TC devletinin bir süredir Irak Kürdistanı’nda işbirlikçi KDP’nin desteğiyle operasyonlar yaptığı ve üsler kurduğu biliniyor. Kandil bölgesine ve dolaylı olarak Şengal’e dönük saldırı ve işgal tehditleri sürerken TC Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan “Çarşamba günü sizlere birçok güzellikleri takdim edeceğim.” diyerek bir müjde vermenin hazırlığını yapıyordu. PKK’nin Garê’deki üslenim alanlarına, 50’den fazla uçak ve onlarca helikopterle yapılan bombardıman ve askeri operasyonla anlaşıldı ki Erdoğan’ın vermeye hazırlandığı müjde PKK yöneticilerinin katledilmesi ve Garê’de kontrolü ele alma üzerine kuruluydu. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı, gerillanın direnişi ve yaratıcılığı müjde hazırlığını hezimete dönüştürdü. Daha ilk günlerde içinde rütbeliler de olmak üzere ağır kayıplar vermeye başlayan TC ordusunun hava bombardımanında PKK’nin elinde esir bulunan asker, polis, MİT mensubu 13 kişinin de öldüğü anlaşıldı. 10 Şubat’ta havadan ve karadan başlatılan, Milli Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı’nın yönettiği operasyon 14 Şubat’ta TC askerlerinin geri çekilmek zorunda kalmasıyla sonuçlandı. TC her zaman olduğu gibi PKK’ye ağır kayıplar verdirdiklerini iddia etse de gerçeğin tam tersi olduğu, hezimetin yarattığı hezeyandan dahi anlaşılıyordu.
“BİN PARÇAYA BÖLMEK” İSTEYENLER TEK ÇİZGİDE BİRLEŞTİ
TC adına hezeyanlar ilk olarak İçişleri Bakanı SS’den geldi. SS’in “Murat Karayılan’ın yakalayıp bin parçaya bölmezsek bu millet ve şehitlerimiz yüzümüze tükürsün.” şeklindeki açıklamasının peşi sıra tüm devlet yetkilileri ve faşist düzen partilerinin başkanları lanetleme ve intikam narası atma yarışına girdiler. İletişim Bakanı Fahrettin Altun, “HDP demek PKK demektir.” diyerek HDP’ye saldırıları kışkırtmasının ardından “Ölümüne, ölümüne” diyerek külhanbeyliği taslamaktan da geri kalmadı. ‘ABD ve CHP’ göndermeli konuşmasında “Bir tarafta SİHA bir tarafta İHA öbür tarafta da Ayasofya.” gibi cümleler sarf eden Erdoğan’ın hazımsızlığı kendini apaçık ele veriyordu. Bahçeli “Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyerek tehditler savururken hükümet bloğu dışındaki faşist partilerin de onlardan geri kalır yanı yoktu. CHP, İYİP, Saadet, Gelecek, Deva gibi faşist partilerin hepsi bir kez daha devlet yönetimindeki faşist güçlerin arkasına dizilerek Kürt ulusal mücadelesine olan düşmanlıklarını ortaya koymakta gecikmediler. Bu noktada aralarındaki temel farklılık, “PKK terör örgütü” mü yoksa “mel’un terör örgütü” demek gerektiği üzerine kuruluydu.
Garê operasyonunun yenilgiyle sonuçlanmasının hemen ardından HDP başta olmak üzere Kürt hareketine yönelik baskın ve gözaltı saldırıları başlatıldı. İçişleri Bakanlığı adına yapılan açıklamada, 40 ilde aralarında HDP il ve ilçe başkanlarının da olduğu 718 kişinin gözaltına alındığı belirtilirken HDP’ye tehditler de devam etti. 13 esirin katledilmesiyle ilgili yaptıkları açıklamalar nedeniyle HDP vekilleri Hüda Kaya ve Ömer Faruk Gergerlioğlu’na soruşturma başlatıldı. Devletin hazımsızlığı Abdullah Öcalan’ın yakalandığı 15 Şubat’ın yıldönümü ve tecrit dolayısıyla yapılmak istenen basın açıklamalarında da kendini göstermekte gecikmedi.
