Hatırlanacağı gibi yakın zamanda CHP’li belediyelerde yaşanan TİS ve grev süreçlerinde işçilere dönük birçok antipropaganda yürütüldü; işçilerin maaş beğenmediği, biriken çöplerin halk sağlığını tehlikeye attığı, 90’larda SHP’li belediyelerin de işçilerin grevleri yüzünden kaybettiği gibi söylemler geliştirildi. Tüm belediyelerde, iştirak şirketler üzerinden kurulan taşeron sisteminin, “taşeron sistemi kölelik düzenidir” diyen CHP’li belediyeler de dahil olmak üzere belediye işçilerine nasıl bir saldırı aracına dönüştürüldüğü; “iktidar olmaya” hazırlanan CHP’nin sendikalarda yürüttüğü dizayn politikaları bu süreçte öne çıkan tartışmalar oldu. Diğer yandan bu süreçte devlet, düzen partileri, belediye yönetimleri ve sendika bürokrasileri üzerinden karşılaşılan çok yönlü saldırı ve kuşatmaya karşı işçilerin ve sendikaların nasıl bir mücadele stratejisi geliştirmesi gerektiği sorusu ortaya çıktı.
1993 yılında SHP’li Küçükçekmece Belediyesi’nde yaşanan ve özelleştirme/taşeronlaştırma saldırısına karşı ilk ciddi karşı koyuşlardan biri olan Küçükçekmece direnişi; işçi sınıfına yönelik genel saldırılar ve sendika bürokrasileri üzerinden hayata geçirilen sermaye politikaları bakımından bugünle önemli benzerliklere işaret etmektedir. Bu nedenle, dönemin Devrimci Demokratik Sendikal Birlik çizgisindeki öncü işçilerinin tanıklığıyla hazırlanan aşağıdaki yazının işçi sınıfının ve özelde belediye işçilerinin bugünkü mücadelelerine ışık tutacağını umuyoruz.
***
90’lı yıllar, 12 Eylül AFC sonrası olması bakımından başta işçi hareketleri olmak üzere hak alma mücadeleleri bakımından önemli gelişmelerin yaşandığı bir dönemdi. Bu dönemin önemli bazı noktaları bugüne benzeyen süreçleri de içinde barındırmaktadır. Bu nedenle geçmiş deneyimlerin doğru anlaşılması bugüne ayna tutacak bir özelliktedir. 90’lı yıllar bir yandan hak alma mücadelesinin olanaklarını sunarken diğer yandan ideolojik tasfiyelerin de yaşandığı bir süreçti. Bu durumun işçi hareketine nasıl yansıdığını direniş ve grevlerde ortaya çıkan deneyimler üzerine özetlemek yerinde olacaktır.
’89 Bahar Eylemleri ve Özelleştirme Saldırısı
Belediyeler, 1980 sonrası diğer iş kollarında da önemli mücadelelere konu olan ‘89 Bahar eylemleri sürecinin en dinamik iş kollarından biriydi. 1983’ten sonra kimi yeni ilçe belediyeleri kuruldu ve bu sebeple istihdam sorunu baş gösterdi. 1986 ile 1990 arası belediyelere işçi alımları yapıldı. 1989 seçimlerinde SHP’nin belediyeleri kazandığı dönemde, 12 Eylül’de ve öncesinde tutuklanan birçok devrimci de hapishanelerden tahliye oldu. Genel hizmetler iş kolundaki işçi alımları kısmi de olsa devrimcilerin üretim alanına alındıkları bir süreçti. Bir yandan da sendikal alanda 1989’da önemli değişimler yaşanıyordu. Bu değişim kendini sendika şubelerinde gösterirken merkezi yönetimlere istenilen kadar yansımadı. Fakat bu dönemde taşlar yerinde oynadı diyebiliriz.
1989’da seçimleri kazanan SHP’li belediye yönetimlerinin ilk yaptıkları şey özelleştirme hamleleri oldu. 28 Ocak kararlarının merkezini oluşturan Özal fikriyatı 1991’de Kartal’da başladı. Oldukça ciddi bir direnişle karşılaşan Kartal Belediyesi’ndeki özelleştirme sürecinde sendikal rekabetin de ilk saldırısı başladı. Özelleştirme ve sendikal rekabet, saldırı sürecinin birbirini tamamlayan iki halkasıydı.
