“Kaygıyla kulak kabartıyormuş gibi bir hali vardı hep. Gür siyah saçlarında tutam tutam ak saçlar ilk bakışta keskin bir karşıtlık yaratırdı. Tepeden tırnağa tatlılık ve hüzünlü bir tevekkül okunurdu bu kadında… Gözyaşları ağır ağır yanaklarından aşağı süzülüyordu.” Oğlu yumuşak bir sesle: “Ağlama!” dedi.
Betimlenen kadın Maksim Gorki’nin tasvir ettiği “Ana” romanındaki Pelageya oğlu Pavel’in devrimci fikirlerle tanışması ile devrimci mücadelenin içine “zorunlu” giriş yapmış oğlunu savunurken onun fikirlerini savunmayı öğrenmişti. Çileyle yoğrulmuş ömrünün her zerresine binlerce zulüm sızmıştı. Gördüğü zulüm yüzündeki çizgilere yerleşmişti öyle derin, sonra hep korkarak yaşadığından bahsedip devrimcileştikçe kavradığı hayat dersini slogana dönüştürecekti. “Hiçbir şeyden korkunuz olmasın! Bir ömür boyu çektiğiniz çileden beteri yoktur…”
Kavganın, direnişin, mücadelenin kadınlarıdır onlar. Evlatlarının ardı sıra başları dimdik, gurur dolu analar. Nicesini gönderdik evlatlarının ardı sıra nicesi evladına son bir veda edemeden, saçını okşayamadan, yanağını avuçlarının içine alıp koklayamadan evladına duyduğu özlem huzmesinin içinde geçiriyor yaşamını. Gözyaşlarına dokunamadan evladının bir gün çıkıp geleceğine inanç besliyor… Kimisi Berfo Ana gibi bütün ömrünü oğlunun kemikleri olsun bulmaya adadı, kimisi Taybet Ana gibi bedeni günlerce sokak ortasında bekletildi. Şimdi onun bedenidir yüreğimiz. Kimisi Güzel Ana gibi “ben tüm devrimcilerin anasıyım” diyordu. Murat Yıldız’ı kendi elleriyle ifadesini versin diye karakola götüren 24 yıldır oğlunu arayan Hanife ananın acısıdır dizlerine derman olan. Gülmez Ana’dır şimdi bilincimiz hep mücadeleyle sınanmış.
2 Haziran’da Dersim’de ölümsüzleşen Hasan Ataş (Şerzan)’ın annesi Beser Ana da “onurumdur, gururumdur” diyordu. Şerzan’ın “yüreğinin bir parçasının da kendinde” olduğunu söylerken kendi yüreğinin bir parçasının da Şerzan’da olduğunu bilerek. Şehit anaları mücadelenin ağır acılarında yürekleri yoğrulmuş acılarından özlem ve ayrılıktan evladına duyduğu hasretten öğrenmiştir.
Annelik duygusu kadının binlerce yıllık öğrendiği onura erdeme dair değerler içinde çıkarsız, hesapsız, beklentisiz sevgiyi, şefkati barındırmaktadır. Bu duygular evlat acısıyla öfkeye dönüşmekte bin bir renge bürünüp yaşamı mücadeleyi yüreklendirmekte, güçlendirmektedir. Unutmamalıyız ki bu amansız savaş ne sadece işçilerin ne köylülerin ne kadınların ne de erkeklerindir. Bu mücadele ne sadece oğulların ne de kızlarındır. Bu kavga insanlığın kavgasıdır…
Analar mücadeleye başladığında çığlıklarını keşfedip öfkeyi sınıf düşmanlarına yönelttiklerinde mücadelemiz daha da çelikleşmektedir. Başta tek bir evlattır belki peşinden gittikleri sonra bütün çocukların anaları olmaya başlarlar. Gülizar yoldaş gibi Leyla Karakoç yoldaş gibi dünyanın tüm çocukları için silah elde dövüşür, düşerler. Eğer ki sadece evladını yitirmiş bir kadın görüyorsak şehit analarına baktığımızda bilin ki devrimi anlamıyoruz. Onlar sınıf kinin vücut bulmuş halidir. Onlar sınıf savaşının öfkenin yeşerdiği topraktır. Onların acılarıyla büyüyüp gelişecektir kavga. Yeter ki onların mücadele de konumlandırırken en öfkelilerimiz olduklarını, kaybedecek hiçbir şeyleri olmadığını “ben canımı vermişim” diyenlerin kinini örgütleyebilelim.
