Kandıra 1 Nolu F Tipi Hapishanesi’nde bulunan hasta tutsak İsmail Yılmaz’ın gazetemiz için, aynı hapishanede bulunan tutsak yazarlar Nevzat Öztürk ve Sami Özbil ile yaptığı röportajı paylaşıyoruz.
1- Bize kendinden bahseder misin biraz? Hangi davadan yargılandın, kaç yıldır içerdesin, kaç yıl sonra çıkacaksın, kaç sürgün yaşadın?
NEVZAT GÜNGÖR- 1972 yılında Ağrı’nın Tutak ilçesinde doğdum. 1990 yılında İstanbul Hukuk Fakültesi’nde okumaya başladım. 1991 yılının Aralık ayında ise tutuklandım. Yaklaşık olarak 29 yıldır cezaevindeyim. Sırasıyla Bayrampaşa, Bartın, Kocaeli 2 Nolu F Tipi, Bandırma 1 Nolu T Tipi ve Kocaeli 1 Nolu F Tipi cezaevlerinde kaldım. Herhangi bir olağanüstü bir durum ya da olumsuzluk yaşanmazsa on beş (15) ay sonra tahliye olacağım. Bu süre zarfında biri roman, üçü öykü olmak üzere toplamda dört kitabım yayınlandı.
SAMİ ÖZBİL- Üç kez tutuklandım, toplam 23 yıldır hapisteyim. İlk sürgünüm 6-8-10 Mayıs 1996 genelgeleri üzerine İstanbul’dan Eskişehir Özel Tip’e oldu. 19-22 Aralık genel direnişi ardından Tekirdağ F tipine sürgün edildim (Gebze’den). Bugüne kadar Buca, Ümraniye, Eskişehir, Gebze, Kırıklar 1 Nolu F Tipi, Tekirdağ 1 Nolu F Tipi ve Kocaeli 1 Nolu F Tipi hapishanelerinde kaldım. MLKP davasından yargılandım, tahliye edilmeme 7 yıl var.
2- Yazmaya dışarıda mı başladın, içeride mi başladın?
NEVZAT GÜNGÖR- Yazmaya içerde mecburen başladım. Anadilim Kürtçe olduğu için Türkçeyi ilk okulda zorla, büyük sıkıntılar yaşayarak öğrendim. Bu da bende dile karşı bir türlü içsel tepki yarattı. Cezaevine düşünceye kadarda sınav kağıtlarına mecburen yazdıklarım dışında fark tek bir satır bile yazmış değildim. Cezaevinin ilk yıllarında herhangi bir gerekçeyle elime kalem almadım. Öyle ki ilk dört-beş yıl aileme tek bir mektup bile yazmadım. Yazmak denen şey en sevmediğim şeydi, cümle kurmak işkence gibiydi. Üstelik el yazım aşırı çirkindi. Bırakalım başkalarının okuması, ben bile bazen kendi el yazımı okuyamıyordum. O dönem herkesin ayda bir makale yazması gibi bir mecburiyet getirildi. Ben de mevcut mecburiyet gereği makale yazmak zorundaydım. Öykü yazmanın daha kolay olduğunu duymuştum. Sırf bu zorunluluk halinden dolayı “öykü yazsam olur mu” dedim. Olumlu cevap alınca da oturup yazdım. İşin tuhaf tarafı yazmış olduğum öykü çok beğenilmişti. Hatta dışarda, bir dergide de yayımlandı. Böylelikle sonraki yıllarda da nerdeyse her ay bir öykü yazdım. Yani yazmakla ilişkim hala bir mecburiyet ilişkisiydi. 2005 yılında ise kendime dair bir karar aldım. Müebbet ağır hapis cezamı son güne kadar yatabileceğim ihtimali karşımda duruyordu. Kalan 16 (on altı) yılı çok iyi değerlendirmeli, zamana gereken anlamı yüklemeliydim. Bu nedenle yazmayı, edebiyatı hayatımın merkezine oturtarak, mecburiyeti gönüllülüğe çevirdim ve yazmaya, yoğun okumaya yazmaya başladım.
SAMİ ÖZBİL- Dışarıda yazmaya başladım. Hapisliklerde sürdürdüm, tahliye sonralarında dışarıda devam ettim yazmaya. Memleket böyle oldukça bundan sonra da böyle olur muhtemelen.