Özelleştirmelere Paralel Sendikal Rekabetin Devreye Koyulması
1984’den sonra işçilerin örgütlü bulunduğu denebilir ki tek sendika Türk İş idi. Hak İş de vardı ama etkisizdi. Sendikalı tüm belediye işçileri Belediye İş Sendikası’na üyeydi; 1991’de üye sayısı 170 bine dayanmıştı. 1989’da işçi sınıfının yükselen mücadelesine ilk saldırı, 1992’de ani bir kararla DİSK’in açılmasıyla başladı. DİSK’in açılmasına karşı çıkan TÜSİAD’a, Özal’ın “DİSK eski DİSK değil. Ayrıca sendikal rekabetten işverenlere zarar gelmez.” sözü bir gerçeğin ifadesiydi. Gelişen işçi hareketine karşı ilk saldırı hamlesi, dalga kıran niteliğindeki bu “sendikal rekabet”te yaşam buldu. Böylece sınıfın mücadele enerjisi içe yöneltildi. Ortaya çıkan sorunlar sınıfın örgütlülüklerine olan güveni zayıflattı ve sendikalardaki devrimci-demokratik değişim frenlenerek sendikalar kontrol edilebilir halde tutuldu. Bu hem yeniden açılan DİSK hem de denetimde olan Türk İş açısından böyleydi. Bu süreç sınıfın sendikalara yön veren değişim enerjisini ve Türk İş’i değiştirme mücadelesini körelterek sınıfın ortak hareketini geriletti.
Diğer ciddi saldırı işçilerin ücretlerinin zamanında ödenmemesiyle başladı. Ücretlerin ödenmemesinin, aylarca geciktirilmesinin arkasında başka planlar vardı. İşçilerin yaptıkları direniş ve eylemler neticesinde hizmetler aksayacak, bunun nedeni olarak işçiler gösterilecek ve sorunu çözmek adına özelleştirilmelere (“özelleştir kurtul”) zemin yaratılacaktı.
Özelleştirmelerin de içinde bulunduğu birçok ekonomik saldırı 89’lardan başlayan döneme denk geliyordu. Bizler bu sürecin başında ve aynı zamanda Küçükçekmece direnişini örgütlerken saldırıyı ve saldırı biçimlerini henüz tüm yönleriyle gören, anlayan, bilenler değildik. Ama sınıfla birlikte direnişe yoğunlaştığımızda direnişin kendisi bize yapılması gerekenleri öğretti ve çeşitli öğretiler sundu. ‘89 bahar eylemlilikleri ve ‘93 Küçükçekmece direnişine kadarki süreçte sınıftan öğrendiklerimizi, direnişlerde yine sınıfla birlikte uygulamaya, geliştirmeye çalışan bir dönem geçirdik. Bu anlamda sınıfın içinde olduğunuzda, mücadele ettiğinizde, saldırılara yanıt oluşturduğunuzda önemli kazanımlar elde edilebildiğini ve en kapsamlı saldırılara karşı da çeşitli yollar çizilebildiğini deneyimledik. Ortaya koyduğumuz bu tablo, Küçükçekmece direnişi öncesi koşulların doğru anlaşılması bakımından önemlidir.
Devrimci Demokratik Sendikal Birlik Anlayışının Geliştirilmesi
Sendika şubesi olarak ‘89 Bahar eylemlilikleri sürecinde, sınıf içinde saldırılara ve güncel mücadelelere dair devrimci-demokrat işçilerden oluşan Devrimci Demokratik Sendikal Birlik anlayışını şekillendirmiştik. Bu anlayış gelişen süreçlere dair tutum geliştiriyordu. Küçükçekmece direnişinde de bu anlayış, direnişin sürdürülmesinde ve başarılı olmasında önemli bir rol oynadı. Küçükçekmece’deki direniş, başından sonuna kadar adeta tüm zamanların en organize ve örgütlü mücadele örneğini göstermişti. DDSB anlayışı, 89’dan başlayarak bu süreçteki direnişlerde sınıfın örgütlenmesine dair üç önemli sonuç ortaya çıkarmıştı. Bunlar, işyeri temsilcilerinin önemi ve görevleri; işyeri komiteleri ve kararların işçilerle alınmasına dairdi. Bu üç sonuca dayalı olarak Küçükçekmece direnişine de yön verilmiş ve direnişin zengin deneyimleriyle DDSB anlayışı daha da derinleştirilmişti.
Her üç mekanizma da sınıfa yönelik saldırılarda sınıfın kendini savunması için grev, direniş ve hak alma mücadelelerinde sınıfı en hızlı ve etkili harekete geçiren araçlardı. Ancak bu dönemde 12 Eylül’den kalan düzenlemelerle sendikaların belirlediği temsilcilik sistemi hâkimdi. Bu süreçte işçilerin seçtiği “işyeri işçi temsilcileri”nin, sendika temsilcileri olarak kurumsallaştırılması sağlandı. İşyeri komiteleri de benzer bir biçimde ele alındı ve işyeri temsilcileriyle koordineli bir biçimde örgütlendi. Doğal olarak sendika yönetimlerinin üstten belirlediği bir işleyişi değil işçilerin, işyeri komiteleri ve temsilcilerin sendikayı; alınan kararları ve yönelimi belirlediği bir işleyişi oturtmuş olduk.
