Bir Yanda Kriz, Arayış, Denge ve Büyüyen Çelişki, Bir Yanda Bileylenen Halkın Öfkesi!

Hazine ve Maliye Bakanı ve daha da önemlisi Tayyip Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’ın, ekonomik ve siyasi krizin yönetilmesindeki sorunların sonucu olarak tasfiye edilmesi bir dizi tartışmanın da kapısını araladı. İstifanın kendisi tartışılamasa da ortaya çıkan sonuçları, egemen sınıfların söylem düzeyindeki kimi değişiklikleri ve piyasaya çıkan kimi “eski” figürler yeni bir “rota” mı oluşturuluyor tartışmasına yol açmaktadır.

2019 Nisan ayında Maliye ve Hazine Bakanı Berat Albayrak, büyük bir özgüvenle önümüzdeki beş yıllık Yeni Ekonomik Programı ve temel prensiplerini açıklarken kuşkusuz gelişmelerin “at izi it izine karıştı” diyerek tasfiyesine yol açacağını düşünmemiştir. Zira Bakan Albayrak egemen sınıfların ve emperyalistlerin beklentilerine karşılık gelecek bir programı açıklayarak bir girdap içinde olan ekonominin düzene gireceğini umut ediyordu. Ciddi tasarruf tedbirleri, mali disiplinin devamı, kayıt dışı ekonomi ile mücadele, vergi politikaları, yüksek katma değerli üretimin desteklenmesi (bu artı-değerin vahşi biçimde arttırılmasıdır), cari açığın azaltılması ve elbette serbest piyasa kurallarına sıkı bağlılık ekseninde belirlenen temel ilkeler ve belirlenen somut hedefler, aynı yılın sonunda sistemin elinde patladı. IMF’siz IMF programı olarak da adlandırılan bu programın, ekonomik ve siyasi kriz ortamında krizi hafifletecek sonuçlar üretmesi olanaklı olmadı. Zira sorun sadece Berat Albayrak’ın yönetmesi ile ilgili olmayan kural koyucu emperyalist sistemin krizinin kendisiyle ilgili bir mesele olarak ortaya çıktı. Belirtmek gerekir ki ortaya konulan ekonomik program emperyalistleri, egemen sınıfları rahatsız eden, onların çıkarlarıyla çatışan hiçbir özelliği olmayan bir niteliğe sahipti. Açıklanan program, daha fazla sermayenin ülkeye çekilmesi, emperyalist tekellere yeni yağma alanlarının açılmasını içeriyordu. Fakat tekelci mali sermayenin var olan krizli yapısı ve mali sermayenin krizini biriktiren ve büyüten köpük, sermaye akışının ekonomideki sorunları çözmek yerine, bu sermayenin daha fazla kendini mayalaması, paradan para kazanan yapısına daha güçlü olanakların sunulması, faşist diktatörlüğü daha güçlü bir borçlanma içine çekmesi ve ekonomik bağımlılığın derinleştirilmesini içeriyordu.

Gelişmeler sağlanamayan mali disiplin, merkez bankasının rezervlerinin zorunlu olarak boşaltılması, döviz kuru-faiz-borsa denklemi içinde yaşanan spekülasyonlarla tatlı vurgunların gerçekleşmesi, sermaye akışkanlığının emperyalist tekellerin yönetiminde işleyen kuralları, borcun borçla kapatılması, artık bankalardaki döviz hesaplarının maliyenin kullanımına açılması, krizin büyümesine yol açmıştır. Egemen sınıflar arasındaki mücadele ve çıkar savaşının derinleşmesi, Merkez Bankasının sürekli müdahalelerle politikalarının yönsüzleşmesi, savaş ekonomisinin bir kara delik haline gelmesi, salgının yarattığı yeni kriz ortamı, emperyalist sermayenin güvenli liman arayışında Türkiye’yi bir vurgun alanına dönüştürmesi gibi gelişmeler, döviz kurunda korkunç dalgalanmalara, enflasyonun olabildiğine yükselmesine, alım gücünün düşmesine, üretim alanının kısırlaşmasına ve emekçilere ağır faturaların kesilmesine yol açtı. Ekonomik kriz bu şekilde dört başı mamur bir yapıya büründü. Buna siyasi krizin eşlik etmesi, iç klik çatışmalarının tırmanması ve artık TÜSİAD gibi sermaye kurumlarının açık şekilde huzursuzluğu dillendirmesi ve sorunu piyasalarda güven yaratmayan ve “hukuk devleti ve özgürlüklerin kısıtlanmasına” yönelik yönetim biçiminin, şeffaf olmayan ekonomi yönetiminde araması ile sonuçlandı. Biriken ve büyüyerek çığ gibi gelen ekonomik buhranın Merkez Bankası başkanı ve nihayet Damat’a yıkılması ve tasfiye edilmesiyle bu hamlenin AKP-MHP ittifakının AB’yi tavlama, egemen sınıfların çıkarlarını gözeten bir hamle olduğu şeklinde pazarlanması süreci başladı.