3- İçerde üretilen eserler hapishane edebiyatı olarak değerlendirildiği için gerekli ilgiyi görmüyor. Bu konuda ne düşünüyorsun?
NEVZAT GÜNGÖR- Doğru, içerde üretilen eserler “Hapishane Edebiyatı” olarak değerlendirilerek, her yazılan şey aynı kefeye konuluyor. “hapishane edebiyatı” kavramına karşıyım. Bağrında toptancı bir yaklaşımı barındıran bu kavramsallaştırmanın bazı gerçekleri gözardı ettiğini düşünüyorum. Ortaya çıkarılan edebi ürün ya iyidir ya da kötü. Dolayısıyla “zindan edebiyatı”, “ köy edebiyatı”, “şehir edebiyatı”, “taşra edebiyatı” gibi tanımlamalar, edebiyatın insanı, sadece insanı anlattığına dair hakikate karşı kördürler.
SAMİ ÖZBİL- Hapishanelerde sadece şiir ve edebiyat üretimi yapıldığı gibi yanlış bir imaj var. Resim, müzik, Marksist teori, politik metinler, araştırma-inceleme kitapları da çıkıyor. Hapishane teorisi-Marksizmi-resmi-müziği denilemeyeceği gibi ‘hapishane edebiyatı’ nitelemesi de eksikli olur bana kalırsa. Biz mekan olarak hapishanede üretilen edebiyattan bahsedebiliriz. Hapishanede üretilen edebiyat hapishaneleri anlatmıyor ayrıca. Sanırım 12 Eylül sonrasındaki hapishane merkezli üretimlerdeki tek yanlılık besliyor bu tür bakış açılarını.
4- İçerde olmanın üretilen eserler üzerinde etkileri var mıdır, varsa nelerdir?
NEVZAT GÜNGÖR- İçerde olmak ister istemez bir biçimde yazdıklarıma sızıyor. Zindan koşulları bilindiği üzere oldukça “sert.” Mevcut sertlik hali olaylara, kişilere yaklaşımda da kendini dışa vurabiliyor. Öte yandan, yaşamdan ve özgürlükten izole edilmişlik hali de var. Bu da yazdıklarıma yer yer “soyutluk” olarak yansıyabiliyor. İnsanı ele alışta tek boyutluluk. Uzaklık. Hatta öyle ki bazen duvarların sertliği, dikenli tellerin gölgesi seçtiğim kelimelere bile yansıyabiliyor.
SAMİ ÖZBİL- Mekanın sınırlayıcı, kaynaklara ulaşmayı engelleyici yanları elbette var.
5- Toplumdan izole edilmiş bir tutsak olarak toplumla ilgili eserler üretiyorsun. Bunu nasıl yapıyorsun?
NEVZAT GÜNGÖR- Yazmanın benim açımdan iki önemli boyutu var. Birincisi, üretmek, üreterek akıp giden zamana anlam yüklerken kendimi anlamaya çalışmaktır. Yazmak, bir tür direniş halidir. Kelimelerden kanatla takarak firar eylemimi gerçekleştirmektir. Kelimelerden aynada kendine bakmak, kendini görmek ihtiyaçtı. İkincisi ise, insanları, “dünyayı” anlamayı istemektir. Anlama süreci içinde “dünyaya”, “insanlığa” dair kendi cümlelerimizi kurabilmek… Elbette iyi yazdığımı iddia etmiyorum. Daha yürümem gereken uzun bir yol var. Kendimi bir yazı çırağı olarak görüyorum. Ustalaşmak için çok emek harcayan, ama ustalaşmayacağını da bilen, acemiliğin ayaklarıyla hep yürüyen bir çırak.
Dediğim gibi, edebiyat, insanı inanç “insanca” anlatmaya çalışır. Bunu yaparken de ister istemez her türlü sorun ve zulmün her çeşidiyle yüzleşmek ve tavır almak zorunda kalır.
SAMİ ÖZBİL– Edebiyat benim açımdan öncelikli, asıl uğraş olmadı. Bugün de asıl okuma-yazma çabamı edebiyat dışı alanlar oluşturuyor. Bana kalsa Marksizm, tarih, toplum ve kültür gibi konularda yazmak önceliğim olur. Şu nedenle anlattım: Bütün diğer alanlarda kendimi ve hayatı üretirken nereden güç alıyorsam edebiyatta da oradan güç alıyorum. Elbette edebiyatın özerk bir alan olduğunu, kendi dili-mantığı bulunduğu hakikatini atlamadan.