Uzun Soluklu Bir Mücadele: Küçükçekmece Direnişi
Küçükçekmece direnişi talepler bakımından işçilerin ücretleri üzerine başlasa da özelleştirmeye karşı bir direnişti. Uzun süreye yayılan ve kendi içinde farklılaşan eylemleriyle birlikte ’90 sonrası önemli direnişlerden biriydi. O dönemde genel olarak hizmet iş kolunda yani belediyelerdeki eylem ve direnişler, iş bırakma yani üretimi durdurma şeklinde kendini gösteriyordu. Küçükçekmece direnişi aslında bu gerçekliğin içinde başka bir mücadele tablosunu da ortaya çıkardı.
Küçükçekmece direnişi bir “grev” değildi. İşçilerin ücreti ödenmedi ve 8 ay ücret alamadılar. Ücretlerin ödenmemesindeki amaç ise eyleme geçen işçiyi hedef tahtasına oturtmak, çeşitli manipülasyonlarla (“işçiler zaten çalışmıyor, çöp dağları oluştu vb.”) direnişin meşruluğuna gölge düşürmek, 89’larda kazanılan hakları budamak ve özelleştirmenin önünü açmaktı. Bir taraftan verdiklerini diğer taraftan daha fazla almak ve mücadelenin yükselen dalgasını kırmak istiyorlardı. Yeniden açılan DİSK’e bağlı Genel İş, SHP’li belediyelerin önemli bir bölümünde işveren desteği ile örgütlendiği için ağırlığı da buralarda yoğunlaşmıştı. Genel İş Genel Merkezi ile SHP’li belediyeler arasında görüşmeler oluyordu ve amaçlanan plana göre belediye yönetimleri Genel İş’i destekleyecek, sendika bürokrasisi de belediyelerde eylem yapılmasının önüne geçecekti. Artık sendikal rekabet de direnişe karşı aktif bir biçimde devredeydi. Yükselen mücadelenin kırılması ve özelleştirmelerin gerçekleştirilebilmesi için bu nokta önemliydi. Küçükçekmece direnişinde işyeri temsilcileri, komiteler ve işçilerle yapılan tartışmalarla bu saldırılara karşı izlenmesi gereken yol belirlendi ve saldırılar büyük oranda boşa çıkarıldı.
Ücretler ve ikramiyeler ödenmiyor, toplu sözleşmeye uyulmuyordu. İşten çıkarmalar da yoğunlaşmıştı. Parça parça ifade etmek gerekirse Bağcılar, Güngören, Zeytinburnu, Kâğıthane, Ankara, İzmir direnişleri de bu dönemde yaşamıştı. Ama Küçükçekmece direnişi diğerlerine göre belli bir farklılık taşıyordu. Direniş, dar sınırlarda kalmamış, halkı da kapsayacak şekilde dönüştürücü bir güç örgütlemiş ve meşruluğunu tesis etmişti. Mücadele süreci ve direniş üç gün, beş gün, bir ay değil yaklaşık olarak 8 ay sürmüştü. Belediye İş Sendikası İstanbul 2 Nolu Şube öncülüğünde önce iş durdurma eylemleri başlatıldı. Bu yöntem defalarca denendi; yine açlık grevi, yürüyüşler, basın açıklamaları, bildiri dağıtımları ve uğradığımız saldırılar sonucunda polisle çatışmaya da dönüşen her türlü eylem biçimi denendi. Bir eylemde polis işçilere ateş açacak kadar ileri gitmişti. Belediyelerin, polisin, burjuva basının, hükümet ve düzen partilerinin işçi karşıtı bu ortak tutumu, işçilerin sınıf bilincini geliştiriyor, onları birbirlerine daha da kenetliyor ve kazanmak zorunda olduklarını gösteriyordu.
‘İşçi Fazlası’ Yalanıyla Taşerona Alan Açma
‘90 yılında toplusözleşme imzalandıktan sonra maaş farklarının alınamaması, maaşların düzensiz ödenmesi, aynı yılın haziran ayında eylemleri başlatmıştı. Önceki belediye başkanı Ertuğrul Tığlay döneminde sürekli aynı nedenlerle eylemler gerçekleştirildi. 92’de yapılan toplusözleşme sonrası da maaş farkları alınamamış, 33 gün süren bir eylemimiz olmuştu. Küçükçekmece Belediyesi’nde yolsuzlukların ayyuka çıkmasıyla Ertuğrul Tığlay görevden alınmıştı. Belediyenin tüm sorunlarını çözeceğini iddia ederek Tığlay’ın yerine SHP-DYP itifakıyla Ali Rıza Gürkanat gelmişti. Gürkanat, verilmeyen bu farkları da devralmıştı. Ancak Gürkanat sendikal rekabeti kullanarak 4 aylık maaşları vermemiş, var olan sorunları ağırlaştırmaktan başka bir iş yapmamıştı.
