Bahar… Bir tılsımlı dokunuş suya, havaya, toprağa… Cıvıldaşan, çağlayan, konup kalkan kanatlılar, renk renk, desen desen, iri ufak böcek… Elvan elvan çiçek… Dal uçlarında patlayan tomurcuk, toprağa serpilen tohum, toprakta biten filiz… Dağ aralarından gelen, coşan, çağlayan, taşan sel… Keskin kokulu, ak köpüklü deniz… Billur gökyüzü, gökyüzünde katar katar göç sürüleri… Isınan, kaynayan, kımıldayan ne varsa… Bir ferahlık… Bir şükür… Bir bereket türküsü… Bahar…
Bir de çamur, uzayıp giden, dağlar tırmanan, tepelerden inen, düz ovalarda seyreyleyen, loş tünellerden geçen, köprüler bitiren, şehirlere girip çıkan, uğramadan geçen, şehirleri aşan, birbirine bağlanan, ayrılan, kıvrılan, düzleşen, uzayıp giden yollar… Stabilize, asfalt, toprak yollar… Islak yollar… Her baharda yollara düşen kamyonlar, minibüsler. Tıklım tıklım, üst üste, kucak kucağa, dolu dolu… Çoluk çocuk, yaşlı genç, kadın erkek, evli bekar insanlar… Elleri nasırlı, mideleri boş, gözleri uzaklarda insanlar, dolu dolu kamyonlar da minibüsler de… Her bahar yollara düşen mevsimlik işçiler… Her zaman, hep aynı ton da okunan türkü; mevsimlik işçiler…
Yılmaz Güney’in Endişe filmi yollarda ilerleyen kamyonlarla başlar. Kasaları insanlarla dolu kamyonlar. Bir ara yol kenarlarındaki fabrikalara, yüksek binalara kayar kamera… Sonu hep SA ile biten fabrikalar, binalar ve gözleri hep uzaklara bakan insanlar arasında gidip gelir kamera bir süre. Nihayet işçiler bizim bildiğimiz adıyla Adana olan, kamerada görünen ve gerçekte de öyle olan AdaSA’ya varırlar…
Mavi şimşekler çakan koyu karanlıklara sicim gibi bir yağmur yağıyor, ırgat yüklü tren aydınlık pencereleriyle, bozkırda Çukurova’ya doğru akıyordu.
Orhan Kemal, “Bereketli Topraklar Üzerinde” kitabının giriş kısmında bir yerlerde, böyle katıyordu; kadere kırk beş giden, üç arkadaşı diğer işçilerin arasına…
Bugün gazetelerde, radyoda, televizyonlarda; dinleyip izliyoruz, onların mevsimlik işçilerin yol maceralarını, ölüm maceralarını.
15 Temmuz 2015 tarihli Gündem gazetesinde şöyle bir haber yer alıyor; “Bir hafta önce Manisa’da 15 işçinin ölümünden ders çıkarmayan kaderci yönetim anlayışı dünde üç işçinin ölümüne, onlarca yaralıya seyirci kaldı.” Aynı haberin devamında Konya Karapınar’da başka bir kazada on sekiz işçinin yaralandığından bahsediyor. Aynı haberi geçen Özgür Gelecek gazetesinde son bir haftada ölen tarım işçisi sayısının 50’yi aştığı söyleniyor. Başka gazetelerde başka başka geçiyor; başka başka haberler… Onlar her sene değişmeden ölüyor, kazalar da. Her daim çalınıyor kulaklarımıza ölümleri…
Şükür kazadan kurtarana, kazasız vardırana… Baharın bereketine, kavuşturana… Sabancı’ nın Adasının uçsuz bucaksız uzayan tarlalarında boy veren filizlerden, bol ağaçlı bahçelerin de dallarda sarkan meyvelerden hoş kokular gelir burunlara. Başkasının Eskişehir’inden Ankara’sına güzel görüntüler görür gözler. Ortağı çok İzmir’de kimlerin olduğunu bilmediğim Karadeniz’de yolları çevreleyen tarlalar, bahçeler ne güzel…
Ah birde güzelliği bozan naylon, bez, paçavralardan yamalı yamasız görüntü kirliliği olmasa… Çadırlar olmasa… İşçilerin içinde yaşadığı çadırlar… Hani her bahar Kürdistan’dan yollara düşen, kimileri yollarda ölen işçiler olmasa… Kocaman dünya da ekecek toprak bulamayan topraksızlar… Bu paçavralarıyla, ekin denizlerimizin etrafını kirletmeseler. Her tarafın ışığa boğulduğu çağımızda, çoğu yazlarını ışıksız geçiren işçiler… Sıcağın alnında 12 saat çalışan, terle yıkanan, banyosuz yaşayan… İçtiği sudan ishal olan… Böcek ilaçlarından zehirlenen işçiler… Çalışmak için okulu her sene erken bırakıp, geç başlayan, çoğu lisede okumayı bırakan çocuk işçiler… Ağır işlerden, uzun çalışmaktan çoğu ölü doğurmanın acısını tatmış, tacize tecavüze uğrayan kadın işçiler olmasa… Beyin kanamasından, kalp krizinden ölen yaşlı, genç işçiler… En çokta ekmek ve çay tüketen, et bulamayan işçiler olmasa…
Gelip bu bereketli topraklarımızın bereketini, gözlerimizin güzelliğini, burunlarımıza gelen hoş kokuları bozmasalar… Ah olmasalar… Aldığının %10’unu da asalak yaşayan bir tabakanın mensuplarına vermek zorunda bırakılan işçiler olmasa… Kürt oldukları için ezilen işçiler olmasa… Topraksızlar olmasa… Hep sonu dert olanlar olmasa…
Bu cahil takımı, ayak takımı olmasa… Sanırım tarla kenarlarından geçen; lüks otomobillerinin filmli camlarından böyle bakıyorlardır; şehir sahipleri ve kandırdıkları. Gerçi böyle bakmasalar kendileri işçilerle görüşmez mi? Görüşür. Ne gerek var; aracıya…
Boş ver Allah’a Peygamber’e. Doyurmaz karnımı Allah, Peygamber. Var buranın bir adeti…
“Doğru” dedi Yusuf. “Her yerin kendine göre bir adeti olur.”