6- İçerde olmak, dışarı ile ilişkilenmek, içeri-dışarı noktasında olmak anlamına gelir; dışarıyla nasıl ilişkileniyorsun, zorlukları nasıl aşıyorsun?
NEVZAT GÜNGÖR– Koğuşlara göre F tipi hücrelerinde yazmak neredeyse her açıdan daha kolay. Mesela 2016 yılında Kocaeli 2 Nolu F Tipi cezaevinden Bandırma 1 Nolu T tipine sürgün edildim. On kişi kapasitesi olan koğuşta yirmi bir kişi kalıyorduk. Ek ranza atılmış olmasına karşın çoğu arkadaş yerde yatıyordu. Kalabalık doğal olarak sürekli bir gürültü haline yol açıyordu. Devamlı bir geliş-gidiş. Aşağıda, yani yemekhanede dört küçük masa vardı ve dördü de zorunlu işler için kullanılıyordu. Dolayısıyla bir masaya oturup öykü ya da romanın üzerine çalışma imkanım yoktu. Ranza da yarı uzanır halde halde bunu yapmaya çalıştığımda ise olan hastalıklar, özellikle sırtımda ve boynumdaki rahatsızlıklar daha da ağırlaşıyordu. Boyun fıtığından dolayı bazen kalem tutamaz hale gelebiliyordum. “Masa sorunu” benim açımdan temel bir sorundu. Bilindiği üzere “yazmanın” yüzde onu yetenek yüzde doksanı ise emektir. Yani yazmanın azı sanat, çoğu zanaattır. Diyelim ki, beşyüz sayfalık bir roman mı yazdınız, bunun bir kıvama gelebilmesi için defalarca, defalarca düzeltmek gerekiyor. Kelime kelime, cümle cümle uğraşmak. Bu nedenle yazmak, yazı işçisi olmak demektir. Günde neredeyse on- on iki saat çaba sarfetmek. O beş yüz sayfayı baştan- sona düzelterek ekleme ve çıkarmaları yaptıktan sonra tutup el yazısıyla temize çekmek, sonra tekrardan okuyup düzeltmek… temize çekmek… aylarca… Hatta iki-üç yıl boyunca… Tam da bu nedenle küçükte olsa bir masaya, kendi iç seslerimizi duymak demektir. Özellikle ‘yazım sürecinde’ kendi içine kapanmak bir mecburiyet. Yoğun kalabalıkta ise bunu yapmak neredeyse imkansız. Bu yüzden Bandırma’dayken büyük oranda yazmayı bırakmak zorunda kaldım. Buraya gelince koşulların bazı yönlerden uygun olması nedeniyle yeniden yoğun şekilde yazmaya başladım.
İçerde yazan açısından temel bir sorunda dışarıyla ilişkilenmek, yayınevlerine ulaşmak. En başta yazılmış olan ürünleri dışarı çıkarmak, göndermek bile çok zor.
Özellikle olağanüstü hal ilanından sonra cezaevlerindeki mektup okuma komisyonları çok kolaylıkla “el koyma” ve “imha” kararları verebiliyorlar. Geçmişte bu tür haksız kararlara karşı mahkemelere yapılan itirazlar kabul edilirken, şimdi bu pek mümkün değil. Bu engel aşıldıktan sonra yayınevine gönderilen dosyanın okunmasını sağlamak gerekiyor. Birçok yayınevi hapishanelerden gelen dosyaları bir köşeye atıyorlar. Bu durum benim başıma da çok geldi. Dosyanın akıbetini öğrenmek amacıyla belki aralıklarla göndermiş olduğum mektuplara cevap verilmediği bile oldu. Dolayısıyla bir tür tecritlik hali içinde olma gibi bir durum var. Bunu kırmak için ise mektup yazmaktan başka bir yol bulunmuyor. Son kaç yıldır avukat bir arkadaşım bu nokta da bana yardım etmeye çalışıyor, ama tabi bu da yeterli olmuyor.