Devletin ve tüm faşist düzen partilerinin tek bir koro halinde PKK’yi suçlama çabalarına rağmen PKK’nin elindeki esirlerin yapılan bombardımanla katledildikleri gerçeğinin üzeri örtülemedi. Daha önce, meclis eski başkanı M. Ali Şahin’in “Keşke ölselerdi de esir düşmeselerdi.” sözleri, söylemde kalmamış Garê’de gerçekleştirilmiş oldu. Ki bu esirlerin bazılarının MİT yöneticisi olması devleti rahatsız eden önemli bir etkendi. Erdoğan’ın ABD’ye yönelik “Sayın Biden lütfen sen de bunları iyi tanı.” minvalindeki “sert” açıklamalarının ardında da bu katliam gerçeği yatıyordu. Çünkü ABD açıklamasında “sivillerin PKK tarafından öldürüldüğüne dair haberler doğrulanırsa” diye şerh düşmüştü.
HDP’YE SALDIRI, ŞOVENİZMİN KÖRÜKLENMESİ VE KÜRT DÜŞMANLIĞI
Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın “Kürtlerle bir meselemiz yok.” açıklaması devletin Kürt düşmanlığının itirafı olurken Garê yenilgisi sonrası HDP’yi hedef göstererek şovenizmi tekrar körüklemeye dönük propaganda, düzen muhalefeti de dahil olmak üzere her kesimi hizaya sokma fırsatına dönüştürülmek istendi. Halihazırda CHP’ye dönük “HDP ile seçim ittifakı” üzerinden yürütülen propagandanın daha da yoğun ve kapsayıcı bir biçimde tekrar üretileceği anlaşılmaktadır. İYİP Başkanı Meral Akşener yakın zamanda “HDP’yi PKK’nın yanında konumlandırıyoruz.” diyerek safını ilan etmekte çekinmezken CHP’nin ise seçim hesaplarıyla şovenist çizgi arasında bir denge kurmaya çalıştığı görülüyor. Ancak bu yaklaşımı, HDP’ye ya da Kürtlere karşı ılımlı bir siyaset olmadığı açıktır. Faşist, şovenist kimliği bir yana CHP esasta olası bir seçimde Kürtleri kendine mahkûm kılmanın hesabını yapmaktadır. Bu bakımdan HDP’ye dönük saldırılar CHP’yi rahatsız eden saldırılar değildir. HDP’nin olmadığı, etkisizleştirildiği ya da bir şekilde kendilerine yedeklendiği bir seçenek, tüm faşist düzen partilerinin ortak paydasını oluşturmaktadır.
Kürt ulusal mücadelesinde ciddi her olayda olduğu gibi TC’nin Garê yenilgisi sonrasında da Kürt ulusal sorunu, kimin nerede durduğunu tayin etmede bir mihenk taşı özelliği gösterdi. Reformist ve sosyal şoven yapılar, 13 esir üzerinden “hümanizm” ve “şiddet karşıtlığı” üzerine kimi söylemlerle devleti “eleştirmeyi” tercih ederek aslında Kürt ulusal sorununu ve haklı mücadeleyi görmezden gelmeyi tercih ettiler. Bu dönemin dikkat çeken noktalarından birisini de bu oluşturuyor: Onca saldırı, gözaltı, tutuklama, çatışma, ölüm ve işkenceye rağmen geçmişteki gibi burjuva-liberal düzeyde de dahi Kürt ulusal sorununun tartışılmasına izin verilmiyor. Birçok kesim ise devletin “hışmına” uğramamak adına ya da sosyal şoven kimlikleri kaynaklı bu sorunu gündeme almaktan uzak duruyor. Sol mecrada yeminli “AKP faşizmi” karşıtları dahi her bir gelişmeyi seçimlere bağlamaktan, bu temelde CHP’yle ittifak önermekten ve Kürtleri oy deposu görmekten ileri gidemiyorlar.