Bir devlet politikası olan özelleştirmenin belediyelere düşen payını Küçükçekmece Belediyesi’nde yaşama geçirmeye çalışan Gürkanat, 500 işçiyi de işten atacağını açıkladı. Burjuva basının da aktif desteğiyle belediyenin ortaya attığı en önemli yalanlardan biri “işçi fazlası” olduğuydu. Oysa nüfusa göre belirlenen çalışan sayılarına göre Küçükçekmece Belediyesi’nde 2400 işçi çalışması gerekirken 1600 işçi çalışıyordu. “İşçi fazlası” yalanı müteahhitlere para kazandırmak, taşerona iş vermek içindi. İşçilerin tüm haklarını ödeyeceğini de belirten Gürkanat, birçok defa olduğu gibi verdiği sözde durmadı. Tek yanlı olarak yaptığı ödeme programını da yaşama geçirmedi. İşçilerin önemli bir bölümünün SHP’li olmasını da hesaba katan Gürkanat -ki daha önce Tığlay’da aynı nedenlerle rahat davranmıştı- oldukça rahat davrandı, işçinin alacaklarını ödemek için hiçbir çaba içine girmedi. Ancak Küçükçekmece belediye işçisi işverenin bu hesabını altüst etmekle kalmadığı gibi sınıf sendikacılığının temel ilkelerinden biri olan söz ve karar hakkının tabana ait olması ilkesini de hayata geçirerek ve birleşerek direnişi büyüttü.
İşçiler Okulların ve Sağlık Ocaklarının Önündeki Çöpleri Topluyor
Gürkanat ödemeyi yapmadığı gibi, 5 Kasım günü taşeron firmanın çöp toplamasını istedi. İşçiler, polisin coplu saldırılarına ve birçok merkezin çevik kuvvet tarafından işgal edilmesine karşın taşeron firmanın çöp toplamasını engellediler. Yaralanan, gözaltına alınan işçiler oldu, polis saldırılarını protesto etmek için yürüyüşler yapıldı, karakol önünde nöbetler tutuldu. Taşeron firma İTEMSAN; Küçükçekmece polisleri, Çevik Kuvvet, motorize polis güçleri ve zabıta korumasında çöpleri topluyorlardı. Ancak işçilerin karşı direnişiyle taşeron firma kaçmak zorunda kaldı. O günlerin ardından işçiler halk sağlığını göz önüne alarak sadece okulların ve sağlık ocaklarının önündeki çöpleri tamamen kendi inisiyatifleriyle toplamaya başladılar. Her gün 4 kamyon çıkarılıyor, kendi belirlediğimiz sayıda ve yerlerde çöpleri topluyorduk. Fakat bu aynı zamanda uzun süreli direnişi halka taşıyarak geliştirmek ve anti-propagandanın önüne geçmek için bir taktik olarak yaşam buldu. İnisiyatif işçideydi, halkın desteği sağlanmıştı, belediyenin çöp sorunu ortadan kalkmamıştı ve aynı zamanda herkese direnişin “çöpsüz” de devam edebileceği gösterilmişti. Daha önceki eylemlerde halk “yine mi çöpçüler zam istiyor” diye tepki gösterirken bu sefer halk işçilerin yanındaydı.
Muhtarlardan ‘Direnişi Destekliyoruz’ Bildirisi
Halka dönük yapılan A-P çalışmaları ve görüşmelerin sonucunda Küçükçekmece’de bulunan 23 mahalle muhtarının 18’i, yayınladıkları bir bildiri ile işçilerin direnişlerini desteklediklerini açıkladı. Muhtarlar Derneği Başkanı Ramazan Demir ve Yönetim Kurulu, belediye başkanı ile görüştüler, işçilerin alacakları için “ben öderim” diyen Nurettin Sözen’den randevu aldılar. İşçi temsilcileri, 9 muhtar ve Küçükçekmece Belediye Başkanı Gürkanat, Sözen’le görüşmeye gittiler. Ancak Sözen de alacaklarla ilgili teminat vermediği gibi “hiçbir belediye nakit ödeyemez” diyerek oyalama taktiği izlemişti. Aynı zamanda Gürkanat, aylardır açlığa mahkûm ettiği işçileri, nakit 10 milyar ile satın almaya çalıştı fakat işçiler bu oyuna gelmeyip eylemlerine devam ettiler. Direnişin otuzlu günlerinde 22 tane eylem yapılmıştı.
Taban Örgütlenmelerine, Komite ve Temsilcilere Dayanma
Küçükçekmece direnişinde yirmili günlere gelindiğinde üretimi durdurmanın yeterli olmadığı görülmüştü ve direnişin karşılaştığı sorunlara dair tartışmalar yapılmaya başlandı. Bu tartışmalar sadece Küçükçekmece’de değil sendika şubemizin örgütlü olduğu tüm temsilcilerle yapıldı. O dönemde sendika şubemiz Avcılar, Küçükçekmece, Bahçelievler, Güngören, Zeytinburnu’da ve İBB’de bin işçiyi kapsayan beş müdürlükte örgütlüydü.