SAMİ ÖZBİL- Edebiyatın, bir alan olarak, çoğu zaman bir ‘kırılma’, ‘geriye düşme’ işareti de taşıdığını, sadece ‘edebiyatla’ sınırlı bir hayatın insana uzun vadede mutluluk getirmeyeceğine inanırım. Hemen herkes gibi ben de politik devrimci bir mücadelenin içinden geliyorum. Hapiste olmam da ‘edebiyat’la değil bu somut durumla ilgili. Dolayısıyla toplumsal kurtuluş/özgürlük/devrim mücadelesine, olanaklı her biçim ve yolla katılmak, “dışarısı” denilen hayat parçasını bu bakışla düşünmek mekanın olumsuz etkilerini, zorluklarını aşmaya yardımcı olur.
F tipinin amaçlarının başlıcası olan tecrit sosyaliteyi öldürme, bireyi kendi için döndürme, zamanın sonsuz şiddetiyle pişmanlıklara sürükleme, bu arada mümkünse fiziksel ve psikolojik tahribatlar yaratma gibi arayışların tamamını içinde barındırıyor. Dolayısıyla daha güçlü kişilik yapılarını gerekli kılıyor. Bir büyük idealin insanı olma ölçüsü unutulursa çabucak dağılabilir kişi. Ancak bunun bütün denetim mekanizmaları da yine bireyin kendisinde. Çocukluğumdan aklımda kalan güzel bir sözdür: ‘Kimse görmüyorsa bile Allah görüyor, sen ona göre davran”; böyle derdi büyüklerimiz.
Koğuş ortamında kolektif hayat önde olduğu için her bakımdan deneyim aktarımı akışkandı. İnsanların birbirine şifa olduğu mekanlardı koğuşlar. Ancak elbette onun da dezavantajları vardı. Gerçekçi bir bakışla dönüp baktığımızda ortaya çıkarılan teorik-politik-kültürel-edebi ürünlerin tüketime, anlık ihtiyaca dönük olduğunu, zamana dayanıklı eserler meydana getirilmediğini söyleyebiliriz bana kalırsa. Başka sesler ve fikirlerle etkileşime kapalı komünal mekanlar olarak koğuşlar, aynı zamanda değişme direnci gösteren diaspora psikolojisini de içinde barındırıyordu. Başkan Mao’dan ilhamla söylemek gerekirse her durum gibi onun da iki yönü vardı ve iç içeydi.
7- Romanda politik dil kullanılmasına nasıl bakıyorsun?
NEVZAT GÜNGÖR- “Romanda Politik dil kullanılmalıdır”, “Hayır, romanda politik dil kullanılmamalıdır” minvalinde yapılan tartışmaları bir yönüyle yanlış görüyorum. İyi, nitelikli edebiyatın kendisi politiktir zaten. Tek “politik” bir kelime bulunmasa dahi bu böyledir. Kötü yazılmış bir roman baştan sona politik bir dille yazılmış olsa bile o kötü bir romandır. Balzac ve Dostoyevski’nin büyüklükleri iyi edebiyat yapılmasıyla ilişkilidir. İnsanı olduğu gibi görmüş ve kelimelerden bir dünyada yaşamlarını sürdürmelerini sağlamışlardır. Farklı sesleri duymak ve o sesleri kırıp dökmeden, eğip bükmeden kelimelere dökmek… Buradaki asıl meselenin “Neyi yazmalıyım” sorusunun yanında “Nasıl yazmalıyım” sorusunu da sormak olduğunu düşünüyorum. Her iki sorunun arasında uygun bir denge kurmak gerekiyor.
SAMİ ÖZBİL- Şiirde, müzikte, edebiyatta elbette politik dil olabilir. Mesele bunun nasıl yapıldığında. Yazan kişinin mahareti orada devreye girer. Yoksa herkesin yazdığı roman olur, şiir olur. Gezi ayaklanması, Ermeni Soykırımı, 19-22 Aralık saldırısı, Kürt isyanları, Çerkez sürgünü, İslam Devrimi gibi tümü tarihsel ve politik zeminlerde akan romanlar yazan biri olarak ‘politik dil’ alerjisini doğru bulmam. Ancak ve elbette “roman politik dille yazılır” gibi bir norm koyucu bir değerlendirmeye de uzağım.