EMPERYALİSTLERİN KRİZİ FAŞİZMİN KRİZİ, EMPERYALİZMİN ARAYIŞI FAŞİZMİN ARAYIŞI DEMEKTİR!

Tam da ABD başkanlık seçimlerinde haykıra haykıra başkanlığı elinden alınan Trump ve yeni seçilen Biden’a yönelik güven telkin eden adımların da atılması olarak bu gelişmeler yorumlandı. Zira Türk hakim sınıfları uzun zaman boyunca iç politikada AB, dış politikada ABD’nin Genişletilmiş Ortadoğu Projesini hayata geçiren bir yönelim içinde oldu. AB ve ABD’nin bu yönelimlerindeki krizli yapı ve yönetme sorunu, Türk egemen sınıflarını da kriz içerisine sürükledi. Bu eksende gelişmeler içerde AB politikalarını çökertirken, Ortadoğu’da ABD politikalarının krize dönüşmesine neden oldu. Ve yine gelişmeler, AB ve ABD arasındaki gerilimi taraflara yumuşatmayı ve eski günlere dönemese de Rus-Çin tehlikesine karşı eski günlere yaklaşmayı dayatmaktadır. Şimdi Biden ile bu umutlar yeşermiş, ABD’de Trump ile egemen klikler arasındaki iç gerginliğin tırmanması ve çekiştirilen politikaların kısmen daha güvenli ve uyumlu bir hal alması beklenmektedir. Bu olası istikrarlı durumun Türk hakim sınıfları için, özellikle Ortadoğu’da çelişkilerden yararlanan siyasetini zora sokması durumu oluşacaktır. Ekonomik ve siyasi krizin artık kolay yönetilemez hale geldiği noktada Tayyip Erdoğan’ın “biz AB’nin bir parçasıyız” söylemi, yargı sistemindeki pervasızlıkların daha güçlü dile gelmesi, Kürt meselesinde Bülent Arınç ile “zehirli şekerin” piyasaya çıkması durumu oluşmuştur. Bu şekilde kamuoyu tepkisi ölçülmeye, AKP-MHP ittifakının, iç çatışmaların ve CHP-İYİP-Saadet Partisi-Deva-Gelecek Partisi bileşkesinin dengeleri kontrol edilmiştir. Bülent Arınç’ın açıklamalarının Tayyip Erdoğan’a rağmen ya da AKP’ye rağmen yapılmadığı, verilen mesajların onun kendi düşüncelerini içeren sıradan bir röportaj olmadığı açıktır. Yaşanan krizin yarattığı tablonun yeni arayışları, yeni dengeleri zorladığı açıktır. Bu bağlamda Bülent Arınç’ın Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala’nın artık bırakılmasına dair çıkışını Tayyip Erdoğan iki gün sonra eleştirmiş ve mahkum etmiştir. Yani siyasal denge bu şekilde sağlanmış, arayış çabasının tırmanmasında bir sorun olmadığı beyan edilmiştir.