Ücretleri ödenmeyen işçilerle uzun soluklu bir mücadeleye ihtiyacımız vardı. Bu tartışmalardan çıkardığımız sonuçlardan birisi sınıfı kendi içerisinde örgütlememiz gerektiğiydi. Çünkü sendikal rekabetin arttığı bir dönem olması nedeniyle işçi sınıfının örgütlü gücü parçalıydı. Bunu da dikkate alarak bir mücadele hattı örmeye karar verdik. Direnişimizde, fiili bir grev özelliği kazanan iş bırakmalara ara vererek işçilerle tartışmalara ağırlık verdik ve bazı sonuçlar çıkardık.
Bizim işçi sınıfını örgütlememiz lazım? Peki sınıfı hangi yöntem ve mekanizmalar üzerinden örgütleriz? Bu sorulardan hareketle işçiler, işyeri komiteleri ve işyeri temsilcileri üzerine ortaya koyduğumuz anlayışı hayata geçirme yanında direniş boyunca direniş dışındaki tüm işçilerin birebir bilgilenmesini sağlayacak bir çalışmaya ihtiyacını ortaya koyduk. Yaklaşık 10 günlük bir bilgilendirme, tartışma süreci örgütledik. Önce temsilcilerle, sonra işyeri komiteleriyle ve nihayetinde tabanla tartıştık ve bu süreci bitirdik. Bitirdik dediğimiz şey, önümüzdeki mücadele sürecinin yol ve yöntemlerine dair tartışmalardı. Tartışmalar sürecinde karar mekanizmaları ise şöyle gelişti: İşçiler tabanda tartışıyor, ardından komite tartışıyor, komiteler temsilcilerle birlikte tartışıyor ve ortaya çıkan sonucu tekrar işçilere sunuyor. İşçilerin son tartışma ve eğilimlerine uygun olarak bir ekibimiz de bu tartışmalardan çıkan sonuçları karara dönüştürüyordu. Alınan kararların ardından işçilerle birlikte harekete geçiyorduk. Tartışma ve karar süreçleri böyle örgütlenince bizler açısından daha güçlü bir mücadelenin de olanakları açığa çıkıyordu. Bunlardan bazısını belirtmek gerekirse: Biz hiçbir eylemde “işçiler acaba katılır mı” diye bir kaygı duymadık. Yine direniş bağlamında direnişe “kim gelir kim gelmez, kim ne yapar, bunu kim yapar” diye de tartışma yaşamadık. Çünkü kararı bizzat işçiler alıyordu, herkesin görev ve sorumlulukları belliydi.
Sendikal Rekabete Karşı İşçilerin Birliği
Öyle bir mekanizma kurmuştuk ki Türk İş ve DİSK’e bağlı iki ayrı sendika ve bu sendikalar arasında önemli farklılıklar olmasına rağmen biz bu süreci iki sendikanın işçilerini de kapsayan toplam içerisinde işletiyorduk. Çünkü, ortaya koyduğumuz mekanizmayı sendika ayrımlarına hapsolmadan sınıfa dayandırmıştık. Her iki sendikada örgütlü tabandan işçilerle, bir ay süren ortak toplantılar yapılarak ortak bir komite oluşturuldu. Komitenin ve tabanın bilgisi, onayı olmadan sendikalar belediye yönetimiyle görüşmeyecekti. Bu mekanizma içerisinde olmayan, buna karşı çıkan hiç kimsenin o alanda, işçilerin arasında kalma şansı yoktu. Bütünde sınıfa önemli zararlar veren sendikal rekabeti dahi belli oranda avantaja dönüştürmüştük; sendikal rekabet “daha fazla, daha iyi mücadele etme” konusunda bir rekabete dönüşmüştü. Bürokratik anlayışlar yıkılmış bunun yerine işçilerin taban iradesi belirleyici olmuştu.
Temsilciler üzerinden tartışma ve müdahalelerle, ortak tutum ve ortak eylemlerin önemli olduğu işçilere kavratılmıştı. Doğallığında işçilerin bütününde de birlik sağlanmış ve direniş kırıcılığının da önüne geçilmişti. İşverenin birçok oyunu boşa çıkarıldığı gibi belediye başkanının güdümündeki ve aynı zamanda üretim dışındaki kesimlerin de önüne geçildi. Direniş kırıcılarının geri çekilmesinde söz konusu “kravatlı takım”ın bir kısmının işçiler tarafından dövülmesi de etkili olmuştu.
Sendikal Bürokrasinin Etkisiz Kılınması ve Sendikal Mücadelenin Ortaklaştırılması
Direnişin merkezinde Belediye İş 2 Nolu Şube vardı ancak sendikanın genel merkezinin direnişe karşı tutumu önemliydi. Çünkü işi sınıfının mücadelesinde, işverenlerden sonra bir de sendikal bürokrasi gibi önemli bir düşmanı vardı. Yürütülen mücadele bu faktörü de hesaplamak, ona karşı da bir strateji oluşturmak zorundaydı. Herkes sendikacı olabilirdi fakat sınıftan yana olmayabilirdi. O dönem bu bilinci de net bir biçimde ortaya koymuştuk: Sendikacı ya da sendikalı olmak sınıftan yana olmak demek değildi. Sınıftan yana olmanın kriterleri belliydi ve bu bilinçle bizzat işçiler sendika bürokrasisi üzerinde denetim kuruyordu.