8- Edebi eserlerde hikayenin veriliş biçimi onun ideolojisi ile ilgilidir. Yazar hangi sınıfın ideolojisine aitse onun hikayesi de ait olduğu sınıfa hizmet eder görüşü hakkında ne söylersin?
NEVZAT GÜNGÖR– İyi, has edebi eser ya da kötü edebi eserin, yazarın ‘dünya’ karşısındaki tavrının dışa vurumu olduğu söylenir. Zulüm- sömürü ilişkisinde nerede bulunduğunu genel anlamda okuyucuya söyler. Ne kadar gizlemeye çalışırsa çalışsın bu böyledir. Has edebiyat, acısı olan, mücadele eden, kavgaya tutuşan, ezilen ya da tutunamayan insanı, insanları anlatır. Uzak tutulan, mağdur edilen, sömürülenler seslerine has edebiyatla kavuşurlar. Zalime karşı mazlumun, ezene karşı ezilenin, sömürene karşı sömürülenin yürek atışları duyulur has edebiyatta. Sadece bu da değil, hayır, kar uğruna kirletilen bir nehrin yürek atışları, kesilen ağacın çoraklaştırılan toprağın, sayıları yok edilen hayvan ve bitkilerin yürek atışları da has edebiyatta atar. Ama bu öyle kaba anlamda yapılmaz. Edebi eser, bir makale, bir siyasi bildiri veya buna benzer bir şey değildir. Kendine ait bir “ruhu” vardır. Var olan dünya ve “insanlık” kelimelerle “yeniden” yaratılır. Usta yazar ise, okuyucuyu bu dünyaya dahil etmeyi başarandır.
SAMİ ÖZBİL– Bu konuda Marksizm içinde de türlü tartışmalar yaşandı. Birebir bu kadar doğrudan ve çabucak örtüşen bir ilişki olduğunu sanmıyorum. Şu “son tahlilde” indirgemeciliği, her eserdeideoloji-sınıf olur. Oysa öyle olmayabilir. Burada Başkan Mao’dan ayrılıyorum sanırım. Marksizmin belli başlı isimlerinin bu alanda söylediklerine yeniden bakmak, politik kaygılarla söylenenleri ayıklamak, diğerlerini ezilen insanlığın bugünkü birikimi üzerinden yeniden kıymetlendirmek gerektiğini sanıyorum.
9- Son olarak şunu sormak istiyorum: romanda anlatım işlevini yitirdi diyen, romanı roman yapan bir hikaye olarak ortadan kalktı, eski tadını, eşsiz betimlemesini göremiyoruz görüşünü savunan, yeni nesil romancılığında Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Fakir Baykurt anlatımını göremiyoruz diyenler var. Bu konudaki düşüncen nedir?
NEVZAT GÜNGÖR- Bilindiği üzere, kapitalizm, insana dair ne varsa akla gelebilecek her şeyi alınıp satılan bir metaya dönüştürmek ister. Kapitalist kültür, insansızlığın üzerinde yükselen bir köpüğün kültürüdür. Hoş vakit geçirtirken bir tür körlük ve sağırlıkta oyalar, sonra da unutmanın, unutulmanın uçurumuna gömer. Günümüzde edebiyat büyük oranda bir pazar yani kâr sorunudur. Yayınevlerinin bir kitabı basıp basmamalarındaki temel kriter, o kitabın ne kadar satılacağına bağlıdır. Buradaki püf nokta ise şudur, öyle bir hale getirilmiştir ki, çok satan romanlar büyük oranda birbirine benzemektedir. Gizem, “aşk”, komplo teorisi, cinsellik ve birkaç ilginç şeyin işlendiği sözde romanlar yoğun bir reklam kampanyasıyla çok satar olabiliyorlar. ‘Kültür endüstrisi’ görünüşte çok farklılık, çok çeşitlilik adı altında tek tipçiliği dayatmaktadır, bunun büyük oranda başarmıştır da.