KÜRT ULUSUNUN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI SAVUNULMALIDIR
Garê operasyonunun asıl meselesi 13 esirin öldürülmüş olması değildir. Onlar savaş esiriydiler ve hizmet ettikleri faşist devlet tarafından bir çırpıda gözden çıkarılmış, öldürülmüşlerdi. Faşist devletin, Türk hâkim sınıflarının gerici çıkarları için nasıl kendi personelini öldürebildiğinin çarpıcı bir örneği ve teşhir edilmesi gereken önemli bir olay… Hepsi bu kadar. 13 esir adına “hümanist” duyguları kabaran sosyal şovenlerin görmek ve göstermek istemediği gerçek ise Kürt ulusunun yüzyıllardır uğradığı zulüm ve baskıdır. Kürtler birer birer ve kitlesel olarak katledilirken, her türlü işkence, baskı ve aşağılanmaya maruz kalırken sesini çıkarmayanların Garê operasyonundaki hezimet üzerine güya “eleştirel” tutumları açık ki ikiyüzlüdür. Bu dönemde Kürt ulusal mücadelesinin haklı-demokratik muhtevasını ve Kürt ulusunun Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nı yüksek sesle dillendiremeyen her söylem, bir biçimde şovenizmden mustariptir ve bu konudaki tutum asgari demokratiklik ölçütü olmaya devam etmektedir. Garê saldırısı, ezilen Kürt ulusuna yönelik tarihsel ilhakın bir parçasıdır ve Kürt ulusal mücadelesini bastırmayı hedeflemektedir. Bu nedenle doğru tek tutum, Türk hâkim sınıflarının ulusal baskı ve katliam politikasına karşı durmak ve “haksız savaş” politikasını her yerde protesto etmek ve haklı savaşları desteklemektir.
Kürt ulusal sorununun ve Kürtlerin Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nın bu derece gözden ırak tutulabilmesinde kuşkusuz HDP’nin geliştirdiği politik çizginin de rolü vardır. Kürt ulusal sorununda, AKP/MHP karşıtlığına ve seçimlere odaklı siyasi taktikler ve yine en geriye çekilmiş haliyle sistem sınırları içerisinde bir çözüm önermekten ileriye gidemeyen çizgi, sorunun da her geçen gün gerçek adıyla konuşulmasına gem vurmaktadır. Kürt sorununun Türk hâkim sınıf çıkarlarıyla, devletle ve faşist düzen partileriyle ilişkisinin ve aynı zamanda gerçek çözüm yolunun dillendirilmekten kaçınıldığı noktada kendisine ilerici, aydın, demokrat diyenlerin dahi HDP’ye, faşist CHP’ye yedeklenmekten; PKK’ye ise “silah bırakmaktan” başka bir öğüt vermedikleri ortadadır. Faşizmin saldırıları bu derece yoğunlaşmış ve HDP fiilen kapatılmış durumdayken Eş Genel Başkan Mithat Sancar’ın yaptığı gibi “HDP’yi kapatmayı tartışıyorlar, ne kapatması HDP ülkeyi yönetmeye hazırlanıyor.” minvalindeki açıklamaların inandırıcılıktan yoksunluğu bir yana tüm faşist saldırılara rağmen sisteme meşruiyet kazandıran muhtevası da unutulmamalıdır.
SİHA’LARA TAPINANLAR GERİLLAYA YENİLDİLER
Faşizmin Garê yenilgisi ve ona bu yenilgiyi yaşatan gerillanın direnişi, siyasette taşların yerli yerine oturması ve gerçek yüzlerin açığa çıkmasına hizmet ettiği gibi reformist “seçim alıklığı”na da darbe vurmuş oldu. Artık herkes seçimlerin biriken sorunları çözemeyeceği; özünde devlet yönetimindeki faşist kliklerle aynı sınıf çıkarlarını temsil eden CHP, İYİP gibi diğer faşist klik temsilcilerinin ise halkın ve özelde Kürt halkının yararına hiçbir şey sunmayacağını daha açık bir biçimde görmeye başladı. Şüphesiz, reformist-liberal ideolojilerin yön verdiği hareketler tüm bu açık gerçeklere rağmen sistem içi oportünist öneriler geliştirmekten geri kalmayacaklardır. Fakat önemli olan onların ne önerdiği değil halkın ne gördüğü ve düşündüğüdür. İşte tam da burada faşizmin Türk hâkim sınıflarını, devleti ve düzen partilerini kapsar bir biçimde teşhir edilmesi; faşizmin maskesi niteliğindeki seçim ve parlamentoya dair içi boş umutlarla mücadele edilmesi ve en önemlisi gerillanın direnişinde cisimleşen faşizme karşı savaşma cüretinin kuşanılması ve işlenmesi gerekmektedir. Tayyip Erdoğan’ın ve özellikle SS’nin ikide bir “İHA, SİHA” propagandası yapmaları gerilla mücadelesine karşı asıl güvendikleri askeri tekniğin de itirafı niteliğindeydi. Ne var ki PKK gerillası Garê’de karadan olduğu gibi havadan da TC güçlerini vurarak devletin yaydığı askeri teknoloji tapınmacılığına da darbe vurmuş oldu. Devlet güçlerinin yaşadığı şokun nedeni biraz da bununla ilgilidir. Devasa askeri güç ve teknolojiye rağmen savaşta belirleyici olanın “insan unsuru”; onu belirleyen şeyin ise haklılık ve meşruluk olduğu bir kez daha kanıtlanmış oldu.