“Tamam. Haftadan haftaya ne zaman alacaksınız paracıkları.”
…
“Vereceksiniz bana hak, ırgatbaşı hakkı!”
Orhan Kemal’in kitabında işe giren üç arkadaş girdikleri ilk işlerinde böyle karşılanırlar. O işten ayrılıp başka bir işe girdiklerinde ise; artık iki arkadaştırlar. Köse Hasan öldü ölecektir. Islak pamuk taşımaktan, zatürreden…
Yusuf’a döndü:
Sen de temel kazısında. Gündelikleri kesiştiniz mi?
Yusuf “kesiştik” dedi. “Üçer lira”
Amele çavuşu az olduğunu bildiği halde “iyi” diye başını salladı. “Onu da söyleyeyim burada bir adet malum ya, her yerin bir adeti olur…”
Gene Yusuf:
“Doğru, olur”
“Paradan paraya beni kollamanız lazım”
İkinci işte de böyle karşılanırlar. Onlar ne yapsın adetler geçmişten gelirler. Onlar ise oraya sonradan varmışlardır.
Yılmaz Güney’in Endişe filminde ise aracı alacağı payı arttırmak için işçileri greve ikna eder. Tabi kendisi ağanın karşısında sözünü dinletemeyen “gariban”… Çiftçi başına para karşılığın da kadın bir işçiyi ayarlamaya çalışır… Görevi aracılık o ne yapsın…
Bu adet bugüne kadar sürer gelir. Baharın canlılığı onlara, aracılara da can katar. Kaşınmaya başlayan elleri paranın habercisidir. Zira verdikleri işçi sayısına göre patrondan, işçilerin maaşlarına göre de onlardan alacaklardır paylarını. Tabi bir de türlü yollar türlü yollardan ek gelirler vardır. Dedik ya bir eski adet, bugün de süren.
“Zaten günde 22 TL alıyoruz. Onun da %10’unu Dayıbaşına veriyoruz.”
Küçük ağa yanı başında kavuşuk elleriyle dikilen ırgatbaşıya döndü.
“Aferin Cemo. Bitir bu işi bu hafta, gerisine karışma!
Irgatbaşı gururla: Millete soluk aldırdığım yok ırzıma nikahıma, dedi. Senin canın sağ olsun. Bende Cemoysam bu iş bu hafta tamamdır!…
…
Irgatbaşı da çalışmanın hızına kendini kaptırmıştı. Tempoyu daha da hızlandırmak, ağanın gözüne büsbütün girmek için: Devir, devir, devir!!! Diye bağırdı. Ha babam, kardaşlarım ha, ha babayiğitler ha, ha aslanlar ha!!!
“Devir ha, devir ha, devir!”
“Ha, ha, ha, ha!!!”
İş hızlandıkça hızlandı, baş döndürücü bir hal aldı.
…
Sıcak havaya önce taze bir kan kokusu yayıldı. Ali’nin sol bacağı ta kasıktan yoktu artık. Bir takım et, sinir, kemik kanlı paçavralar sarkıyor, kesik bacaktan oluk gibi kan fışkırıyordu.
Üç arkadaşın ikincisi de böyle bir kazaya kurban gider. Belki o sıra orda bulunan küçük ağa arabasının kirleneceğini düşünmeyip arabaya alsa, Pehlivan Ali kurtulurdu, kim bilir. Belki o kazadan kurtulurdu ama Topal Ali olarak sürünmeye devam ederdi. Olmadı, yine ölümle bitti. Olan ise işe oldu. Bugün de olduğu gibi o günde öyle oldu.
Dedik ya her zaman hep aynı çalınan bir türkü bu. Sözlerinde, havasında çok bir değişiklik olmadan dinletilmeye devam ediyor. Dertli dertli, “ah”lı, “vah” lı çalınan türkü. Egemenler hep bu havalarda çaldırır bu türküyü…
Yalnız bu türkü kitapta da yaşamda da hep bu havada çalmaz. Buna da biz “kader” diyelim…
Hele O; güneşin kızarttığı esmer tenler; toprağın sertleştirdiği nasırlı eller; açlığın çökerttiği avurtlar; yokluğun büktüğü boyunlar; sıska, zayıf, dal bedenler; sıcaktan kuruyan damaklar, ağızlar; tozdan, terden, böcekten kaşınanlar; susmaya mahkum bırakılanlar; her zaman hep aynı dertli havalar da dinletilen bu türküyü bir isyan havasında söylesinler bir de o zaman dinleyin; bu türküyü…
“Ulan kimin işinde oldu, bu” diye sorsunlar. O zaman dinleyelim bu türküyü. Şamdinler, Zeyneller tutuştursun tarlaları…
Görün; o zaman… Pek muhterem “küçük” ağaları, bey efendicikleri…
Hasan Ataş (Şerzan)