Öte yandan ‘Edebiyat Sosyolojisi’ diye bir kavramdan da çokça bahsedilmektedir. Destanların ortaya çıkmasının temeli, demirden kılıç, mızrak, kalkan gibi bireysel ve oldukça öldürücü silahların yapılmaya başlanması ve bunun da bireysel kahramanlığın ortaya çıkmasına zemin sunması olduğu söylenir. Demirin çok genel anlamda üretim ilişkilerinde toplumsal örgütlenmede yaptığı değişimlerin de altı çizilir. Arabesk müziğin sosyolojik temelinin köylerde, kırsaldan büyük şehirlere yoğun göçün sonucu olduğu da belirtilmez mi? Yani toplumsal değişim-dönüşüm dolaylı olarak, oldukça inceltilmiş halde ve farklı biçimlerde kendini edebiyatta da dışa vurur. Edebiyatı bir biçimde “şekillendirir.” Zamanın ruhu şu ya da bu biçimde edebi esere sızar.
Şunun da altını çizmek istiyorum, Yaşar Kemal, bir yazı dahasıydı. Onun gibi bir yazarın daha ortaya çıkabileceğini düşünmüyorum… Ayrıca Yaşar Kemal, Orhan Kemal ve Fakir Baykurt gibi yazarlar yaşadıkları zamanların ortaya çıkardığı ruhla, o büyük altüst oluşu, o zamanki dille yazdılar. Dolayısıyla birebir aynı anlatım tarzını kullanan yazarların ortaya çıkmasını beklemek bana pek doğru görünmüyor. Mesela Rusya’da “Bir Maksim Gorki neden yeniden ortaya çıkmıyor” diye sorulduğunda nasıl cevap verilecektir.
Son olarak şunu belirteyim: Kapitalizm hem insana hem de doğaya yönelik büyük bir saldırı içinde. Tam da “ya barbarlık ya …” ikileminin yol ayrımındayız. Kapitalizm, sanatta insanı silmeye çalışıyor. Sinemada bunu görsel efektlere, bilgisayara oyunlarına dayanan aksiyon, fantastik veya bilim-kurgu filmleriyle yapmayı amaçlıyor. Sözde aşk ve cinsellikle harmanlıyor. Edebiyatta ise insanı çıkararak ya da büyük oranda görünmez kılarak biçimsel “hokus pokuslar”la göz boyamak istiyor. Dolayısıyla has edebi eserler vermek, sisteme karşı güçlü bir siyasal duruşu sergilemek anlamına geliyor. Bunun için de bakış açısındaki keskinlik ve düşünsel derinliğin yanında Nikolay Ostrovski’nin söylediği gibi “Yazar, gün doğar doğmaz çalışmaya başlamalıdır, çalışmak istemelidir, tıpkı bir fabrika işçisi gibi…”
Bitirirken, duyarlılığınız için teşekkür ediyor, o güzel günleri birlikte yaşama dileğimi yineliyorum.
SAMİ ÖZBİL- Bugün Marks gibi teori, Lenin gibi politik makale, Nazım gibi şiir, Mao gibi askeri strateji, Che gibi dünya analizi yazılamayacağı gibi Yaşar Kemal gibi de roman yazılamaz bana kalırsa. Hepsi kıymetlimizdir, hepsine hürmet ederiz, bizim tarihimizdir ancak nasıl ki onlar kendilerinden öncekileri çoğaltmak yerine yeni yollar inşa ettilerse bugün de böyle olacaktır muhtemelen. Sonra gelen öncekileri çoğaltmak yerine yeni yollar inşa ettilerse bugün de böyle olacaktır muhtemelen sonra gelen öncekilerin eksiğini tamamlar ve bu böyle akar. Ancak ve elbette buna karşın bugün Yaşar Kemal, Orhan Kemal gibi yazanlar da vardır, olacaktır, yapanların hakkıdır ve muhakkak o tür üretimin de izleyicisi olacaktır.
Sami Özbil’in yayınlanmış kitapları:
Harman (şiir), Yeraltı Suları (şiir), Kopaseke (öykü), Kan Kurumaz (roman), İsyan Ateşi (roman), Çakıl Taşları (öykü), Soluk Soluğa (roman), Yüzüme Bak (roman), Çöl Kimseyi Sevmiyordu (roman) Eksik Bir Şey (roman) Elim Sende (roman)
Yazarın halihazırda üzerinde çalıştığı “Griftar” isimli bir roman var.
Nevzat Öztürk’ün yayınlanmış kitapları:
Görünmez Adam (öykü), Beyaz Mendil (öykü), Yalnızlık Kime Mahsus (öykü), Özgür Ölüler
Şuan üzerine çalıştığı “İnsanca Pek İnsanca” adlı beş ciltlik tarihi romanı var.