Sendika genel merkezini sürecin içinde tutmak için; daha doğrusu işçi iradesinin ağırlığını hissettirmek için çeşitli yöntemler izliyorduk. Temsilciler, işyeri komiteleri ve şube yönetiminin yaptığı tartışmalara genel merkez yöneticilerini de katıyorduk. Sınıf içerisinde oluşturduğumuz kararları merkez yöneticilerine taşıyor ve yine işçilerin içerisinde bu kararları onlara da onaylatıyorduk. Böyle olunca sendika bürokrasisi kararlara ve sürece uymak zorunda kalıyordu. Sendika genel merkezinin direniş sürecine dahil edilmesi, merkezi düzeyde diğer sendikaların, o sendikalara üye işçilerin katılım ve desteğini de artırıyordu. Yine bu süreçte ekonomik durumları iyice kötüleşen işçilere sendika genel merkezinin bütçesini oluşturduğu 7 ton erzak dağıtabilmiştik. O dönem Belediye İş Sendikası’nın genel merkezi İstanbul’daydı. İşçilerin haklı taleplerini reddetse, direnişe karşı tutum geliştirse genel merkez yöneticileri teşhir olacaklarını ve hatta aylardır maaş alamamış öfkeli işçilerin sendika genel merkezini basacaklarını iyi biliyordu.
Bu döneme dair bir diğer önemli nokta ise bir direnişin kendisi dışındaki alanlarla birlikte mücadele etmesinin sağlanmasıydı. Örneğin, bize Küçükçekmece Belediyesi bağlıydı ama önemli ve kritik zamanlarda diğer belediye işçileri de Küçükçekmece direnişine destek veriyor, aynı anda yürüyüş ve iş bırakma eylemleri yapıyordu. Çünkü mesele tek başına Küçükçekmece direnişi değildi. Kendi şubemize bağlı işçiler yanında genişletilmiş temsilciler toplantıları yoluyla Belediye İş’in diğer şubelerini ve Türk-İş’e bağlı bazı başka sendika şubelerini de hareket geçirmeyi başarmıştık.
Özelleştirmeler Karşısında Farklı Tutum
Mücadeledeki araçlarımızın, eylem ve etkinliklerimizin, ajitasyon ve propagandamızın nasıl olması gerektiği üzerine de tartışmalar yürüttük. Özelleştirmeler nedeniyle işçinin patronunun kim olması gerektiğinin; devlet mi özel sektör mü meselesinin bizim üzerinde duracağımız asıl konu olmadığı üzerine işçilerle uzun süre tartıştık. Bizim üzerinde duracağımız şey, özelleştirme sonrası sınıfın uğrayacağı hak kayıpları ve halkın göreceği zararların anlaşılması; bu zararların ve tehlikenin sınıfa ve halka gösterilmesiydi. Ve aynı zamanda patron kim olursa olsun sınıfın örgütlülüğünün korunmasıydı. Özelleştirmeye karşı çıkarken bu eksenden hareketle işçilere güvencesizlik, işten çıkarma gibi saldırıların yoğunlaşacağı öngörüsü ile hareket ettik. Ve bu sayede birtakım hak kayıplarını engelledik ve kimi kazanımlarımızı koruduk. Özelleştirmeler karşısındaki bu tutum sendikal harekette ilk defa söylenen bir anlayış olarak da işçi sınıfı tarihine geçti. Özelleştirmeler üzerinden “Halkındır satılamaz.” şeklindeki yaklaşımların işçi sınıfının -devlet veya özel fark etmez- patronlara karşı bilincini bulanıklaştıran tehlikeli bir yaklaşım olduğunu o dönemlerde ifade etmiştik.
İşçi Ailelerinin ve Halkın Desteğinin Örgütlenmesi
Küçükçekmece direnişinin en önemli yanlarından bir tanesi de direnişte bulunduğumuz alanlarda, belki de ülkede bu düzeyde ilk defa işçilerin, eş ve çocuklarının katılımıyla direnişi sürdürmeleriydi. İşçi ailelerinin direnişin bir parçası kılınması hem aileler nezdinde bir değişimi hem de direnişin işçilerle sınırlı kalmayıp halklaşması sonucunu ortaya çıkarıyordu. İşçiler eylem yaptığında işçi ailelerinin oransal olarak en azından %35’i bu eylemlerde yer alıyordu. Küçükçekmece direnişinde İkitelli halkı iki otobüsle desteğe gelmişti ve bu direniş için çok değerliydi. Bu süreçte önemli bir kesim biriken çöpler üzerinden yaratılan tartışmalarda boğulurken, bu konuda bizim tavrımızı beklerken biz direnişin başka yanlarına yoğunlaşarak yeni mücadele yöntemleri elde ediyorduk. Çöpleri topladığımız zamanlar oluyordu, üretim ve hizmet inisiyatifi bizdeydi. Ancak çöpleri neden topladığımızı halka anlatıyor, direnişimizin haklılığını kavratıyor ve ajitasyon-propaganda çalışmalarını yoğunlaştırıyorduk. Bu sayede direnişimizi yeniden organize ediyor ve halk desteğiyle daha güçlü bir biçimde direnişi sürdürüyorduk. Bunu, direnişin uzun bir mücadele gerektireceği bilinciyle hayata geçiriyorduk. Yürüyüşlerimizi bilinen ana yollardan değil şantiyelerden başlatıp mahalle aralarından yapıyor, ailelerimizle ve halkın desteğiyle belediye binasına geliyorduk.