Egemen sınıfların yönetme krizi gün ve gün derinleşmektedir. Bu açık bir gerçektir. Bu halk yığınlarında var olan biçimiyle yönetilmek istememesine yansımaktadır. Çelişkiler olgunlaşmakta, sorunlar büyümekte, salgınla birlikte sağlık ve eğitim alanında da kriz boyut kazanmakta, aynı şekilde emekçi sınıfların haklarını gasp etme, ekonomik yaşamının daralması ve çekilmez yaşam koşullarına sürüklenmesi gerçekleşmektedir. İşçi sınıfının maden ve metal sektörlerinde yarattığı hareketlilik ve hak arayışına yönelik egemenlerin baskı, şiddet ile yaklaşması, esnek çalışma ve sözleşmeli çalışma şartlarının yeniden güncellenmesi ve işçi emekçilere bu cepheden yoğunlaşan saldırılar, sınıf mücadelesinin dinamiklerinin hareketleneceğine dair işaretlerdir. Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank’ın 18 Kasım’da TOBB ekonomi şurasında patronlar lehine yapılan düzenlemelere işçilerin gösterdiği tepkiye karşı işverenlerin benzer bir karşı çıkış içinde olmamasına sitem etmesi, işçi ve emekçilere yönelik daha güçlü saldırı dalgasının kapıyı çaldığını göstermektedir. Bu eksende salgının gerekçe yapılacağı, daha fazla hak gaspı, daha güçlü sömürü şartları ve daha ağır faşist baskıların egemenlerin gündeminde olduğunu göstermektedir.

Türk hakim sınıfları Kürt Ulusal Hareketi’ne yönelik baskı ve sindirme politikasına ise bir an dahi mola vermemektedir. Bu bağlamda içerde ve dışarda saldırı dalgasına ara vermek istemediği ancak saldırılarının bölge politikasında sonuç üretememesi durumuyla birlikte, bu yönelimin de bir kriz haline geldiği belirtilmelidir. Çünkü teslim alamadığı Kürt ulusal hareketi, politik ve askeri direnişi sürdürmektedir. Emperyalist güçler ve Barzani gibi uşaklarla ulusal harekete yönelik kuşatmayı derinleştirme siyaseti pişirilmektedir. Ancak bunun da istenilen sonucu üretmesi olanaklı görünmemektedir.

Bu süreçte hakim sınıfların, içerde ve dışarda izlediği saldırgan askeri, ekonomik ve politikalarının doğuracağı çelişkiler, devrimci zemini daha güçlü mayalamaktadır. Buna karşı ise bu durumun örgütlü bir harekete dönüşmeden sönümlenmesine yönelik hamleleri de devam etmektedir. Bir yandan liberaller ile kitlelerin kafasını karıştırırken, diğer yandan başta komünistler olmak üzere tüm silahlı devrimci mücadele güçlerini tasfiyeye yönelmiştir. Bu eksende Proletarya Partisi ve önderliğindeki Halk Savaşı ciddi bir hedeftir. Son olarak Nubar, Rosa, Özgür ve Asmin Dersim’de ölümsüzleşmiştir. Aliboğazı Vadisi’ne kazan bombalarıyla saldıran faşist diktatörlük TİKKO’ya yönelik imha savaşını büyütmüştür. Bu operasyonda Aliboğazı’nın bir bölümü tarumar edilirken gerilla komutanı Proletarya Partisinin kadrolarından Cumhur Sinan Oktulmuş (Deniz) ölümsüzleşmiştir. Bu askeri operasyonların bu düzeyde yoğunlaştırılması halkın örgütsüz ve devrimci mücadeleden uzak bir konumda çelişkileri ile baş başa kalmasını içermektedir. Halkın ekonomik, siyasi anlamda yaşadığı çelişkilerin devrimci mücadeleyi besleyecek zemini, bunu karşılayacak örgütlü güçlerin dağıtılmasına faşizmi odaklamıştır. Ancak direniş ve karşı koyuşun boyutu oldukça nitelikseldir. Bu karşı koyuş, devrimci örgütlü duruşun zorunluluğunu ve faşizm için ne denli büyük bir tehlike olduğunu göstermektedir. Bu korkunun bir bilinçle kuşanılması, faşizmin korktuğunun başına gelmesinin örgütlenmesine daha büyük zemin sunacaktır. Sunması kaçınılmazdır.

*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 26 Kasım 2020 tarihli 75. sayısından alınmıştır.