir. Filtresiz, çalışan santrallerin kapatılacağına dair uygulanmayan kararlar da düşünüldüğünde “planların” rantın devamını hedeflediği de söylenebilir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin, bugün görünür olan kirli ağının bir görüntüsü de Marmara Denizi’ndeki müsilajdır. Bu müsilaj, filtresiz çalışan santrallerin, sınırsız imtiyazlar tanınan maden ocaklarının görüntüsüdür. Bugün ortaya çıkan tablo, günümüzde yağmanın ve talanın sorumlusu AKP ile birlikte devletin yapısına dair bilgiler de sunmaktadır. Kanal İstanbul’u durdurmak ve müsilajın artmasına yol açan uygulama ve politikalara karşı harekete geçmek gerekir. Bir grup asalağın, doğamızı ve yaşamımızı zehirlemesinin önüne geçmek aynı zamanda yaşanılabilecek bir dünya kurmak için gereklidir.
Sonu gelen her siyasi iktidar gibi aleni biçimde yağmaya girişen AKP’nin önüne set çekmek ve iktidar değişse dahi bu politikalara karşı örgütlenmek gerekir. Akkuyu’nun, Kanal İstanbul’un, ihalesi tamamlanmış ya da inşaatı başlamış onlarca projenin karşısında durmak ve buna karşı mücadele etmek aynı zamanda sisteme karşı mücadele etmektir.