Küçükçekmece direnişinde belediyenin gelir ve giderlerini halkla paylaşmamızın da önemli bir etkisi oldu. İşçilere karşı yalan ve manipülasyona başvuran belediye yönetimini, belediye gelirlerinin harcandığı yerleri ortaya koyarak teşhir etmiş ve özelleştirmenin kimleri zenginleştirmek için uygulanmak istendiğini halka daha somut ve örneklerle anlatabilmiştik. Yine muhtarlar örneği, direnişin halktaki meşruiyetinin bir göstergesiydi.
E-5 Karayolunun Trafiğe Kapatılması
Bu dönemde farklı birkaç eylem daha örgütledik. Küçükçekmece’deki mücadelemizin altıncı ayında çöp toplama kamyonlarımızla üç sıra halinde ve 15 araçla belediye binası önünde E-5 karayolu Avcılar istikametini trafiğe kapattık. Eylem 3 şoför, 2 sendika yöneticisi, 5 temsilci ve 5 işyeri komitesinin olduğu dar bir grupla kararlaştırılmıştı. Eylem, işyerlerinden belediyeye yürüyüş olarak örgütlenmiş ve 12.00’da basın açıklaması olarak kamuoyuna duyurulmuştu. Yaklaşık 2.000 kişiyle belediyeye gelmiştik ve yol kapatılınca bir anda herkes buraya odaklanmış oldu. Araç trafiği Boğaziçi Köprüsü’ne kadar uzanmıştı. O dönemin asayişten sorumlu emniyet müdür muavini araçların anahtarlarını vermemiz ve yolu açmamız için adeta yalvarıyordu. Belirlenen süre dolunca hiçbir arkadaşımız hakkında işlem yapılmayacağı şartıyla yol açıldı. Bu eylem direnişimizin etkisini daha da artırmıştı.
Belediye Binasının İşgal Edilmesi
Yine etkili diğer bir eylemimiz ise yılbaşından yakın zaman önce yaklaşık 400 işçi ile 24 saat Küçükçekmece belediye binasını işgal etmemizdi. Karar komite ve temsilcilerle alınmıştı. Bunun öncesi bilinen yürüyüşlerimizden biri yapıldı. Yürüyüşün tamamlanmasının ardından ve 17.00’da memurların işleri bitince kapılar kapatıldı, giriş çıkışlar yasaklandı. Gece geç saatlerde saldırının olacağı anlaşılınca ne kadar masa ve sandalye varsa kapılara ve camlara yığdık. Sabaha karşı havadan polis helikopterleri ve çatıdan itfaiye araçları ile binaya operasyon düzenlendi, kapılar, camlar kırılarak içeri girildi ve tüm arkadaşlarımız polis saldırısıyla gözaltına alındı. 9 kişi hariç tüm işçiler karakoldan serbest bırakıldı. 9 arkadaşımız ise üç gün gözaltında tutuldu.
Direniş Kazandı, Sınıf Düşmanları ‘İşçiler Haklı’ Demek Zorunda Kaldı
Sekiz ayı bulan ve kimi zaman beş bin kişiyle yürüyüşler yaptığımız Küçükçekmece’deki mücadele sürecinin; Ekim, Kasım ve Aralık’a denk gelen son üç ayı daha yoğun bir direniş biçimini almıştı ve işçilerin zaferiyle sonuçlanmıştı. Yapılan anlaşmaya göre belediye yönetimi temin ettiği 50 milyar lirayı başta ‘92 yılından kalan alacakları kapatmak için işçilere dağıtacak; direniş süresi içinde herhangi bir yevmiye kesimi yapılmayacak, direniş nedeniyle herhangi bir yaptırım uygulanmayacaktı. Yine işçilerin ücretlerini gecikmesiz verecek, ödenmeyen işçi alacaklarını (ki bu yaklaşık 5 maaş kadardı) en geç yeni belediye seçimleri yapılmadan sıfırlayacaktı. İşçi taleplerinin kabulüyle, söz konusu 50 milyar lira dağıtıldıktan sonra işçiler işbaşı yapacaktı vs.