Faşist devletin sınırları içinde ve dışında askeri saldırıları ve yine legal-demokratik alanlara dönük tasfiye saldırıları hız kesmeyecek, sürecektir. Bu saldırılar kimilerinin zannettiği gibi sadece seçim politikası olarak değil derinleşen ekonomik, siyasi ve bölgesel kriz karşısında Türk hâkim sınıf çıkarlarının ve devletin devamlılığı için yoğunlaştırılacaktır. İşçilerin haklı direnişlerinin karşısına dikilen polis ve jandarmanın; Boğaziçi’nde öğrencileri coplayan polisin; itiraz eden, sesini çıkaran herkesi susturmak için “ceza” yağdıran mahkemelerin ve Kürtlerin üzerine bomba yağdıran savaş uçaklarının hepsi bu aynı amaca hizmet etmektedir. Evet devleti yöneten güçler korkmakta ve her kesime saldırmaktadır. Fakat bu korku tek başına ve esas olarak devleti yönetme olanağını kaybetme korkusu değildir. Asıl korku kendilerini bekleyen daha büyük tehlikelere dönüktür. Korktukları asıl şey halkın ayaklanması, gerilla savaşının büyümesi ve devrim fikrinin güçlenmesidir. Bu korkuyu hisseden sadece hâkim kliklerin temsilcileri değildir. Muhalefetteki faşist klikler de en başta halktan ve ezilen Kürt ulusundan korkmaktadır. Bu yüzdendir Boğaziçi’ni “sükûnete” davet etmeleri, işçilere düşman olmaları ve Garê gibi her ciddi olayda hâkim kliğin peşine dizilmeleri.
DÜŞMANIN TAKTİK YENİLGİSİNİ STRATEJİK YENİLGİSİNE TAŞIYALIM
Kürt ulusal mücadelesi, ülkemizdeki Demokratik Halk Devrimi mücadelesiyle kopmaz bir bağ içindedir. Bu mücadelenin haklı ve demokratik muhtevasının desteklenmesi, ülkemiz komünistlerinin ezilen Kürt ulusuna karşı vazgeçilmez bir görevi ve sorumluluğudur. Fakat komünistlerin asıl görev ve sorumluluğu Kürt ulusal sorununun gerçek çözümünü de içeren Demokratik Halk Devrimi’ni başarıya ulaştırmaktır. Bunun için sınıfsal çelişkilerin ve şüphesiz Kürt ulusal çelişkisinin örgütlenmesi ve Halk Savaşı’nın zaferine bağlanması zorunludur. Komünist çizgi, esas halkaya bağlı olarak tüm toplumsal çelişkilere yön verebildiği; bu çelişkilerde önderleşebildiği oranda halkın mücadelesi de yenilmez olacaktır. Bunun için halkın taleplerine yanıt olabilmeli ve mücadelenin her alanında gerilla cüretini geliştirebilmeliyiz. Halen kitlelerden, hatalarımızdan ve düşmandan öğreneceğimiz çok şey olduğunu bilmeliyiz. Mao yoldaşın öğrettiği gibi düşmanı stratejik olarak küçümserken taktik olarak ise önemsemeyi bir an olsun aklımızdan çıkarmamalıyız. Düşman Garê’de PKK gerillası karşısında taktik bir yenilgi yaşadı. Demek ki en zor ve dezavantajlı şartlarda dahi gerilla taktik olarak kendini geliştirebilir ve inisiyatifi elde tutabilir. Bu anlamda savaşta Kürt ulusal mücadelesinden öğreneceğimiz birçok ders ve deneyim bulunuyor. Düşmana stratejik yenilgisini yaşatmak ise; işte o komünist çizginin harekete ve halka yön verme kapasitesiyle doğrudan ilintili bir konu olarak gündemimizin en başında durmaya devam edecektir.