Sınıf mücadelesi her çağda çok ağır bedellerle gelişip güçlenmiştir. Kadınlar bu mücadelenin içinde annelik rolleriyle de çok önemli görevler üstlenmiştir. Çoğu yerde bu rolleri parçalamış mücadelenin kıyılarında süzülen değil ateşinde kavrulan direnişleriyle simgeleşmişlerdir. Analarımız bu savaşta sadece annelik rolleriyle başlasalar da savaş insana öğrettikleriyle savaş içerisinde şekillenmişlerdir.
Şimdi bu acı öfkeye dönüştüğünde teselli değildir bekledikleri, teselli edilemez bu acıları unutmak ya da unutturmak değildir. Halk savaşçılarının acılarına sarılmak ideallerini gerçek kılmak için gerekeni yapmaktır istedikleri. Ateşi harlamak savaşa atılmaktır. Analar bilir ki kan yerde kalmaz hele ki halk davasında. Mahşer günü yeryüzündedir ve hesap görülecektir. Halkın binlerce on binlerce evladı o günün kaçınılmaz olduğunu kavradığında isyan dağ başlarından şehre varacak ve son bu düzenin sahipleri için korkunç olacaktır. Analarımızı bu bilinçle anlamalı, örgütlemeliyiz.
Devrimcilerin anneleri hep kaygı taşırlar ancak bu kaygı kendine dair bir kaygı olmaz çoğu zaman çocukları için başlar. Nasıl ki halk savaşçıları zihnindeki “ben”i silmiş ise sınıf mücadelesinde fedakarlık, alçak gönüllülük, emektarlık, açık, samimi ve dürüst bir kişiliğe bürünmüşse annelerimizdeki bu yüreğin bir parçasının da onlarda olmasındandır. O kaygı yüce bir amaca hizmet eder hale geldiğinde korku duvarları yıkılmakta her şey mücadelenin zarar görmemesi için yapılır hale gelmekte evladını korumanın bir yolu mücadelenin gelişmesi olduğu bilince çıkmaya başlamakta ve devrimci mücadeleye adım oradan atılmaktadır.
Kadının kimliğinde zaten var olan, binlerce yılda insanlığın öğrendiği en devrimci duygular emek, fedakârlık, koşulsuz sevgi ve şefkat devrimci mücadele ile bütünleştirildiğinde daha güçlü ve örgütlü bir yapı kazanacaktır. Emin adımlarla korkusuzca ilerlemek böyle başarılacak, cüretli adımlarda tereddüt göstermek ortadan kalkacaktır. Bu da ailelerimizi, annelerimizi örgütlemek çok önemli bir yerde durmaktadır. Onların acılı yürekleri, göz yaşları içine boğulu öfkeleri sınıf mücadelesine kan olur can olur hale gelecektir.
Bugün anaların öfkesi daha büyük baskı ve zulümle bastırılmak istenmektedir. Yaşamın her alanına, zamanın her anına korku sindirilmek istenmektedir. Egemenler anaları susturduğunda toplumu susturacağını düşünmektedir. O yüzden faşist politikalarla azgınca saldırmakta gerilla cenazelerine katılımı engellemeye çalışmakta, analarımızı çocuklarının kemiklerini arayan bir mezar taşının başında bir ömür hesabı sorulmadan bekleyen bir çaresizliğe sürüklemek istemekte. Umudu öldüreceğini sanmaktadır. Acı bu politikalarla kanıksatılmaya çalışılmaktadır. Analarımız bu mücadelenin en çetin acılarıyla sınanırken onlara güç veren bu hesapların kapanacağına olan inançlarıdır. Umut oradadır, öfke analarımızın acılarında filizlenmektedir. Gerçek bu öfkenin bastırılamaz şiddetindedir. “Gerçeğin ateşi, kan deryalarında bile söndürülemez…”
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 11 Haziran 2020 tarihli 63. sayısından alınmıştır.