Belediye yönetimi, işçinin aylar süren mücadelesiyle elde ettiği hakları sanki bir lütufmuş gibi törenle dağıtmış, bu durumu dahi bir seçim propagandasına dönüştürmeye çalışmıştı. Yapılan törene Nurettin Sözen, Yüksel Çengel, Ethem Cankurtaran ve birçok SHP’li katılmıştı. A. Rıza Gürkanat, sanki sorunu yaratan, işçiyi mağdur edenlerden biri değilmiş gibi bir işçi dostu havasında tüm sorumluluğu kendisinden önceki belediye başkanı Ertuğrul Tığlay’a, mafyaya ve dolaylı olarak ortağı olan DYP kanadına atmaya çalıştı. Oysa A. Rıza Gürkanat, daha öncesinde de Tığlay’ın yardımcısı ve belediye meclisi üyesiydi. Suçladığı DYP’lilerle de halen ortak olarak belediyeyi yönetiyordu. Törende yine Küçükçekmece Kaymakamı da “işçilerin haklı olduğunu, kendisinin sorunları yetkililere hep ilettiğini” belirterek herhangi bir taşkınlık yapmadan direniş yaptıkları için işçilere teşekkürlerini iletmişti. Oysa işçiler kaymakamın tutumunu da yakından biliyorlardı. İşçilere “Yasadışı direniş yapıyorsunuz. Ben devletim. Siz ailelerinizle 5 bin kişisiniz. Bu ilçede 500 bin kişi yaşıyor, ben 5 bini 500 bine feda ederim. Gerekirse sizi yok ederim.” diyen ve işçilerin üzerine polisi süren, işçilere ateş açtıran, işçileri dipçikleten, coplatan da aynı kaymakamdı.
Dönemin SHP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü de bizzat gelip belediye yönetimine müdahale etmek ve işçilere “siz haklısınız” demek zorunda kalmıştı. Direniş hem Küçükçekmece’de hem de ülke genelinde işçiye ve direnişe karşı saf tutmuş tüm sınıf düşmanlarını dize getirmiş ve onlara “işçiler haklı” dedirtmişti. Bu başarıyı sağlayan şey; işçilerin sınıf iradesinin açığa çıkarılması; başka bir deyişle sınıf sendikacılığının hayata geçirilmesi ve aynı zamanda geniş kesimleri de içine alan daha bütünlüklü, daha organize ve daha etkili bir mücadele hattının geliştirilmesiyle ilgiliydi.
Direnişte Hayata Geçirilen Yöntemlerin Özeti
Küçükçekmece’de ücretlerin ödenmemesi ile başlayan süreçte ortaya koyduğumuz mücadele yöntemleri ve direniş biçimlerinin birçoğu o günkü koşullarda işçilerle tartışmalarda üretilmişti ve direniş sürecinde geliştirilmişti. Kuşkusuz işçi sınıfı mücadelesinin tarihsel ve teorik birikimi yanında özellikle 89’la başlayan sürecin deneyimleri bize yol gösteriyordu. Tartışmaları daha eskiye dayanmakla birlikte Devrimci Demokratik Sendikal Birlik anlayışının işçi sınıfı içerisinde ete kemiğe bürünmeye başlamasının da 89’la başlayan döneme denk gelmesi de bu bakımdan önemliydi. Küçükçekmece direnişi, sınıf sendikacılığı anlayışımızın somut mücadeleler içerisinde geliştirilmesinde belli başlı örneklerden biriydi. Direnişin ders ve kazanımları, ileriki mücadelelerimizde bize yön gösterdiği gibi ülkemiz işçi sınıfının mücadele tarihine de bir katkı niteliğindeydi. Bu ders ve deneyimlerin güncel koşullar içerisinde yeniden tartışılması, bugüne hizmet edecek mücadele stratejilerinin geliştirilmesi bakımından önemlidir.
Özetle, Küçükçekmece direnişinde hayata geçirilen yöntemleri ise şöyle sıralayabiliriz:
1- İş bırakmalar,
2- İşçi ailelerinin, komşularının, muhtarların ve halkın desteğinin örgütlenmesi,
3- Birkaç koldan mahalle aralarından yürüyüşler,
4- Değişik bölgelerde yaygın bildiri dağıtımı ve araçlarla sesli anonslar,
5- Özelleştirmelere karşı bilinçlendirme çalışmaları, işçilerde ve halkta karşı çıkışın örgütlenmesi,
6- Belediye işverenlerinin ve çıkar ilişkilerinin teşhir edilmesi,
7- Sendikal mücadelenin ortaklaştırılması, sendikal rekabetin ve sendika bürokrasisinin etkisizleştirilmesi,
8- E-5 karayolunun trafiğe kapatılması,
9- Küçükçekmece belediye binasının işgal edilmesi,
10- Basın komitesi kurularak siyasi partilerin, milletvekillerinin, parlamentonun, basının ve kamuoyunun sürekli olarak bilgilendirilmesi, direnişin propagandasının yapılması.